Millî olmak ne demektir, ne kadar gereklidir?

Düşman, bir toprağı gasp ederken, kendine karşı koyanlar ile yollarını açanları birlikte gömer. Hiç duyulmamıştır, kaybedilen bir vatan toprağının içinde ideal ve görüşlerin ayrıştığı… Vatan, millet ve bunların hürriyeti; tüm zıt kutuplarıyla, tüm ayrı fikirleriyle birlikte kazanır ve yine hep birlikte kaybeder.

DAHA ilk nefeste bazı değerleri üstüne giyerek hayata geçiş yapıyor insan. Daha tanımadan, tanışmadan öncesinde, ömrünün sonuna kadar el üstünde tutması gereken şeyler nöronlara kodlanıyor. Bu değerler öyle elle tutulmaz, öyle gözle görülmez bir mevcûdiyetle şekilleniyor ki “Göster” deseler, maddî bir biçimle açıklanamaz; fakat nesnenin yarattığı ikna kabiliyetinden daha güçlüler.

Bu kapsamda varlığından bahsedebileceğimiz en kıymetli ve en güçlü değer; Allah’ın kulu olmanın, daha konuşmazdan evvel, kendini tanımazdan evvel ruhumuzdaki varlığıdır. Bu, yaşayışımızın en mukaddes ve heybetli hissedişi olarak son nefese kadar süregelir. Zaten son nefesten sonrasında perdelerin açılmasıyla, hak olanı bâtıl olandan ayırmak için bir zihin ve inanç gücü gerekmeyecektir. O raddeden sonra gerçekler, tüm ikna ediciliğiyle ve tüm ihtişamıyla kendi varlığını tasdikleyecektir.

Bu kadar güçlü bir varoluş gerçeğinin, insanın zihni ve fikri tarafından reddedildiğine de rastlıyoruz. Ama çok net bir şey söylemek gerekirse; bir insan, Allah’ın kulu olduğunu ve onunla birlikte kabul etmesi gereken tüm değerleri reddettiğinde, o mevkide söz sahibi olan asla ve asla akıl ya da zihin değildir. Allah’a olan bağlılığımızı inkâr ettirebilecek tek varlık parçası, benliktir. Benlik duygusunun götürdüğü tüm adresler, maddesel bir güce boyun eğdirecek kadar vahim sonuçlar doğurur.

Allah’a (hâşâ) kafa tutmanın farklı farklı yöntemleri, farklı farklı sonuçlar doğurabilir. Şeklen değişen bu dünyevî âkıbetler, mânâ olarak hep ama hep aynıdır. Necip Fazıl Kısakürek’in şu mısralarıyla, bahsini ettiğim konuya daha ahenkli bir dayanak getirebilirim sanırım:

“Ya Allah’a baş eğer hiç kimseye eğmezsin. 
Ya herkese baş eğer hiçbir şeye değmezsin.”

Sonuç hep böyledir yani…

Bir insan, yaratılışındaki değerleri hiçe sayarken bunu egosuyla yapar; ama o ego, o yüksek benlik aşkı, insanı insana kul eder.

Allah’a kul olmanın inkâr süreci, insanın dünyevî arzularına zincirlenmesiyle ve benliğini tatmin edebilmeye ömür vermesiyle gerçekleşiyor. Bunun devamında bayrak, milliyet ve vatan gibi kıymet biçilmez değerlerin inkâr silsilesi de birbirini izliyor.

Millî olmak

Milli olmak, vatana kalben ve madden hizmet etmektir, evet! Ama bunu hemen herkes kabul eder. Vergi vermek maddî anlamda vatana hizmetse, bayrağa saygı, daha mânevî bir yöneliştir. Hemen her insan, (normal şartlar altında) bu kadar millî olabilmeyi başarmıştır zaten...

