Millî eğitim ne kadar millî?

Millî-manevî değerler olmadan yüreklere merhamet aşılanamaz, merhameti olmayan eğitimse zekâyı besleyemez ve ruh ile kalbi eksik bırakır. Bu da çok bilen, zeki ama canavar ruhlu insan tipi üretir. O yüzden eğitim sistemimizdeki büyük sorunları millî-manevî değerleri aşılayarak izale edebiliriz. Bu eksik parçayı yerine koyunca, “Millî Eğitim” o zaman tam anlamı ile “millî” olur.

MİLLÎ eğitim, zihinleri ve ruhları inşâ edecek ve geleceği şekillendirecek ilim ve bilimin membaıdır.

Millî eğitim, müfredat senaryosu üzerinden bir aktör gibi konuları canlandırarak öğrenciye aksettiren öğretmenlerin, onları dinlemeye teşne öğrencilerin ve okul idaresi gibi sacayaklarının da olduğu büyük bir ailedir. Bu ailede senaryo (müfredat) kaliteli ise, onu ulaştıran aktör iyi anlatırsa ve öğrenci de öğrenmeye hevesli kılınırsa, başarı sağlanır.

Eğitimcinin en büyük ekipmanı müfredattır. “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adı verilen yeni müfredatın kritiğini yapmadan önce, millî eğitimdeki sorunlara bir göz atalım: Millî eğitim tam mânâsı ile millî mi? Neden “eğitim sistemi” en çok tartışılan meselelerin başında geliyor? Okulların fizikî şartlarını iyileştirmek bütün sorunları hâllediyor mu?

Eksik parça

Maddî refahı mutluluğun kaynağı, ekonomik üstünlüğü ilerlemenin tek mikyası kabul edenlerin rağmına “Millî Eğitim” ailesinde fizikî şartların ötesinde “millî manevî taraf eksik”. Esefle, çocuklarımızın ruhsal ve zihinsel erozyona uğradıklarına ve her geçen gün değişimlerinin menfi yönde olduğuna şahit olup üzülüyoruz. Ülkemizde gerek okul içi, gerekse okul dışında çocukların ruh dünyasını ve maneviyatını altüst eden mecralar var. Doğru kullanılmayan (sosyal medya gibi), çocukların zihnini zehirleyen saldırı merkezleri mevcut.

Okul içi dejenerasyona gelince… Dinî ve millî değerlere önem veren, tek gayesi erdemli bir nesil, vatan sevdalısı bir gençlik, ilimde, bilimde ve teknolojide çığır açacak nesiller yetiştirmek gayesinde olan öğretmenlerimiz olduğu gibi, kendi kültürüne ve manevî değerlere düşman öğretmenlerimizin de varlığını biliyoruz. Özellikle bu yıl kıyafetlerde yüz kızartıcı şekilde giyinmekten çekinmeyen eğitimcileri, öğrencileri zorla kız-erkek aynı sırada oturtmayı medeniyet nişanesi olarak gören eğitmenleri, LGBT’ye özendirerek “Cinsiyet ayrımcılığına karşıyım” diyen öğretmenleri görüyoruz. Bu zihniyet, salt bilgiyi ölçen sınavların yanı sıra eğitimcinin hitabet ve davranışlarını gözlemleyerek liyakatini ölçmek için yapılan “mülâkat sistemine” de karşı.

Günümüzde devlet okulları, özel okullar mesabesinde; kapıdaki turnikelerden kart basarak, güvenlik görevlisinin muhkem koruması altında okullara giriliyor. Buna rağmen öğretmene şiddet ve akran zorbalığı had safhada. Hülâsa, sırf kanun ve polisle vicdanları düzeltemeyiz. Eksik parça bu yüzden “manevî kısımda”. Millî ve manevî duyguları, din, ahlâk ve saygı kavramını çocuklarımıza hakkıyla vermezsek, vicdanlarını köreltirsek, ne şiddetin önüne geçebiliriz, ne de saygılı ve merhametli bir nesil yetiştirebiliriz.

