DAHA ilk nefeste bazı
değerleri üstüne giyerek hayata geçiş yapıyor insan. Daha tanımadan, tanışmadan
öncesinde, ömrünün sonuna kadar el üstünde tutması gereken şeyler nöronlara
kodlanıyor. Bu değerler öyle elle tutulmaz, öyle gözle görülmez bir mevcûdiyetle
şekilleniyor ki “Göster” deseler, maddî bir biçimle açıklanamaz; fakat nesnenin
yarattığı ikna kabiliyetinden daha güçlüler.
Bu
kapsamda varlığından bahsedebileceğimiz en kıymetli ve en güçlü değer; Allah’ın
kulu olmanın, daha konuşmazdan evvel, kendini tanımazdan evvel ruhumuzdaki
varlığıdır. Bu, yaşayışımızın en mukaddes ve heybetli hissedişi olarak son
nefese kadar süregelir. Zaten son nefesten sonrasında perdelerin açılmasıyla,
hak olanı bâtıl olandan ayırmak için bir zihin ve inanç gücü gerekmeyecektir. O
raddeden sonra gerçekler, tüm ikna ediciliğiyle ve tüm ihtişamıyla kendi
varlığını tasdikleyecektir.
Bu
kadar güçlü bir varoluş gerçeğinin, insanın zihni ve fikri tarafından
reddedildiğine de rastlıyoruz. Ama çok net bir şey söylemek gerekirse; bir insan,
Allah’ın kulu olduğunu ve onunla birlikte kabul etmesi gereken tüm değerleri
reddettiğinde, o mevkide söz sahibi olan asla ve asla akıl ya da zihin
değildir. Allah’a olan bağlılığımızı inkâr ettirebilecek tek varlık parçası,
benliktir. Benlik duygusunun götürdüğü tüm adresler, maddesel bir güce boyun
eğdirecek kadar vahim sonuçlar doğurur.
Allah’a
(hâşâ) kafa tutmanın farklı farklı yöntemleri, farklı farklı sonuçlar
doğurabilir. Şeklen değişen bu dünyevî âkıbetler, mânâ olarak hep ama hep
aynıdır. Necip Fazıl Kısakürek’in şu mısralarıyla, bahsini ettiğim konuya daha
ahenkli bir dayanak getirebilirim sanırım:
“Ya Allah’a baş
eğer hiç kimseye eğmezsin.
Ya herkese baş eğer hiçbir şeye değmezsin.”
Sonuç hep
böyledir yani…
Bir insan,
yaratılışındaki değerleri hiçe sayarken bunu egosuyla yapar; ama o ego, o
yüksek benlik aşkı, insanı insana kul eder.
Allah’a kul
olmanın inkâr süreci, insanın dünyevî arzularına zincirlenmesiyle ve benliğini
tatmin edebilmeye ömür vermesiyle gerçekleşiyor. Bunun devamında bayrak,
milliyet ve vatan gibi kıymet biçilmez değerlerin inkâr silsilesi de birbirini
izliyor.
Millî olmak
Milli olmak,
vatana kalben ve madden hizmet etmektir, evet! Ama bunu hemen herkes kabul
eder. Vergi vermek maddî anlamda vatana hizmetse, bayrağa saygı, daha mânevî
bir yöneliştir. Hemen her insan, (normal şartlar altında) bu kadar millî
olabilmeyi başarmıştır zaten...
Absürt ve iç
kaldıran uç örneklere değinmeye, onlar üzerinden millî bir perspektif aramaya
hacet yok! Her duyguda ve zıtlıkta bir aşırı kitle mevcûttur. Ama onlar;
olguları anlatmada sıfır kadar bile değere sahip değildirler. Peki, bu asgarî
müştereklerde millî olabilmeyi başaran insan, hangi çizgiden sonra millî
olabilmek şerefini yitiriyor?
İşin asıl
tartışılması gereken kısmı tam da burası!
