KÜLTÜR ve sanat nedir?
Sanat nasıl evrensel olur? Hemen hemen her evde birkaç tane bulunan ve
“Klasikler” diye nitelendirilen eserlerin konusu ne? Birçoğumuzun hayran olduğu
çağdaş yazarlar eserlerinde nelerden bahsediyorlar acaba? Çağdaş yazar olmanın
ya da dünyaca ünlü yazar sayılmanın şartları neler? Bizim dünya çapında
klasiklerimiz var mı? Yazarlarımıza düşen sorumluluklar neler? Yazı yazarken,
şiir söylerken, resim yaparken, şarkı bestelerken, hattâ heykel yontarken hangi
duygular içinde olmalıyız? Çağımızda bizi bekleyen büyük görev ne? Bu ağır yükü
sırlanmaya hazır mıyız?
Kültür
ve sanat
İnsanoğlunun
ortaya koyduğu her eser, her ürün ve gösterdiği her çaba, “kültür” kavramının
içinde değerlendirilmiştir. Böylece bugüne kadar kültürün yüzlerce tanımı
yapılmıştır. Konumuza girizgâh teşkil etmesi açısından rahmetli Mümtaz Turhan’ı
ve onun özellikle “Kültür Değişimleri”[i] kitabını zikretmekte fayda
var.
Mümtaz
Turhan, 1718-1923 yılları arasındaki değişimleri incelemiş ve kültür
değişimlerinin hem evrensel boyutu, hem de Türkiye’nin 250 yıllık Batılılaşma
hedefi -daha doğrusu macerası- açısından önem arz ettiğine dikkat çekmiştir.
Kitap, içerdiği düşüncelerle hâlâ taptazedir ve günümüze ışık tutmaktadır.
Hocanın ifadesiyle, serbest kültür değişimleri bir bakıma doğaldır, herhangi
bir baskı olmaksızın kendiliğinden gerçekleşir, ancak mecburî kültür
değişimleri zorla ve baskı altında yapıldığından, toplumun yapısına çoğu zaman
uymaz.
İşe
kültürün tanımıyla başlayacak olursak, bütün tarifleri ifade eden iki özeti
zikretmek isterim. “Kültür, bir topluluğun bütün fertlerinin sahip olduğu
olayları ve meseleleri karşılayan duyuş, düşünüş şekillerinin bütünüdür. Kültür
kendini tanımaktır, şuurlanmaktır. Hayat üslûbudur. Kültür, milletin ruhunda
yaşayan bilgiler, inançlar ve telâkkilerdir”[ii].
Kültür,
“İnsan topluluklarını topluluk hâline getiren, başka topluluklardan ayıran,
onları bir kitle, bir yığın hâline düşmekten koruyan mukaddes inançlar,
ölçüler, prensipler, değerler, riayet edilen kurallar, hareket tarzları gibi
değerlerin bütünüdür”[iii].
Sanat
için ise, “Bir şeyin ustalıkla yapılabilme melekesidir. Bir duygunun, hayâlin
ve güzelliğin ifade edilmesi maksadıyla başvurulan usûllerin tamamıdır”[iv] denilmiştir.
Cemil
Meriç, “Bütün sanat ve fikir eserlerinin ilham kaynağı dünya görüşleridir” derken
haklıdır. Onun için, “Sanat, ideolojinin estetik hüviyet kazanmasıdır” diye de
tarif edilmiştir.
Kendini
ispat emiş büyük yazarları ve kitaplarını incelediğimiz zaman gördüğümüz şudur:
Büyük sanat eserleri, onları meydana getiren dünya görüşlerinin açık ya da
gizli yansımasından ibarettir.
Emprestyonist
resmin temsilcilerinden olan V. Gogh’un bir tablosu, Levni’nin minyatürleri ile
ayrı dünyaların mahsulü olduğu için benzemez. Leonardo da Vinci’nin
katedralleri süsleyen resimleri, Karahisarî’nin Süleymaniye’yi tezyin eden
hattıyla aynı değildir. Yunan’ın tiyatrosu vardır, bizimse ortaoyunumuz. Senfoni
ile ilâhi birbirinden farklı şeylerdir. Neden? Çünkü her biri farklı bir dünya
görüşünü temsil eder. Sözün burasında, Frederic Chopin’in Cenaze Marşı’nın
yerine Itrî’nin Tekbir’inin okunmasının çok yerinde bir karar olduğunu ve acılı
yürekleri teskin ettiğini belirtmemiz gerekiyor.
Görülüyor
ki, her eser belli bir kültürün bakış açısını yansıtır. Toprağımızda
yetiştirmeye çalıştığımız mahsulümüzün arasına karışan her bitki nasıl ki o
arazi için yabancı sayılır ve kendi ürünümüzü korumak için yabancı bitkiyi
tarlamızdan yolup atarsak, kendi kültürümüzü korumanın yolu da bizim olan
kültür coğrafyamızda yabancı kültürlerin üstünlüğüne izin vermemekten geçer.
