ÖMÜR cetvelinde en az yarım asrı geride bırakanlar, “ezelî
rekabet, ebedî dostluk” sloganından da haberdardır. İşte biz, o sloganla
büyüyenlerin arasındaydık. “Ezelî rekabet” denilince, Fenerbahçe-Galatasaray
takımları arasında oynanan müsabakalar akla gelir ki dünya derbileri arasında
da yerini alır…
Yanılmıyorsam, 1982-1983 sezonuydu ve sıcak bir
Haziran günüydü. Rahmetli annemin emaneti olan pilli bir radyo etrafında,
mahalleden arkadaşlarla birlikte böyle bir maça kulak vermiştik.
Ali Sami Yen Stadyumu ayaktaydı ve sarı kırmızılı
takımın konuğu, sarı lacivertlilerdi. Yusuf Namoğlu’nun siyah formayla
yönettiği karşılaşmada ev sahibi takımın kalesini Haydar korurken, defansta
Cüneyt ve Raşit, ileride ise Yogoslavya’dan transfer edilen Bosna-Hersekli Tarık
Hodziç ve Seydiç vardı. Fenerbahçe’nin kadrosunda Nurettin, Cem, Alpaslan, Özcan,
Onur, Mehmet, Mustafa, Osman ve Selçuk Yula gibi futbolcular yer alıyordu.
Galatasaray, maçın son yarım saatine 4-1 önde
giriyordu. Spiker maçı öyle bir anlatıyordu ki kendimizi tribündekilerin arasındaymış
gibi hissediyor, atılan her golle havaya zıplıyorduk. Fenerbahçe, geriden
gelmiş ve Türk futbol tarihine geçen karşılaşmada 4-4’lük bir sonuca ulaşmıştı.
Ezelî rakipler, 7 yıl sonra bu kez Türkiye Kupası (Federasyon)
çeyrek final maçında karşılaştılar. Fenerbahçe Stadı’nda oynan ilk maçta, ev sahibi
takımın 2-0’lık üstünlüğünü koruyamadığı ve 2-2 sona eren karşılaşmanın rövanşı
için Fenerbahçe ve Galatasaray takımları Ali Sami Yen Stadı’nda
karşılaştıklarında, takvimler 3 Mayıs 1989 tarihini gösteriyordu.
Mustafa Denizli’nin yönettiği Galatasaray’ın kalesini Simoviç
korurken, Cüneyt, Semih, Erhan Önal, Yusuf, İsmail, Tugay, Mirsad, Uğur
Tütüneker, Tanju Çolak ve Cevat Prekazi takım kadrosunda yer alırken; Todor
Veselinoviç yönetimindeki Fenerbahçe’nin kadrosu da şöyleydi: Kalede Toni
Schumacher, Küçük Şenol, Hakan, Turhan, “İmparator” lakaplı Oğuz Çetin, Müjdat,
Nezihi, Taygun, Rıdvan, Aykut ve Hasan Vezir.
Maça etkili başlayan Galatasaray, Tanju Çolak’ın ilk
yarıda attığı 3 golle soyunma odasına zafer edasıyla gitmişti. İkinci yarı,
sahada bambaşka bir Fenerbahçe vardı ve devrenin hemen başında Aykut Kocaman’ın
attığı golle fark ikiye inmişti. Sahaya bu sefer, çalımları ve asistleriyle Hasan
Vezir’i besleyen Rıdvan Dilmen çıkmıştı. Fenerbahçe, Hasan Vezir’in art arda
attığı 3 golle, Türkiye Kupası’nda yarı final biletini cebine atıyordu. Bu maçı
canlı yayında, üstelik renkli ekranlarda izlemiştim.
Geri dönüş
Sadık Deda’nın yönettiği maçı ilginç kılan, sonucu
kadar, 7 golün tamamının aynı kaleye atılması, Galatasaray’ın 3 golüne imza
atan Tanju’nun daha sonra Fenerbahçe’ye transfer olması, Fenerbahçe’nin 3
golüne imza atan Hasan Vezir’in ise sezon sonunda Galatasaray’a kaçırılması
oldu.
Bu maçla ilgili ünlü spor yazarı İslam Çupi, “Herhâlde kazandığını düşünen bir takım,
kaybetmeyi düşünmeyen bir ekiple yarışırken ne onun kadar inançlı, ne onun
kadar yırtıcı, ne onun kadar hırslı olabilir” şeklinde yorumda bulunmuştu.
Aradan seneler geçti. 2002 Dünya Kupası
Şampiyonası’nda Türkiye’yi Dünya 3’üncülüğüne taşıyan maçları “renkli” ekranlar
vasıtasıyla izledik.
2012 yılında ilk ve sadece bir kez düzenlenen “Süper
Final”, Kadıköy Ülker Arena’da Fenerbahçe ile Galatasaray arasında oynanıyordu.
