Millî dilin önemi

Cahillikten kurtulmak, birlik beraberliği korumak, bilim yapmak için başka dillerin hayâlini kurmak beyhudedir. İnsan, en iyi kendi dilinde düşünür ve muhakeme yürütür, tefekkür eder. Bu, doğuştan gelen bir meziyettir. Başka dilleri bilmek, o dillerde ortaya konulmuş eserleri okumak ve bilgi altyapısını geliştirmek açısından önemlidir. Bilinçli çalışma sonucu ulaşılacak ikinci dil başarısı, uzun uğraşlar sonunda ancak birinci dilin yerini alabilir.

BİR milleti millet yapan en önemli unsurlardan biri dildir. Türk milletinin dili de Türkçedir ve üzüntü ile sevinç gibi her türlü duygularını dile getirdiği türkülerini Türkçe söyler…

Analar ağıtlarını Türkçe yakarlar. Ozanlar kopuzlarına Türkçe sözle eşlik eder, düşünürler düşüncelerini Türkçe ortaya koyar ve yazarlar. Bu, tarihin derinliklerinden günümüze böyle ulaşmış, sonsuza kadar da böyle devam edecektir. Bir tane örnek gösterilebilir mi halk dilinde Farsça, Arapça, Fransızca veya İngilizce söylenmiş bir türkü ya da ağıt? Her ne kadar döneminin Türkçesi sayılsa da Farsça ve Arapçanın tesiri altında kalan Osmanlıca dahi halk dili olma şansını yakalayamamıştır. Halkının benimsemediği dil, bir milletin resmî dili hâline gelmişse, bilinmelidir ki o millet, tam bağımsızlığını yaşayamamaktadır.

Dil konusunda şartlanmışlık her devirde karşılaşılan bir durumdur. Birçok üst düzey yetkilinin dahi Türk dili hakkında “Bilim dili olamayacağı” benzeri sözler söylediği işitilmiştir. Benzeri sivri zekâlılar sayesindedir ki üniversitelerimizin birçok bölümü farklı dilleri birinci öğretim dili olarak kullanmaktadır. Son yıllarda ortaöğretimi bırakın, ilkokula kadar inmiş, hatta anaokulları dahi sundukları dil seçenekleri sayesinde tercih edilir olmuştur. Bu konuda daha önce dergimizde birkaç farklı makale ile genişçe yazdığım için fazla uzatmak istemiyorum. Bu defa farklı açıdan konuyu ele almak istiyorum.

Birileri beyinlerinin arka plânındakine ulaşmak için bir şeyler söylerken, sloganvari sözlerden etkilenen bir sürü insan, onların arkasına düşüp kendilerince bir şeyler yaptıklarını zannediyorlar. Şöyle ki, “Bir gecede cahil kaldık” diyeni mi ararsın, “Arapça dilini terk etmekle birlik beraberliği kaybettik, kocaman bir imparatorluktan olduk” diyeni mi? Bilim dilini terk ettiğimiz için bilimden mahrum kaldık” diyeni mi? Bunları iddia edenler, sıradan insanlar olsa çok fazla önem arz etmezdi. Kendilerince okuyup yazan, bir şeyler bildiklerini iddia eden insanlardan olması hazin olanıdır. Anlaşılacağı gibi, bugünkü dil konusu, Arapça dili üzerine olacak…


Bir gecede cahil kalmak mümkün mü?

“Bir gecede cahil kaldık” iddiasından yola çıkarsak, 1920’lere kadar Türk toplumunun tamamı olmasa da büyük bir kesimi Arapça biliyormuş, o dil ile okuma yazmaya hâkimmiş de birileri gelmiş, o insanların cahil kalmasını sağlamış gibi bir hava estiriliyor. Bir defa Osmanlı İmparatorluğu döneminde kullanılan dil Arapça değil, Arap harfleriyle yazılan, Arapça ve Farsçanın etkisi altında oluşturulan Türkçe idi. Etki ve oluşturmanın yan yana gelmesi insanda olumlu çağrışım yapmasa gerektir. Kısaca, kendi dışındakilerin egemenlik alanına girmiş demektir. Bir milletin bağımsız ve hür olması, kendince ve özgür olmasıyla mümkündür. O takdirde diyebiliriz ki, Osmanlıca olarak adlandırılan dil, her ne kadar Türkçe olsa da başka dillerin yoğun etkisi altındaydı. Bunun içindir ki, saray çevresi ve çok az sayıdaki devlet görevlisi dışında bu dille okuyup yazabilen kimse yoktu. Genel halk kesiminden bu dile hâkim olan kişi sayısı oldukça sınırlıydı.