Geçmişimizde bu sorunu çözen güzel eğitim sistemi örnekleri var. Eğitim konusunda tarihî mirasımızdan bize kalan başarılı örnekler fazlasıyla. Geçmişten tecrübe devşirmek, geçmişte kalmak değil, tecrübelerden yararlanmak, geçmişe bakarak geleceğe yön vermektir. Eğitime dair tarihimizden bize bırakılan bergüzar var. Osmanlı’daki Sahn-ı Seman Medreselerinden, Süleymaniye Medreselerinden, Selçuklu’daki Nizamiye Medreselerinden, Maveraünnehir ve de Semerkant ile Buhara’daki eğitim sisteminden, İslâm’ın kale şehirlerinden bize kalan “eğitim metodolojisi” ile bize kalan büyük bir miras var. İptidaî-sıbyan mektepleri ile idadilerden almamız gereken eğitim sistemi örnekleri var. Onlardan koku devşirip bugüne uyarlamamız gereken büyük bir kaynak var. Lâkin yüzümüzü tarihimizden, kendimizden çevirip Batı’ya öykündüğümüz için manevî taraf zayıf ve eksik kalıyor.

Meselâ Osmanlı’daki bazı medreselerde uygulanan “kitap bitirme odaklı ders geçme” sistemi… Kaynak eser mesabesinde olan kitapları özümseyerek kitaptaki konuları hayatın hangi safhasında kullanacağına dair pratiklerle sınıf geçme yapılabilir. Günümüzde, tahta sırada gün boyu öğrenciyi tutmak, enerjilerinin zirvede olduğu demde iple bağlamak gibi, öğrenciyi gün boyu oturmaya mecbur bırakmaktır.

Tarihe baktığımızda değişik eğitim metotları da görüyoruz. Meşailer, yürüyerek ders yaptıkları için bu ismi almışlardı. Bundan mülhem, bazen öğrencilerin de ayakta veya yürüyerek derse katıldığı ortamlar hazırlanabilir.

Bir diğer konu olarak, ilk emri “Oku” olan Yüce Kitabın müntesibi olarak okumaya önem veriyoruz lâkin lise ve ortaokullarda öğrencilerimizin ellerinde okuduğu kitapların bir kısmı azamî şiddet, büyü veya ahlâka mugayir sapkınlıklar içeren muhtevadan oluşuyor. Öğrencilerimizin ellerinden düşürmedikleri ve ağaç israfına sebep olan bu kitaplarla beyinleri şekilleniyor. Bu tür kitaplar şiddeti ve öfkeyi özendiriyor, genç beyinlere zehir zerk ediyor. Ailelerle ortak hareket ederek bunun önüne geçilebilir.  

İlâve olarak millî bayramlarımızda ülkemizi İngiliz ve Fransız’dan kurtarmak için düşmanla savaşan dedelerimizi ve ninelerimizi aşağılayan metinlerle kutlama yapıyoruz. Savaştığımız insanların kıyafeti, müziği ve dansını serdetmeyi üst kültür zannediyor, ecdadımızı kötüleyen gösterilerle merasim tertipliyor, “Batılılaşmayı” çağ atlama olarak gören zihniyetin yaptığı akıl almaz tahribatı görmemize rağmen çaresizmiş gibi duruyoruz.

Ek ders sistemi de yine millî eğitim bakımından ayrıca irdelenmeli. Bu sistemin kaldırılması ile öğretmen yığılmasının önüne bir nebze geçilebilir. Kadrolu öğretmen maaş karşılığı haftada 16 saat ders alıyorken, ilâve olarak ek ders ücreti alıyor. Böylece haftada 30 saat ders alan kadrolu öğretmene gücünün fevkinde yük binerken, ücretli öğretmene ders kalmıyor ve çok cüzi bir ödeme yapılıyor. Kadroluya gücünün fevkinde yük bindirirken aynı okulda tahsil görmüş ücretli öğretmense dışarıda kalıyor. Bu handikabın önüne geçmek için kadrolu öğretmenin girmediği ders saatinin ücreti kesilebilir ve “ek ders sistemi revize edilebilir”.

