Millî kültür ve evrensellik

Emprestyonist resmin temsilcilerinden olan V. Gogh’un bir tablosu, Levni’nin minyatürleri ile ayrı dünyaların mahsulü olduğu için benzemez. Leonardo da Vinci’nin katedralleri süsleyen resimleri, Karahisarî’nin Süleymaniye’yi tezyin eden hattıyla aynı değildir. Yunan’ın tiyatrosu vardır, bizimse ortaoyunumuz. Senfoni ile ilâhi birbirinden farklı şeylerdir. Neden?

KÜLTÜR ve sanat nedir? Sanat nasıl evrensel olur? Hemen hemen her evde birkaç tane bulunan ve “Klasikler” diye nitelendirilen eserlerin konusu ne? Birçoğumuzun hayran olduğu çağdaş yazarlar eserlerinde nelerden bahsediyorlar acaba? Çağdaş yazar olmanın ya da dünyaca ünlü yazar sayılmanın şartları neler? Bizim dünya çapında klasiklerimiz var mı? Yazarlarımıza düşen sorumluluklar neler? Yazı yazarken, şiir söylerken, resim yaparken, şarkı bestelerken, hattâ heykel yontarken hangi duygular içinde olmalıyız? Çağımızda bizi bekleyen büyük görev ne? Bu ağır yükü sırlanmaya hazır mıyız?

Kültür ve sanat

İnsanoğlunun ortaya koyduğu her eser, her ürün ve gösterdiği her çaba, “kültür” kavramının içinde değerlendirilmiştir. Böylece bugüne kadar kültürün yüzlerce tanımı yapılmıştır. Konumuza girizgâh teşkil etmesi açısından rahmetli Mümtaz Turhan’ı ve onun özellikle “Kültür Değişimleri”[i] kitabını zikretmekte fayda var.

Mümtaz Turhan, 1718-1923 yılları arasındaki değişimleri incelemiş ve kültür değişimlerinin hem evrensel boyutu, hem de Türkiye’nin 250 yıllık Batılılaşma hedefi -daha doğrusu macerası- açısından önem arz ettiğine dikkat çekmiştir. Kitap, içerdiği düşüncelerle hâlâ taptazedir ve günümüze ışık tutmaktadır. Hocanın ifadesiyle, serbest kültür değişimleri bir bakıma doğaldır, herhangi bir baskı olmaksızın kendiliğinden gerçekleşir, ancak mecburî kültür değişimleri zorla ve baskı altında yapıldığından, toplumun yapısına çoğu zaman uymaz.

İşe kültürün tanımıyla başlayacak olursak, bütün tarifleri ifade eden iki özeti zikretmek isterim. “Kültür, bir topluluğun bütün fertlerinin sahip olduğu olayları ve meseleleri karşılayan duyuş, düşünüş şekillerinin bütünüdür. Kültür kendini tanımaktır, şuurlanmaktır. Hayat üslûbudur. Kültür, milletin ruhunda yaşayan bilgiler, inançlar ve telâkkilerdir”[ii].

Kültür, “İnsan topluluklarını topluluk hâline getiren, başka topluluklardan ayıran, onları bir kitle, bir yığın hâline düşmekten koruyan mukaddes inançlar, ölçüler, prensipler, değerler, riayet edilen kurallar, hareket tarzları gibi değerlerin bütünüdür”[iii].

Sanat için ise, “Bir şeyin ustalıkla yapılabilme melekesidir. Bir duygunun, hayâlin ve güzelliğin ifade edilmesi maksadıyla başvurulan usûllerin tamamıdır”[iv] denilmiştir.

Cemil Meriç, “Bütün sanat ve fikir eserlerinin ilham kaynağı dünya görüşleridir” derken haklıdır. Onun için, “Sanat, ideolojinin estetik hüviyet kazanmasıdır” diye de tarif edilmiştir.

Kendini ispat emiş büyük yazarları ve kitaplarını incelediğimiz zaman gördüğümüz şudur: Büyük sanat eserleri, onları meydana getiren dünya görüşlerinin açık ya da gizli yansımasından ibarettir.

Emprestyonist resmin temsilcilerinden olan V. Gogh’un bir tablosu, Levni’nin minyatürleri ile ayrı dünyaların mahsulü olduğu için benzemez. Leonardo da Vinci’nin katedralleri süsleyen resimleri, Karahisarî’nin Süleymaniye’yi tezyin eden hattıyla aynı değildir. Yunan’ın tiyatrosu vardır, bizimse ortaoyunumuz. Senfoni ile ilâhi birbirinden farklı şeylerdir. Neden? Çünkü her biri farklı bir dünya görüşünü temsil eder. Sözün burasında, Frederic Chopin’in Cenaze Marşı’nın yerine Itrî’nin Tekbir’inin okunmasının çok yerinde bir karar olduğunu ve acılı yürekleri teskin ettiğini belirtmemiz gerekiyor.