Buna rağmen, söz konusu olan ve terk edilen dil değil, alfabe yani harflerdir. Yani Türkçe ses bilgisine (fonetiği) uygun olmayan Arap harfleri bırakılmış, Lâtin harflerine geçilmiştir. Bu geçişte hiçbir dilin taklidine tenezzül edilmemiş. Şekil olarak alınmasına rağmen sesli ve sessiz harflerin sayısı, şekli, kullanım biçimleri ve ifade tarzları tamamen Türkçeye özgü kurallara uygun hâle getirilmiştir. Ortaya Türkçeye has bir yapı çıkmıştır. Buna rağmen eksiklik hissediliyorsa bile önerileri, konunun uzmanlarına havâle etmek gerekmektedir. Eğer kastedilen Kur’ân okuma konusunda cahil kalındığı ise, onların da “yüzünden okuma” diyebileceğimiz, ezbere okumadan ileri geçilmediği rahatlıkla anlaşılacaktır. Bununla birlikte, okuduklarını anlayabilme gibi bir beceriye sahip olunmadığı hep göz ardı edilmiştir.

“Arapça dilini terk etmekle birlik beraberliği kaybettik, kocaman bir imparatorluktan olduk” iddiasıyla yola çıkanlara sormak lâzım: İmparatorluğun dağılması ve birlik beraberliğin bozulması Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüz yılına rastlar ki o dönemde ülkede yeni alfabeye geçilmemişti.  Eğer tek başına Arapça okuyup yazmak o kadar tesirli olsaydı, -iddiada olanların deyişiyle- Arapça bilen devleti yönetenlere rağmen üç kıtaya yayılmış toprakları kaybedip Anadolu’ya sıkışıp kalmazdık. Yeryüzünde neredeyse en çok konuşulan dillerden biri olan Arapçayı konuşan ülkeler arasında nasıl bir birlik ve beraberlik var da biz ondan mahrum kaldık, bunu derinlemesine düşünmekte yarar var. Bu konuda çıkış yolu bulanlar olduğunda Türk kamuoyuna bildirirlerse memnun oluruz.  

İddia edildiği gibi kullanılan dil ile bilimsel ilerleme sağlanıyorsa, bilim dili olarak kabul edilen Arapçayı, bırakın bizim gibi ikinci dil olarak kullananları, anadil olarak kullanan milyonlarca insanın hangi bilimsel çalışmayı ortaya koyduklarını merak ediyorum. Yanlış biliyorsam, bilenler lütfen beni aydınlatsınlar.

Bir toplum hangi dili konuşursa konuşsun, köle ruhu taşıdığı müddetçe ne kendisine, ne de başkalarına faydasının olacağı unutulmamalıdır. Son yüzyıllarda bilimsel çalışmalarla öne çıkan dillere baktığımızda İngilizce ve Almancanın ilk sıralarda yerini aldığını görürüz. Bu ve benzeri iddiaları benimseyecek olursak, dünyada en çok bilimsel çalışma yapmak için bu dilleri mi tercih etmemiz gerekiyor? Türkçe ve Türk kültürü ile beyninde problem yaşayanların benzer iddialarını da hatırlamakta yarar var.

Öncelikle şunu belirtmemiz gerek: İnsanın anadilinden başka dil bilmesi ve bilinçli olarak kullanabilmesi kadar, insana değer katan bir başka husus az bulunur. Özellikle bilimin evrenselliğinden yararlanabilmek ve günümüz bilgi ve teknoloji çağına ayak uydurabilmek açısından oldukça önemli olduğunu vurgulamam gerek. Bununla birlikte, İslâm dinini bilinçli yaşamak isteyen Müslümanlar için Arapçayı iyi derecede bilmenin artıları sayılamayacak kadar önemlidir. Allah Kelâmı olarak inanılan Kur’ân’ı anlayarak okuyabilmek ve içselleştirebilmenin değeri kıyas kabul etmez. Özellikle belirtmek gerekir ki, anlamadan okunan hiçbir metnin kimseye faydası dokunmaz. Eğer herhangi bir yarar umuluyorsa, okunan metnin ne dediğini anlayacak düzeyde o dile hâkim olmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında, Arapçanın Türkiye’de ikinci dil sıralamasında ilk sırada yer alması düşüncemi her daim korudum ve korumaya devam ediyorum.

İbrahim Sûresi 4’üncü ayetindeki “İstisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açık açık anlatsın; bundan sonra Allah dilediğini sapkınlık içerisinde bırakır, dilediğini de doğru yola iletir. O güçlüdür, hikmet sahibidir” ifadesiyle dinin “anlaşılması gerektiği” vurgulanır. Yahudiliğin İbranice, Hıristiyanlığın Aramice dili ile ortaya çıkması da bundandır.