Farklı kültürleri tanımakla, o kültürü kendi öz değerlerimizden üstün görmek
aynı şey değildir. Hele yerli ve millî kültürümüzü terk ederek yabancı
kültürlere teslim olmak gafleti ise, ancak felâketle ifade edilebilir.
Çağdaş
yazarlar kitaplarında neler anlatıyor?
Son
yıllarda Simyacı[v]
kitabının adını Türkiye’de neredeyse duymayan kalmamıştır. Ellerden düşmeyen bu
kitabı okuyunca nelerle karşılaştık dersiniz? Kitabın yazarı Paula Coelho, Rio
de Jeneiro’da doğmuş. Kendi ifadesiyle, gençliğinde “tam bir hippi” imiş. 1986
yılında hac yolculuğunu tamamlayıp iyi bir Hıristiyan olduktan sonra “en güzel
eserlerini” yazmış.
Kitap,
İncil’in Luka X:10-38 bölümünden alıntıyla başlıyor ve Endülüslü bir çobanın
Mısır Piramitlerine gidişini anlatıyor. Kitapta yer yer Tevrat’tan da
bahsediliyor.
Yazarın
yine meşhur diğer bir kitabı ise, “Piedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum ve
Ağladım”[vi]. Bu kitap bir aşk hikâyesi
ama hemen hemen her sayfada Îsâ’dan, kiliseden ve papazdan bahsediyor. Zaten
kitap bir İspanyol misyoneri ile üç Aztek rahibinin kerametleriyle (!) başlıyor
ve “Meryem Ana Bayramı”, “İncil’in son babı”, “Kilisenin yüksek onurlu
kişileri”, “Küçük bir haç bulunan sütun”, “Dinsel yaşam hakkında bilgiler sunan
papaz”[vii] örnekleriyle Hıristiyanlık
hakkında bilgiler veriyor.
İki
sevgili buluştuğu zaman ne konuşurlar dersiniz? İşte romandaki kahramanların
konuşması: “137’nci Mezmuru hatırlıyor musun? ‘Eğer seni unutursam ey
Yeruşalim, sağ elim hünerini unutsun. Eğer Yeruşalim’i baş sevincimden üstün
tutmazsam, dilim damağıma yapışsın.’”[viii]
Bir
aşk hikâyesinde bile bu mesajlar veriliyor, işte böyle!
Victor
Hugo’nun Sefiller’i
Tartışmasız
bir başyapıt olan Sefiller[ix] romanı, kilisenin gümüş
şamdanlarını çalan hırsıza papazın yaptığı iyilikleri anlatıyor.
1830’ların
Fransa’sı… Başkahramanımız Jean Valjean… Yoksul bir köylü olan Jean, ailesini
doyurmak amacıyla somun ekmek çaldığı için kürek cezasına çarptırılır. Her
firar teşebbüsünde cezası katlanır ve on sekiz yıla çıkar. Nihayet 1815’te
serbest bırakılır. Bir kasabaya gelir. Kasabanın iyiliksever piskoposu Myriel
onu evine alır, ancak Jean Valjean, onun da yemek takımlarını ve gümüş
şamdanlarını çalar. Polisler Jean’ı yakalar, ancak papaz, “O çalmadı, ben
verdim” diyerek onu kurtarır. Piskopostan gördüğü iyilikle Jean’ın yüreği
aydınlanır ve iyi bir insan olur.
“Piskopos
Mösyö Myriel dağ köylerini ziyaret eder. Köydeki papaz, Mösyö Myriel’e, ‘Size
uygun, şanınıza lâyık ne bir cübbemiz var, ne de kürsümüz’ deyince, Piskopos
Myriel, ‘Hiç üzülmeyin. En iyi kürsü, Tanrı’ya dua eden fakirin yüreğidir.
Yamalı, temiz bir hırka, fakirin hissesinden kesilerek alınmış cübbeden daha
değerlidir’ cevabını verir.”
Elbette
Sefiller romanından çıkarılacak pek çok ders var. Bizim dikkat çekmek
istediğimiz, böyle ünlü bir romanda Hıristiyanlığın anlatılıyor olması.
Şaşılacak bir durum yok aslında. Kendi içinde tutarlı! Öyleyse neden
bahsediyoruz bu olaylardan? Bu sorunun cevabını da yazımızın sonunda verelim.
Yeri
gelmişken, rahmetli Erol Güngör’ün bir tespitini hatırlamakta fayda var: “Hıristiyan
dünyasında yazılan eserlerin başlıca referansı kutsal kitaptır… Dine ve
özellikle Hıristiyanlığa en çok düşman olan Batılı filozof ve düşünürlerin bile
Hıristiyan düşüncesinin ana temasından bütünüyle kurtulamadıkları görülür.