Bu sefer tribündeydim. Oradaki atmosferi kelimelere sığdırmak neredeyse
imkânsız! Her iki takım da 90 dakika sonunda mutlu sona ve Süper Lig şampiyonluğuna
ulaşmayı hayâl ediyordu…
Ev sahibi ekibin hem seyirci, hem de Kadıköy’de maç
kaybetmeme üstünlüğü var. Tribünlerde ise alabildiğine heyecan…
İlk düdükle birlikte geriye yaslanan ve kapanan Fatih
Terim komutasındaki Galatasaray’a beraberlik kâfi… Fenerbahçe ise mutlak surette
galip gelmek zorunda.
Takım ruhundan uzaklaşan 11 futbolcu, sahada bambaşka
bir oyun sergiliyor… Ayağına top gelen futbolcu, sorumluluktan kaçıyor. Baskı
yapılmadığı gibi, sarı kırmızılıların defansı top atışıyla dövülmüyor… Dakikalar
ilerledikçe, sergilenen vasat futbol tribünlerin heyecanını erozyon gibi alıp
götürmüştü. Yanımdaki taraftarlara, “Sabaha
kadar oynasak bu takımı yenemeyiz” dediğimi hâlen hatırlıyorum…
Maçı kaybetmemiş ama kupayı ezelî rakibimize
kaptırmıştık. Velhasıl, karanlık bir geceydi sarı kanaryalar için. Galatasaray
ise, galip gelmeden, Fenerbahçe’nin elinden kupayı alarak hüsrana uğratmıştı…
Futbol tam da buydu ve üç sonuçlu bir oyundu. Hakeza bizim
ata sporumuzdaki başarılarımıza alternatif arayanların mindere sürdüğü “Grekoromen”
daldaki başarısızlığımız da…
Yazıma birkaç hatıramı birleştirerek başladım. Sözü
nereye bağlayacağımı tahmin eden okuyucumuzlar olduğu gibi merak edenler de
olacaktır…
2002 yılında Şenol Güneş yönetiminde “Dünya Üçüncülüğü”
elde eden Türkiye Millî Futbol Talkımı, 2008 yılında Fatih Terim ile Avrupa Şampiyonası’nın
“yarı finalisti” oluyordu. Aradan geçen 19 yılın ardından, Şenol Güneş ile bu
sefer EURO 2020 Şampiyonası’na katılmayı başarmıştık…
Şampiyona öncesi beklentiler üst düzeydeydi. Son Dünya
Şampiyonu Fransa’yı mağlûp eden tek takımdık. “Bu sefer neden olmasın? Yunanistan’ın,
Portekiz’in başardığını biz neden başarmayalım?” demeye başlamıştık.
Her zamanki gibi motive edici reklâmlar yapıldı, şarkılar
bestelendi ve bayraklar dağıtıldı. Grup maçlarında takım yalnız bırakılmadı.
Brüksel sonrası Azerbaycan’a geçen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve beraberindekiler,
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ile birlikte Galler maçında Millîlere destek
vermek için tribündeki yerlerini aldılar.
2002 yılındaki başarıya, 2008 yılındaki geri dönüşlere
imza atan oyuncularının birçoğu, bilgi birikim ve deneyimleri ile maç
tahlilleri yapıyordu.
40 maçlık “yenilmezlik” serisine erişen İtalya ile
yaptığımız ve 3-0 kaybettiğimiz açılış maçının ardından, “çantada keklik”
gördüğümüz
Galler ve İsviçre maçlarından elde edeceğimiz
puanlarla gruptan rahatlıkla çıkacağımıza inanmıştık. Önce Galler, ardından
İsviçre tüm plânlarımızı ve bu plânlara bağlı hayâllerimizi yerle yeksan etti.
Şampiyonaya 3’te 3 yapma hedefi ile başladık, ancak üçte
“sıfır” çekerek evimize dönmek zorunda kaldık. Bu arada evine dönen tek takım
da biz değiliz.
Bizi üzen şu ki, geçmişte geri dönüş yapanlar da bizim
çocuklardı, bugün “sıfır” puanla eve dönenler de…
Başarı, uzun soluklu bir yolculuktur
Şenol Güneş turnuvanın en yaşlı teknik direktörü,
Millî Takımımız ise en genç oyuncu kadrosuna sahip olmasıyla dikkat çekti. Çok
istedik ama olmadı. Çünkü sadece istemekle yetindik, bunu başaracak inanca sahip
değildik. Rakipleri hafife aldık. Son 16’ya kalma yolunda alternatiflerin
varlığı bizi tembelliğe itti ve eve döndük…
Önümüzde, 2022 yılında düzenlenecek olan bir Dünya
Şampiyonası ile grup eleme maçlarında Hollanda’yı ve Norveç’i hezimete uğratan
genç bir takımımız var.
Ne olursa olsun, önümüzdeki şampiyonaya takımı o
hazırlamalı. Hakkıdır ve emeği var.
Bizim çocuklara da bir çift sözümüz var: Size ölmeyi
değil, kazanmayı emreden iç sesinize, azminize, inancınıza ve gücünüze, ama en
önemlisi de mazide şanlı bir hatıra olarak kalan geri dönüşlere kulak verin!