Görülüyor ki, her eser belli bir kültürün bakış açısını yansıtır. Toprağımızda yetiştirmeye çalıştığımız mahsulümüzün arasına karışan her bitki nasıl ki o arazi için yabancı sayılır ve kendi ürünümüzü korumak için yabancı bitkiyi tarlamızdan yolup atarsak, kendi kültürümüzü korumanın yolu da bizim olan kültür coğrafyamızda yabancı kültürlerin üstünlüğüne izin vermemekten geçer. Farklı kültürleri tanımakla, o kültürü kendi öz değerlerimizden üstün görmek aynı şey değildir. Hele yerli ve millî kültürümüzü terk ederek yabancı kültürlere teslim olmak gafleti ise, ancak felâketle ifade edilebilir.

Çağdaş yazarlar kitaplarında neler anlatıyor?

Son yıllarda Simyacı[v] kitabının adını Türkiye’de neredeyse duymayan kalmamıştır. Ellerden düşmeyen bu kitabı okuyunca nelerle karşılaştık dersiniz? Kitabın yazarı Paula Coelho, Rio de Jeneiro’da doğmuş. Kendi ifadesiyle, gençliğinde “tam bir hippi” imiş. 1986 yılında hac yolculuğunu tamamlayıp iyi bir Hıristiyan olduktan sonra “en güzel eserlerini” yazmış.

Kitap, İncil’in Luka X:10-38 bölümünden alıntıyla başlıyor ve Endülüslü bir çobanın Mısır Piramitlerine gidişini anlatıyor. Kitapta yer yer Tevrat’tan da bahsediliyor.

Yazarın yine meşhur diğer bir kitabı ise, “Piedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum ve Ağladım”[vi]. Bu kitap bir aşk hikâyesi ama hemen hemen her sayfada Îsâ’dan, kiliseden ve papazdan bahsediyor. Zaten kitap bir İspanyol misyoneri ile üç Aztek rahibinin kerametleriyle (!) başlıyor ve “Meryem Ana Bayramı”, “İncil’in son babı”, “Kilisenin yüksek onurlu kişileri”, “Küçük bir haç bulunan sütun”, “Dinsel yaşam hakkında bilgiler sunan papaz”[vii] örnekleriyle Hıristiyanlık hakkında bilgiler veriyor.

İki sevgili buluştuğu zaman ne konuşurlar dersiniz? İşte romandaki kahramanların konuşması: “137’nci Mezmuru hatırlıyor musun? ‘Eğer seni unutursam ey Yeruşalim, sağ elim hünerini unutsun. Eğer Yeruşalim’i baş sevincimden üstün tutmazsam, dilim damağıma yapışsın.’”[viii]

Bir aşk hikâyesinde bile bu mesajlar veriliyor, işte böyle!

Victor Hugo’nun Sefiller’i

Tartışmasız bir başyapıt olan Sefiller[ix] romanı, kilisenin gümüş şamdanlarını çalan hırsıza papazın yaptığı iyilikleri anlatıyor.

1830’ların Fransa’sı… Başkahramanımız Jean Valjean… Yoksul bir köylü olan Jean, ailesini doyurmak amacıyla somun ekmek çaldığı için kürek cezasına çarptırılır. Her firar teşebbüsünde cezası katlanır ve on sekiz yıla çıkar. Nihayet 1815’te serbest bırakılır. Bir kasabaya gelir. Kasabanın iyiliksever piskoposu Myriel onu evine alır, ancak Jean Valjean, onun da yemek takımlarını ve gümüş şamdanlarını çalar. Polisler Jean’ı yakalar, ancak papaz, “O çalmadı, ben verdim” diyerek onu kurtarır. Piskopostan gördüğü iyilikle Jean’ın yüreği aydınlanır ve iyi bir insan olur.

“Piskopos Mösyö Myriel dağ köylerini ziyaret eder. Köydeki papaz, Mösyö Myriel’e, ‘Size uygun, şanınıza lâyık ne bir cübbemiz var, ne de kürsümüz’ deyince, Piskopos Myriel, ‘Hiç üzülmeyin. En iyi kürsü, Tanrı’ya dua eden fakirin yüreğidir. Yamalı, temiz bir hırka, fakirin hissesinden kesilerek alınmış cübbeden daha değerlidir’ cevabını verir.”

Elbette Sefiller romanından çıkarılacak pek çok ders var. Bizim dikkat çekmek istediğimiz, böyle ünlü bir romanda Hıristiyanlığın anlatılıyor olması. Şaşılacak bir durum yok aslında. Kendi içinde tutarlı! Öyleyse neden bahsediyoruz bu olaylardan? Bu sorunun cevabını da yazımızın sonunda verelim.