Hıristiyan olmayan ülkelerde okuyucuların büyük çoğunluğu Tolstoy’un,
Dostoyevski’nin romanlarını büyük bir zevkle okurken, çok defa bu romanların
birer Hıristiyan romanı olduğunu bilmezler. Bu romanlar hayat-ölüm, ruh-beden,
günah-kurtuluş, suç-ceza gibi Hıristiyanlığın ana temaları üzerinde dönüp
dolaşır…”[x]
Pastoral
Senfoni
Andre
Gide, “Töretanımaz” isimli eserinde manastır hayatının insanın yaratılışına
uygun olmadığını, evliliği yasaklamakla eşcinselliğin gizliden gizliye yayılmasına
sebep olunduğunu anlatınca Kilise tarafından “dinsiz” olmakla suçlanmış. Kilise
tarafından dinsizlikle suçlanmasına rağmen “Pasroral Senfoni”[xi] kitabında Hıristiyanlığın
Îsâ’nın (as) sözlerinden çok St. Paul’un yorumlarından kaynaklandığını ve
yozlaştırıldığını söylüyor. Bütün bunlara rağmen bir konser dinletisinden sonra
papaza yorumlar yaptırıyor[xii] ve açıklamalarına yer
veriyor.
“Dinsiz”
dedikleri böyle övgüler düzerken, acaba “dindar” olanları neler anlatıyor, varın,
siz hesap edin!
İtalya
hikâyeleri
“Castro
Baş Rahibesi”[xiii],
Stendhal’in yayımladığı öykülerin sonuncusu ve en ünlüsüdür. Kitapta ilginç
bölümler var. Meselâ bir insan, sevgilisinden gelen mektubu nerede okur? İşte
cevabı: “Elena, büyük merdivenin başındaki Meryem tasviri önünde yanan lâmbaların
ışığında, sevgilisi Guilio’nun mektubunu okumaya başladı.”[xiv]
Peki,
mektubu okuduktan sonra nereye saklıyor acaba? “Elena, annesine yakalanmak
korkusuyla, ‘Mahvoldum!’ dedi. Mektuplar, pencerenin yanında, haçın ayağının
altında duruyor… Ben annemle birlikte kiliseye gidiyorum.”[xv]
“Papa
On Üçüncü George, çok iyi kalpli bir insandı. Suçluları affederdi.”[xvi]
“O
tarihlerde Castro’da piskopos olarak, Papalık sarayının en yakışıklı adamı
olan, Milano kenti soylularından monsenyör Francesco Cittadani bulunuyordu.”[xvii]
“İtalya
hikâyelerinde durum bu, Fransa’da durum ne?” diyecek olursanız, onu da “Pazartesi
Öyküleri”nden öğrenelim…
Daudet’in
öyküleri
Alphonse
Daudet’in “Pazartesi Öyküleri”[xviii] okunduğunda,
karşılaştığımız manzara yine aynı. Kitaptan bazı cümleleri birlikte okuyalım
isterseniz…
“Dilbilgisi
kitabım, peygamberler tarihim, şimdi ayılırsam pek üzüleceğim birer eski
dosttu.”[xix]
“Savaş
günlerinde, bayrağın meşin koruyucusu içinde sımsıkı duran sopasına iki elle
yapıştığı zaman Hornus’tan daha mutlu insan görmemişsinizdir. O artık konuşmaz,
rahip gibi ciddî şekilde dururdu. Onun bu hâlini gören, kutsal bir şey olduğunu
anlardı.”[xx]
Yazar
yaşadığı köyü şöyle anlatıyor bize: “Alsace köyünün Pazar sabahları, dua
saatlerindeki durumunu anımsadıkça içim açılır. Issız sokaklar, kapılarında
güneşlenen birkaç yaşlıyı saymazsak, bomboş evler; kilise ise tıklım tıklım
dolu olurdu.”[xxi]
Görüldüğü
gibi Batılı yazarlar, eserlerinde ne anlatırlarsa anlatsınlar, dönüp dolaşıp
sözü Hristiyanlığa getiriyorlar. Hem de tam okuyucunun kendini kitaba
kaptırdığı anda, karşısına ya kilise çıkıyor ya da papaz.
Kanayan
bir yara
Başkaları
yazdıkları edebî eserlerde kendi dininden, kilisesinden, papazından bahsediyor;
üstelik “çağdaş yazar” diye beğenilerek okunuyor. Türk yazarlar Kur’ân’dan,
camiden, imamdan ve millî kültürümüzün zenginliklerinden bahsedince neden
yadırganıyorlar? Üstelik yakın zamana kadar İslâm ile ilgili bir konuya
değinilecekse, bu, genellikle küçük görme ve alaya alma şeklinde olurdu. Az da
olsa bu tutum değişmeye başladı. Böylesi bir komplekse ne gerek var?