Yûnus Sûresi 2’nci ve Zuhruf Sûresi 3’üncü ayette geçen “Anlayabilesiniz diye Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik” ifadesi de aynı maksadı gütmektedir. Biz bu ayetleri doğru anlamakla mükellefiz. Anlaşılmayı öteleyerek dile kutsallık atfeden, hatta Allah’ın dili diyecek kadar hataya düşenler var ne yazık ki. Burada kastedilen, “söyleneni anlamak” ifadesi ön plândadır. “Biz size sizin dilinizde hitap ediyoruz, anlayın ve hayatınıza adapte edin” mealinde anlamak gerekir. Aksi hâlde Arapça bilmeyenlerin Müslüman olması ve İslâm’ı anlaması beklenemezdi. Buradan da anlıyoruz ki, insanlar kendi dillerinde yazılan ve konuşulanları daha rahat anlayıp içselleştirebilirler.

Kur’ân’ı anlayabilmek için bazı durumlarda güncel Arapçanın dahi yetersiz olduğu, doğru anlayabilmek için Kur’ân Arapçasına ihtiyaç olduğu neden unutulur. Böyle olmasaydı, Arapça konuşulan ülkelerdeki binlerce aydın Kur’ân’ı yorumlamakta zorlanmazdı. Gerçek mânâda anlaşılması ve yorumlanmasını konunun uzmanlarına bırakmak gerektiği bu örnekte de açıkça görülmektedir.

Niçin Arap diyarında ortaya çıkışı ve niçin Arapça dili ile hitap ettiğinin sebepleri araştırıldığında hiç de Arapların övüneceği bir pozisyonla karşılaşmayız. Unutulmaması gereken bir hususu hatırlamakta yarar var ki, bütün peygamberler, olumsuzlukların hâddinden fazla yaşandığı ortamlarda ortaya çıkmışlardır ki insanları içine düştükleri bataklıktan kurtarsın, düzene soksunlar. Her türlü insanlık dışı yaşantının sürüp gittiği, dahası insanca yaşama hakkının olmadığı, despot kabile yönetimi altında insanların inim inim inlediği, babanın öz kızını diri diri kuma gömdüğü bir dönemde insanlığın övünç kaynağı Hazreti Muhammed, kurtuluş reçetesi olarak İslâm ile insanlığı buluşturdu. Araplar, içlerinden bu kadar değerli birinin çıkmasına ne kadar övünç duyarlarsa duysunlar -haklıdırlar da-, buna rağmen atalarının nasıl bir bataklığa saplandığı konusunda da sorgulamayı ihmâl etmemelidirler. Yeraltı kaynaklarının sunduğu sınırsız zenginliğe rağmen halkların ne kadar mağduriyet içinde yaşadığı ortada olan günümüzde dahi aynı sorgulamayı tekrar etmek, toplumları adına iyi bir hizmet olacaktır diye düşünüyorum.

İddia edildiği gibi kullanılan dil ile bilimsel ilerleme sağlanıyorsa, bilim dili olarak kabul edilen Arapçayı, bırakın bizim gibi ikinci dil olarak kullananları, anadil olarak kullanan milyonlarca insanın hangi bilimsel çalışmayı ortaya koyduklarını merak ediyorum.

“İlim Çin’de de olsa alınız”

Unutulmamalıdır ki, İslâm Medeniyeti’ni oluşturan zihniyet, Arapça sayesinde o noktaya ulaşmadı. Hazreti Muhammed’in önderliğinde kurulan bir altyapının üzerinde Allah’ın ayetleri olarak bilinen, yeryüzündeki bütün var olanlara karşı merak duygusu, bilinmeyeni bilme, görünmeyenleri görme çabası ve oluşumlar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerinin sorgulanması sonucu yaşadıkları çağın ilerisine geçebilmişledir. Bulundukları çağı sorgulayarak, neden-sonuç ilişkileri kurarak, yeryüzünde görülen ve görülmeyenleri merak edip gecesini gündüzüne katarak özverili çalışmalarıyla şimdilerde bizim övgüyle bahsettiğimiz seviyeye ulaşmışlardır. İslâm’ın, “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” mesajını doğru kavrayıp hayata geçirenler sayesinde bir dönem insanlık âlemine sayısız hizmetler sunmuşlardır.

Onların bir kısmı kendi dilinde düşünüp yazdı, bir kısmı Arapça eser ortaya koydu. Her nasıl olursa olsun, yaşadıkları çağa damgalarını vurdular. Biz onları Türk, Arap, Acem demeden benimsedik ve kendi kültür dairemize aldık. Bunun adına da “İslâm Medeniyeti” dedik. Aynı kültür dairesinde olmaktan da gocunmadık, aksine sahiplendik. Onlar bir tarafa, kendi kültür dairemizden olmayanların insanlık adına yaptıkları her güzel gelişmeyi dahi benimsedik ve hayatımızı kolaylaştırdık. Her şeyden önce bilimden bahsediyorsak, kimin ya da kimlerin yaptığı veya hangi dilde yapıldığıyla ilgilenilmez. Bilim, insanlığın yitik malıdır, kim bulursa bulsun, herkes onu kullanır.