Yeri gelmişken, rahmetli Erol Güngör’ün bir tespitini hatırlamakta fayda var: “Hıristiyan dünyasında yazılan eserlerin başlıca referansı kutsal kitaptır… Dine ve özellikle Hıristiyanlığa en çok düşman olan Batılı filozof ve düşünürlerin bile Hıristiyan düşüncesinin ana temasından bütünüyle kurtulamadıkları görülür. Hıristiyan olmayan ülkelerde okuyucuların büyük çoğunluğu Tolstoy’un, Dostoyevski’nin romanlarını büyük bir zevkle okurken, çok defa bu romanların birer Hıristiyan romanı olduğunu bilmezler. Bu romanlar hayat-ölüm, ruh-beden, günah-kurtuluş, suç-ceza gibi Hıristiyanlığın ana temaları üzerinde dönüp dolaşır…”[x]

Pastoral Senfoni

Andre Gide, “Töretanımaz” isimli eserinde manastır hayatının insanın yaratılışına uygun olmadığını, evliliği yasaklamakla eşcinselliğin gizliden gizliye yayılmasına sebep olunduğunu anlatınca Kilise tarafından “dinsiz” olmakla suçlanmış. Kilise tarafından dinsizlikle suçlanmasına rağmen “Pasroral Senfoni”[xi] kitabında Hıristiyanlığın Îsâ’nın (as) sözlerinden çok St. Paul’un yorumlarından kaynaklandığını ve yozlaştırıldığını söylüyor. Bütün bunlara rağmen bir konser dinletisinden sonra papaza yorumlar yaptırıyor[xii] ve açıklamalarına yer veriyor.

“Dinsiz” dedikleri böyle övgüler düzerken, acaba “dindar” olanları neler anlatıyor, varın, siz hesap edin!

İtalya hikâyeleri

“Castro Baş Rahibesi”[xiii], Stendhal’in yayımladığı öykülerin sonuncusu ve en ünlüsüdür. Kitapta ilginç bölümler var. Meselâ bir insan, sevgilisinden gelen mektubu nerede okur? İşte cevabı: “Elena, büyük merdivenin başındaki Meryem tasviri önünde yanan lâmbaların ışığında, sevgilisi Guilio’nun mektubunu okumaya başladı.”[xiv]

Peki, mektubu okuduktan sonra nereye saklıyor acaba? “Elena, annesine yakalanmak korkusuyla, ‘Mahvoldum!’ dedi. Mektuplar, pencerenin yanında, haçın ayağının altında duruyor… Ben annemle birlikte kiliseye gidiyorum.”[xv]

“Papa On Üçüncü George, çok iyi kalpli bir insandı. Suçluları affederdi.”[xvi]

“O tarihlerde Castro’da piskopos olarak, Papalık sarayının en yakışıklı adamı olan, Milano kenti soylularından monsenyör Francesco Cittadani bulunuyordu.”[xvii]

“İtalya hikâyelerinde durum bu, Fransa’da durum ne?” diyecek olursanız, onu da “Pazartesi Öyküleri”nden öğrenelim…

Daudet’in öyküleri

Alphonse Daudet’in “Pazartesi Öyküleri”[xviii] okunduğunda, karşılaştığımız manzara yine aynı. Kitaptan bazı cümleleri birlikte okuyalım isterseniz…

“Dilbilgisi kitabım, peygamberler tarihim, şimdi ayılırsam pek üzüleceğim birer eski dosttu.”[xix]

“Savaş günlerinde, bayrağın meşin koruyucusu içinde sımsıkı duran sopasına iki elle yapıştığı zaman Hornus’tan daha mutlu insan görmemişsinizdir. O artık konuşmaz, rahip gibi ciddî şekilde dururdu. Onun bu hâlini gören, kutsal bir şey olduğunu anlardı.”[xx]

Yazar yaşadığı köyü şöyle anlatıyor bize: “Alsace köyünün Pazar sabahları, dua saatlerindeki durumunu anımsadıkça içim açılır. Issız sokaklar, kapılarında güneşlenen birkaç yaşlıyı saymazsak, bomboş evler; kilise ise tıklım tıklım dolu olurdu.”[xxi]

Görüldüğü gibi Batılı yazarlar, eserlerinde ne anlatırlarsa anlatsınlar, dönüp dolaşıp sözü Hristiyanlığa getiriyorlar. Hem de tam okuyucunun kendini kitaba kaptırdığı anda, karşısına ya kilise çıkıyor ya da papaz.

Kanayan bir yara

Başkaları yazdıkları edebî eserlerde kendi dininden, kilisesinden, papazından bahsediyor; üstelik “çağdaş yazar” diye beğenilerek okunuyor. Türk yazarlar Kur’ân’dan, camiden, imamdan ve millî kültürümüzün zenginliklerinden bahsedince neden yadırganıyorlar? Üstelik yakın zamana kadar İslâm ile ilgili bir konuya değinilecekse, bu, genellikle küçük görme ve alaya alma şeklinde olurdu. Az da olsa bu tutum değişmeye başladı. Böylesi bir komplekse ne gerek var?