Çünkü pek
çok insan, millî oluşunu iddia ederken, iddia ettiği konumun tam zıddında
bulunabiliyor. Tıpkı “Elhamdülillah Müslümanım” derken İslâm’ın değerlerine
saygı sınırını aşabiliyor olması gibi...
Keskin kabul
edişlerle keskin reddedişler bu makalenin süjesi değil. Millî olmak; insanın
doğduğu ve doyduğu yere saygınlığı kadar, anne-babasına, toprağa, ağaca,
mevsimlere, eşe dosta, güneşe aya ve her şeyin sahibi Allah’a saygının bir
uzantısıdır. Allah’a kul olabilmek yolunda tüm bunlara hürmetle muamele etmek
zorunluluğu bulunmaktadır. Öyleyse “Ben de millîyim, ben de vatanımı ve
bayrağımı seviyorum” diyorsan, durduğun yerden emin olmak boynunun borcu!
Kitleler ve
gruplar, görüş ve fikirlerin savunucusu, bazen de onların muhalif tarafı olarak
birtakım sosyal hareketlenmeler sergiler. Bazen bir fikri savunmak için başka
başka fikirleri alt etme gayretini gösterir. Bazen de sadece siyâsî, politik ve
idarî yönelimler arasında -kendince- doğru saydığını er meydanına çıkarmanın mücadelesini
verir. Buraya kadar olan her şey insanî ve hür haklar arasında sayılabilir.
İşte o kaygan zemine gelmiş bulunuyoruz!
Bir noktadan
sonrası, kendi görüş ve ideolojini savunmaktan çıkıp, millî değerleri hiçe
saymak ya da düşmana hizmet etmek zavallılığına dönüşebilir. Orada egonu al
karşına ve sor: Hâlâ bir ideoloji ve görüşün savunucusu musun? Yoksa ülkene ve
bayrağına göz dikenlerin sözcüsü müsün?
İşte bu
ayrımı keşfedebilmek, kendine dürüst olmakla mümkün olabilir! Allah’a kulluğunu
hatırlamakla, insanî değerlerini muhafaza etme tutkusuyla tam olarak nerede
durduğunu keşfedebilirsin.
Kaybetmek de,
kazanmak da beraberdir
Bir ülkede,
vatanın varlık ve birliğini tehdit eden her şeyin karşısında durmak, asâlettendir.
Burada görüş ve fikirlerin temayülleri hiçbir değer taşımaz.
Şöyle
düşünmeli: Cephedesin, seninle silah tutan binlerce askerle omuz omuza, düşmana
karşı bir savunma ve taarruzun tam ortasındasın. Hareketin zaman ve şeklini
belirlemek üzere elbette bir komutan olacak. Ya da sen her kimle yan yana
düştüysen, birbirinizi kollamak da bu şerefli görevin gereklilikleri arasında…
Tam ateş hattında, bir gafletle düşmana vatan toprağını teslim etmemek adına
ilk yapman gereken şey, Allah’a kulluktur. O zaman vatanını mukaddes bilir ve
canın pahasına korursun.
Fakat ikinci
gerekliliğin de saf tuttuğun tüm birliğe, o birliği yönlendiren komutana ve
geride bekleyen tüm millî ve vatanî paydaşlara sadâkattir.
Evet, O
binlerce asker içinde ve belki de komutan da dâhil olmak üzere hepsiyle ayrı
bir hayat standardına, uçlarda ideolojilere ve zıt karakterlere sahip
olabilirsin. Ama millîysen, bunun muhasebesini yapamazsın. Onlarla bir olursun…
Vatan ve millet için bir olmak; bir ve tek olan Allah’a yaklaşmanın bir başka
şeklidir.
Vatan
toprağı için savaştığın bir cepheden misâlle yola çıkınca, gereklilikler yerli
yerine oturuyor. Fakat daha belirsiz çizgilerde nice örnek var ki, bazen insan
durduğu yeri doğru zannederken, en büyük yanlışların savunucusu hâline
gelebiliyor.