Absürt ve iç kaldıran uç örneklere değinmeye, onlar üzerinden millî bir perspektif aramaya hacet yok! Her duyguda ve zıtlıkta bir aşırı kitle mevcûttur. Ama onlar; olguları anlatmada sıfır kadar bile değere sahip değildirler. Peki, bu asgarî müştereklerde millî olabilmeyi başaran insan, hangi çizgiden sonra millî olabilmek şerefini yitiriyor?

İşin asıl tartışılması gereken kısmı tam da burası!

Çünkü pek çok insan, millî oluşunu iddia ederken, iddia ettiği konumun tam zıddında bulunabiliyor. Tıpkı “Elhamdülillah Müslümanım” derken İslâm’ın değerlerine saygı sınırını aşabiliyor olması gibi...

Keskin kabul edişlerle keskin reddedişler bu makalenin süjesi değil. Millî olmak; insanın doğduğu ve doyduğu yere saygınlığı kadar, anne-babasına, toprağa, ağaca, mevsimlere, eşe dosta, güneşe aya ve her şeyin sahibi Allah’a saygının bir uzantısıdır. Allah’a kul olabilmek yolunda tüm bunlara hürmetle muamele etmek zorunluluğu bulunmaktadır. Öyleyse “Ben de millîyim, ben de vatanımı ve bayrağımı seviyorum” diyorsan, durduğun yerden emin olmak boynunun borcu!

Kitleler ve gruplar, görüş ve fikirlerin savunucusu, bazen de onların muhalif tarafı olarak birtakım sosyal hareketlenmeler sergiler. Bazen bir fikri savunmak için başka başka fikirleri alt etme gayretini gösterir. Bazen de sadece siyâsî, politik ve idarî yönelimler arasında -kendince- doğru saydığını er meydanına çıkarmanın mücadelesini verir. Buraya kadar olan her şey insanî ve hür haklar arasında sayılabilir. İşte o kaygan zemine gelmiş bulunuyoruz!

Bir noktadan sonrası, kendi görüş ve ideolojini savunmaktan çıkıp, millî değerleri hiçe saymak ya da düşmana hizmet etmek zavallılığına dönüşebilir. Orada egonu al karşına ve sor: Hâlâ bir ideoloji ve görüşün savunucusu musun? Yoksa ülkene ve bayrağına göz dikenlerin sözcüsü müsün?

İşte bu ayrımı keşfedebilmek, kendine dürüst olmakla mümkün olabilir! Allah’a kulluğunu hatırlamakla, insanî değerlerini muhafaza etme tutkusuyla tam olarak nerede durduğunu keşfedebilirsin.

Kaybetmek de, kazanmak da beraberdir

Bir ülkede, vatanın varlık ve birliğini tehdit eden her şeyin karşısında durmak, asâlettendir. Burada görüş ve fikirlerin temayülleri hiçbir değer taşımaz.

Şöyle düşünmeli: Cephedesin, seninle silah tutan binlerce askerle omuz omuza, düşmana karşı bir savunma ve taarruzun tam ortasındasın. Hareketin zaman ve şeklini belirlemek üzere elbette bir komutan olacak. Ya da sen her kimle yan yana düştüysen, birbirinizi kollamak da bu şerefli görevin gereklilikleri arasında… Tam ateş hattında, bir gafletle düşmana vatan toprağını teslim etmemek adına ilk yapman gereken şey, Allah’a kulluktur. O zaman vatanını mukaddes bilir ve canın pahasına korursun.

Fakat ikinci gerekliliğin de saf tuttuğun tüm birliğe, o birliği yönlendiren komutana ve geride bekleyen tüm millî ve vatanî paydaşlara sadâkattir.

Evet, O binlerce asker içinde ve belki de komutan da dâhil olmak üzere hepsiyle ayrı bir hayat standardına, uçlarda ideolojilere ve zıt karakterlere sahip olabilirsin. Ama millîysen, bunun muhasebesini yapamazsın. Onlarla bir olursun… Vatan ve millet için bir olmak; bir ve tek olan Allah’a yaklaşmanın bir başka şeklidir.