Şunu da açık yüreklilikle belirtelim ki, herhangi bir inanç, bir eserin konusu yapılıyorsa, orada bir estetik aranmalıdır. Sözgelimi Müslüman bir yazar, eserinde İslâm’a yer verecekse çok hassas davranmalı, estetik kurallara uymasını bilmelidir. Zira vaaz etmek ayrı, yazı yazmak ayrı sanattır. Herkes işini en iyi şekilde yapmalıdır. Türkiye’de aydınlarımızın, yazarlarımızın, sanatçılarımızın çoğu, en azından küçümsenemeyecek bir kısmı, dehşet verici bir bilgisizlik ve gafletleri sebebiyle çoğu zaman yalan yanlış değerlendirmeler yapmaktadırlar. Kitaplarda İslâm’a ait bir bilgi vermemek için yoğun çaba sarf edilmekte, bahsedilecek olursa da dine ve din adamına hakaret şeklinde olmaktadır.

Türk aydınının görevi

İslâm kültür ve medeniyetine mensup olan, millî kültür sevdâlısı her yazar ve sanatçı, insanoğlunun karşılaştığı problemi çok iyi tespit etmeli ve cevabını millî kültürümüz üzerinden vermelidir.

Çağımız sinemada, tiyatroda, resimde, şiirde, romanda, hikâyede ve sanatın bütün alanlarında millî kültür özlemiyle yanıp kavrulmuyor mu? Çağımız neyin sancısını çekiyor acaba? Millî sanatçının bir görevi de yaşadığı çağın vicdanı olmak değil midir?

Evrenselliğin yolu millîlikten geçmiyor mu? Millî sanata olan özlem her zamankinden daha fazla değil mi? Yûnus’a, Mevlâna’ya, Nasreddin Hoca’ya insanlar akın akın neden koşuyor dersiniz?

Türkiye’de sanatçılara düşen en büyük görev, millî kültümüze sahip çıkmak değil midir? Kendi bahçemizde diktiğimiz fideler nasıl yeşerecek? Samyeli esip de güllerimizi kurutmasın! Hayat pınarlarımız çağlayıp aksın! Sıradağlar yıkılmasın! Yüreğimiz mazlumların derdiyle yansın! Pas tutmuş vicdanlar uyansın! Gözlerimiz haktan gayrısına bakmasın! Kalemlerimiz hakikat arazisinden başka menzile akmasın! Ayaklarımız yalpalayıp istikametten çıkmasın! Aman ha, gönüllerimiz bu sevdâdan bıkmasın!

Yeniçağ, millî kültürün çınar gibi dünyaya dal budak saldığı mutlu bir çağ olsun!

 




[i] Mümtaz Turhan. Kültür Değişimleri. 1000 Temel Eser Serisi, MEB yy. İstanbul, 1969 (Kitabın farklı yayınevleri

  Tarafından yakın zamanda yeni baskıları da yapılmıştır.)

[ii] Cemil Meriç. Sosyoloji Notları. İletişim yy. İstanbul, 1983, s.302-305

[iii] Aykut Edibali. Kültür ve Medeniyet Üzerine Çalışmalar. Gerçek Dergisi. S:3. İstanbul, 1973.

[iv] Mehmet Doğan. Büyük Türkçe Sözlük. Beyan yy. İstanbul, 1986,s.962

[v] Paula Coelho. Simyacı. Can yy. İstanbul, 1997.

[vi] Paula Coelho. Piedra ırmağının Kıyısında Oturdum ve Ağladım. Can yy. İstanbul, 1997

[vii] A.g.e. s.143-150

[viii] A.g.e. s.211

[ix] Victor Hugo. Sefiller. Timaş yy. İstanbul, 1999.

[x] Erol Güngör. İslam’ın Bugünkü Meseleleri. Ötüken Yy. İstanbul, 1997 (1.Basım) s.96-106

[xi] Andre Gide. Pastoral Senfoni. Timaş yy. İstanbul, 1997

[xii] Pastoral Senfoni. s.32-38

[xiii] Stendhal. İtalya Hikâyeleri II. Cumhuriyet yy. İstanbul, 1998

[xiv] A.g.e. s.33

[xv] A.g.e. s.40

[xvi] A.g.e. s.115

[xvii] A.g.e. s.122

[xviii] Alphonse Daudet. Pazartesi Öyküleri. Cumhuriyet yy. İstanbul, 1998

[xix] A.g.e. s.15

[xx] A.g.e. s.110

[xxi] A.g.e. s.125