“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” isimli yeni müfredatın kritiği

“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” isimli yeni müfredatın genelini değil, sadece “Tarih” dersinin kritiğini yapacak olursak… Yeni müfredatta müspet, çok faydalı ve hakikati yansıtan revize edilmiş konuları beğenerek okuduk. Lâkin daha çok tashih gerekli. Örneğin, kendi tarihimizi sürekli eleştirmekten artık vazgeçmeliyiz. Osmanlı’nın son dönemlerde başarısız olmasının asıl sebepleri anlatılmamış. Yıkılma döneminde azınlıkların kirli oyunları anlatılmadan, altı yüz yıl ayakta kalmış Osmanlı’nın “devlet sistemi” eleştirilmiş, Sanayi Dönemi’ndeki Avrupa’nın yaptığı sömürgeler anlatılmadan ilerlemesi övülmüş. İmparatorlukları yıkan, ırkçılık ve despotizmi dayatan, sömürge ile var olan Avrupa’nın gerçek yüzünü aktarmakta zayıf kalınmış. Neslin kendi tarih ve harsına yabancılaşmasının ardında yanlış bilgi aktarımını da aramamız gerekmez mi? Japonlar okula ilk başlayan öğrencilere Hiroşima’yı anlatarak önce düşmanı tanıtıyor ve böylece yurttaşlık bilinci aşılıyor. Bizse ecdadı eleştirerek işe başlıyoruz ilk matbaanın kapatılması konusunda olduğu gibi. Matbaanın kapatılmasının gerçek sebepleri anlatılmalı; İbrahim Müteferrika’nın yardımcısı olup bir Fransız gibi Fransa’ya hizmet eden Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi tanıtılmalı, kısa süre matbaayı kapatmak zorunda oluşumuzun ardındaki art niyetlilerin yaptıkları anlatılmalı, müstensih ve hattatların işsiz kalmasına değinilmeli, “Gâvur icadı şeytan işi” gibi suçlayıcı ifade ve iftiralardan tarihimiz kurtarılmalı.

Yeni müfredatımızda güzel tashihler de var. Medîne Sözleşmesi’nin yeni müfredatta yer alması önemli. Yıllardır öğrencilerimize insanlık tarihinin ilk insan hakları beyannamesinin Magna Carta olduğu okutuldu. Ondan 6 yüzyıl önce insan hakları beyannamesi olarak Medîne Sözleşmesi’nin anlatılmasının elzem olduğunu vurgulamak isteriz.

Yeni müfredatta “Türkistan” ve “Osmanlı Cihan Devleti” ifadeleri kullanılmış ki kelimenin tam anlamıyla haklıya hakkını vermek olmuş bu; zira çocuklarımıza kendi tarihimizi yıllarca savaştığımız düşmanın ağzı ve bakış açısıyla, Orta Asya’dan göçen seleflerimizi dahi “Barbarlar” ifadesiyle çocuklarımıza aktarmıştık.

Hülâsa, eğitimdeki büyük sorunların kolay çözümü, dinî ve tarihî mirasımızdan faydalanarak nice nesiller yetiştirmek. Zira millî-manevî değerler olmadan yüreklere merhamet aşılanamaz, merhameti olmayan eğitimse zekâyı besleyemez ve ruh ile kalbi eksik bırakır. Bu da çok bilen, zeki ama canavar ruhlu insan tipi üretir. O yüzden eğitim sistemimizdeki büyük sorunları millî-manevî değerleri aşılayarak izale edebiliriz. Bu eksik parçayı yerine koyunca, “Millî Eğitim” o zaman tam anlamı ile “millî” olur. Vesselâm.