Şunu
da açık yüreklilikle belirtelim ki, herhangi bir inanç, bir eserin konusu
yapılıyorsa, orada bir estetik aranmalıdır. Sözgelimi Müslüman bir yazar,
eserinde İslâm’a yer verecekse çok hassas davranmalı, estetik kurallara
uymasını bilmelidir. Zira vaaz etmek ayrı, yazı yazmak ayrı sanattır. Herkes
işini en iyi şekilde yapmalıdır. Türkiye’de aydınlarımızın, yazarlarımızın,
sanatçılarımızın çoğu, en azından küçümsenemeyecek bir kısmı, dehşet verici bir
bilgisizlik ve gafletleri sebebiyle çoğu zaman yalan yanlış değerlendirmeler
yapmaktadırlar. Kitaplarda İslâm’a ait bir bilgi vermemek için yoğun çaba sarf
edilmekte, bahsedilecek olursa da dine ve din adamına hakaret şeklinde
olmaktadır.
Türk
aydınının görevi
İslâm
kültür ve medeniyetine mensup olan, millî kültür sevdâlısı her yazar ve
sanatçı, insanoğlunun karşılaştığı problemi çok iyi tespit etmeli ve cevabını millî
kültürümüz üzerinden vermelidir.
Çağımız
sinemada, tiyatroda, resimde, şiirde, romanda, hikâyede ve sanatın bütün
alanlarında millî kültür özlemiyle yanıp kavrulmuyor mu? Çağımız neyin
sancısını çekiyor acaba? Millî sanatçının bir görevi de yaşadığı çağın vicdanı
olmak değil midir?
Evrenselliğin
yolu millîlikten geçmiyor mu? Millî sanata olan özlem her zamankinden daha
fazla değil mi? Yûnus’a, Mevlâna’ya, Nasreddin Hoca’ya insanlar akın akın neden
koşuyor dersiniz?
Türkiye’de
sanatçılara düşen en büyük görev, millî kültümüze sahip çıkmak değil midir?
Kendi bahçemizde diktiğimiz fideler nasıl yeşerecek? Samyeli esip de
güllerimizi kurutmasın! Hayat pınarlarımız çağlayıp aksın! Sıradağlar
yıkılmasın! Yüreğimiz mazlumların derdiyle yansın! Pas tutmuş vicdanlar
uyansın! Gözlerimiz haktan gayrısına bakmasın! Kalemlerimiz hakikat arazisinden
başka menzile akmasın! Ayaklarımız yalpalayıp istikametten çıkmasın! Aman ha,
gönüllerimiz bu sevdâdan bıkmasın!
Yeniçağ,
millî kültürün çınar gibi dünyaya dal budak saldığı mutlu bir çağ olsun!
[i]
Mümtaz Turhan. Kültür Değişimleri. 1000 Temel Eser Serisi, MEB yy. İstanbul,
1969 (Kitabın farklı yayınevleri
Tarafından yakın zamanda yeni baskıları da
yapılmıştır.)
[ii]
Cemil Meriç. Sosyoloji Notları. İletişim yy. İstanbul, 1983, s.302-305
[iii]
Aykut Edibali. Kültür ve Medeniyet Üzerine Çalışmalar. Gerçek Dergisi. S:3.
İstanbul, 1973.
[iv]
Mehmet Doğan. Büyük Türkçe Sözlük. Beyan yy. İstanbul, 1986,s.962
[v]
Paula Coelho. Simyacı. Can yy. İstanbul, 1997.
[vi]
Paula Coelho. Piedra ırmağının Kıyısında Oturdum ve Ağladım. Can yy. İstanbul,
1997
[vii]
A.g.e. s.143-150
[viii]
A.g.e. s.211
[ix]
Victor Hugo. Sefiller. Timaş yy. İstanbul, 1999.
[x]
Erol Güngör. İslam’ın Bugünkü Meseleleri. Ötüken Yy. İstanbul, 1997 (1.Basım) s.96-106
[xi]
Andre Gide. Pastoral Senfoni. Timaş yy. İstanbul, 1997
[xii]
Pastoral Senfoni. s.32-38
[xiii]
Stendhal. İtalya Hikâyeleri II. Cumhuriyet yy. İstanbul, 1998
[xiv]
A.g.e. s.33
[xv]
A.g.e. s.40
[xvi]
A.g.e. s.115
[xvii]
A.g.e. s.122
[xviii]
Alphonse Daudet. Pazartesi Öyküleri. Cumhuriyet yy. İstanbul, 1998
[xix]
A.g.e. s.15
[xx]
A.g.e. s.110
[xxi]
A.g.e. s.125