Vatan toprağı için savaştığın bir cepheden misâlle yola çıkınca, gereklilikler yerli yerine oturuyor. Fakat daha belirsiz çizgilerde nice örnek var ki, bazen insan durduğu yeri doğru zannederken, en büyük yanlışların savunucusu hâline gelebiliyor.

Millî bir insan; var olan siyâsî dinamiklerle olan çatışmasını kalburüstü durumlarda bir kenara bırakmak zorundadır.

Bugün, bir salgınla mücadele ettiğimiz çılgın zamanların içindeyiz. Bütün yaşam standartlarının en aza indirgendiği, pek çok alışılmışın uzak bir ihtimâl olduğu, en olağan hareketlerin ve günlük gerekliliklerin bile yeni tanıştığımız kalıplarda ancak var edilebildiği bu fevkalâde zorlayıcı süreç, millî olmanın bir ibadet kadar değer kazandığını haykırıyor.

Güç odaklarının birbirleri üzerinde her zamankinden daha ateşli projeleri var. Vaziyet, sadece bir virüse bulaşmamak kadar da basit değil! “Basit” diyorum, çünkü mücadele alanımız hem sağlık, hem de vatanî varlık… Bunu sağlayabilmenin tek yolu, uçlarda aykırılık gösteren düşman zihniyetli kesimler hâriç, her ideoloji ve fikirde, her boy ve genişlikte, her duygu ve temâyülde insanın birlik olmasıdır. Bugün, siyâsî umdelerin sesini kısmak, tek bir terazide her olguyu dikkatle incelemek gerekiyor.

Vatanın devamlılığı ve millî yükselişin gerekliliği olan her bir siyâsî, kurumsal ve bireysel hareketlenmenin destekleyicisi olmak, kendi egomuzu besleyen ideallerden çok daha önem taşıyor.

“Biz” olmak zamanı!

Hiç görülmemiştir, vatanı ve millî varlığını düşmana satıp da kendi varlığını ebedî kılan! Bu asla olmamıştır. Düşen her bir değerin altında, o değeri korumaya çalışanlarla beraber, o değeri ayaklar altına almaya çalışanlar birlikte kalır. Bu enkaz, tüm fikirleri ve prensipleri kaplar.

Düşman, bir toprağı gasp ederken, kendine karşı koyanlar ile yollarını açanları birlikte gömer. Hiç duyulmamıştır, kaybedilen bir vatan toprağının içinde ideal ve görüşlerin ayrıştığı…

Vatan, millet ve bunların hürriyeti; tüm zıt kutuplarıyla, tüm ayrı fikirleriyle birlikte kazanır ve yine hep birlikte kaybeder.

Siyâsî odaklar; daha güçlü hizmet kanalları ve daha akılcı ve insanî fikirlerle ve ancak sandıkta varlıklarını ispat eder ya da ancak sandıkta bertaraf edilirler.

Ülkenin para birimine, ülkenin sağlık sektörüne, ülkenin ekonomisine, ülkenin tarım ve ticaret varlığına, ülkenin millî üretim gücüne sekte vuracak her bir dış müdahale, içerideki destekçilerini de tarihe gömer.

Öyleyse konu salgınsa, konu memleketse, konu millî üretimse, konu vatan toprağıysa, konu yerel ekonomiyse, konu vatansa, sen ya da ben olamayız! Bu sen ve ben olayı, hayatın her yerinde insanı yayan bırakır. Fakat böyle toplumsal durumlarda, nesillerimizi de düşmana teslim eder. İyisi mi şimdi, ne kadar iyi hamle varsa, birlikte sahip çıkmalı, biz olmalıyız!

Bir ülke nasıl ki düşmana tüm zıt kutuplarıyla birlikte yeniliyorsa, tüm zaferler ve başarılar da hepsini kapsamına alır. Türk parası değer kazandığında kimse bunun dışında kalmaz, salgınla doğru bir mücadelede hiçbir görüş bundan ayrı tutulamaz. Öyleyse birlik ve beraberlikte, Allah’ın kulu olmak zamanıdır!