Millî bir
insan; var olan siyâsî dinamiklerle olan çatışmasını kalburüstü durumlarda bir
kenara bırakmak zorundadır.
Bugün, bir
salgınla mücadele ettiğimiz çılgın zamanların içindeyiz. Bütün yaşam
standartlarının en aza indirgendiği, pek çok alışılmışın uzak bir ihtimâl
olduğu, en olağan hareketlerin ve günlük gerekliliklerin bile yeni tanıştığımız
kalıplarda ancak var edilebildiği bu fevkalâde zorlayıcı süreç, millî olmanın
bir ibadet kadar değer kazandığını haykırıyor.
Güç
odaklarının birbirleri üzerinde her zamankinden daha ateşli projeleri var.
Vaziyet, sadece bir virüse bulaşmamak kadar da basit değil! “Basit” diyorum,
çünkü mücadele alanımız hem sağlık, hem de vatanî varlık… Bunu sağlayabilmenin
tek yolu, uçlarda aykırılık gösteren düşman zihniyetli kesimler hâriç, her
ideoloji ve fikirde, her boy ve genişlikte, her duygu ve temâyülde insanın
birlik olmasıdır. Bugün, siyâsî umdelerin sesini kısmak, tek bir terazide her
olguyu dikkatle incelemek gerekiyor.
Vatanın
devamlılığı ve millî yükselişin gerekliliği olan her bir siyâsî, kurumsal ve
bireysel hareketlenmenin destekleyicisi olmak, kendi egomuzu besleyen
ideallerden çok daha önem taşıyor.
“Biz” olmak
zamanı!
Hiç
görülmemiştir, vatanı ve millî varlığını düşmana satıp da kendi varlığını ebedî
kılan! Bu asla olmamıştır. Düşen her bir değerin altında, o değeri korumaya
çalışanlarla beraber, o değeri ayaklar altına almaya çalışanlar birlikte kalır.
Bu enkaz, tüm fikirleri ve prensipleri kaplar.
Düşman, bir
toprağı gasp ederken, kendine karşı koyanlar ile yollarını açanları birlikte
gömer. Hiç duyulmamıştır, kaybedilen bir vatan toprağının içinde ideal ve
görüşlerin ayrıştığı…
Vatan,
millet ve bunların hürriyeti; tüm zıt kutuplarıyla, tüm ayrı fikirleriyle
birlikte kazanır ve yine hep birlikte kaybeder.
Siyâsî
odaklar; daha güçlü hizmet kanalları ve daha akılcı ve insanî fikirlerle ve
ancak sandıkta varlıklarını ispat eder ya da ancak sandıkta bertaraf edilirler.
Ülkenin
para birimine, ülkenin sağlık sektörüne, ülkenin ekonomisine, ülkenin tarım ve
ticaret varlığına, ülkenin millî üretim gücüne sekte vuracak her bir dış
müdahale, içerideki destekçilerini de tarihe gömer.
Öyleyse
konu salgınsa, konu memleketse, konu millî üretimse, konu vatan toprağıysa,
konu yerel ekonomiyse, konu vatansa, sen ya da ben olamayız! Bu sen ve ben
olayı, hayatın her yerinde insanı yayan bırakır. Fakat böyle toplumsal
durumlarda, nesillerimizi de düşmana teslim eder. İyisi mi şimdi, ne kadar iyi
hamle varsa, birlikte sahip çıkmalı, biz olmalıyız!
Bir ülke nasıl ki düşmana tüm zıt kutuplarıyla birlikte yeniliyorsa, tüm zaferler ve başarılar da hepsini kapsamına alır. Türk parası değer kazandığında kimse bunun dışında kalmaz, salgınla doğru bir mücadelede hiçbir görüş bundan ayrı tutulamaz. Öyleyse birlik ve beraberlikte, Allah’ın kulu olmak zamanıdır!