“İlim Çin’de de olsa alın” mealindeki hadîsten anladığımız, “İlim insanlığın ortak malıdır, nerede bulunursa alınmalıdır” şeklindedir ve bu anlayış, insanlığın vazgeçilmez hakkıdır.

İlim, özgür insanların uğraş alanıdır. O alanda çalışmak, özgür yapıda olmayı gerektirir. Özgürlüğün olmadığı yerde yaratıcılık olmaz, yaratıcılığın olmadığı yerde de ilim ve bilim ya da keşif ve icat olmaz. Bunların olmadığı yerdeyse insanoğlunun yaratılış felsefesine uygun bir yaşantı olmaz. “Âlemleri sizin için yarattım” emrine uygun yaşantıyı ortaya koyamayız. Âlemlerde olup bitenleri merak etmeden, nelerin olduğunu keşfetmeden, insanlığın hizmetine sunmadan, sadece hazır bulunanları kullanmak ve tüketmek, insanlığın değil, hayvanî yaşamın gerekleridir. İnsan olduğumuzun bilincinde olarak her geçen gün eskilerin üstüne yenilerini koyarak yürümek insana yakışandır.

Bilim; cahillikten kurtulmak için kim olduğunu bilmek, özgüven oluşturmak, çalışmak, çalışmak ve yine çalışmak; birlik beraberliği korumak için önce kendini bilmek, toplumsal yapıyı tanımak ve karşısındakini anlamak, anlamak ve yine anlamak; ilim yapmak için merak etmek, sorgulamak, araştırmak ve yılmaksızın çaba göstermektir. Bunların dışında söylenecek ne varsa lâfı güzaftır, vesselâm…

İstese tek dil konuşturmaz mıydı?

Hucurat Sûresi’nin 13’üncü ayeti, “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır” demektedir. Hâliyle her milletin kendi dili olacak ve düşüncelerini onun sayesinde ortaya koyacaktır. Eğer Yüce Yaratan, bütün insanların aynı dili konuşmasını isteseydi, biz şu anda tek bir dil ile konuşuyor olurduk. Yaratılış felsefesindeki çeşitliliğin getireceği güzelliği ve insanlar arasındaki güzellikleri ve rekabeti görmeyecektik. Nasıl ki Âlemlerin Yaratanı insanların da yaratıcıysa, bütün dilleri de o yaratmıştır. O’nun yarattıkları arasında birilerini öne çıkarıp diğerlerini küçümsemek veya ötelemek, her şeyden önce Yüce Yaradan’a şirk koşmak değil de nedir?

Türk tarihi gözden geçirildiğinde, hepsinin kuruluş altyapısı Türklük bilinciyle oluşmuştur. Gelişip çağının zirvesine ulaştıklarında görülecektir ki rehavete kapılmışlar, millî şuurdan uzaklaşmışlar, çağlarının en büyük devletleri olmalarına rağmen yıkılıp gitmişlerdir. Hunlar ve öncesi dönemlerde Çin etkisi, Selçuklu döneminde Fars etkisi, Osmanlı döneminde Fars ve Arap etkisi kültür kaymasına ve millî şuurdan uzaklaşılmasına sebep olmuştur. Örnekler ele alındığında, üst yönetimde bulunanların halk dilinden uzaklaşması yönetim ve tâbi olanların arasının açılmasına ve birbirlerini anlayamamalarına sebep olduğu için karşılıklı güven sarsılmış, birlik ve beraberliğe gölge düşmüştür. Oysa bahsi geçen devletlerin kuruluş ve yükseliş aşamalarında, kendi öz kültürlerine sahip olmaları sayesinde ilerleme ve başarılara imza atma şansını yakaladıkları anlaşılacaktır.

Bunlar yetmezmiş gibi, Osmanlı’nın son yüzyılında da Avrupa etkisi kendisini ağırlıklı olarak hissettirmiş, önce Fransızca, akabinde de İngilizce, kültür yozlaşmasının en etkin sebepleri arasında yerini almıştır. Üniversitelerimizde yabancı dil ile öğretim bunun en bâriz örneğidir. Kendi anadilini özümseyememiş genç dimağlara yeterince hâkim olmadıkları bir dil ile bilim öğretmeye kalkınca, üniversite mezunu cahil insanlar topluluğu hâline gelinmesi, kaçınılmaz bir durum olarak kendisini göstermiştir.

Son söz

Özetleyecek olursak…

Cahillikten kurtulmak, birlik beraberliği korumak, bilim yapmak için başka dillerin hayâlini kurmak beyhudedir. İnsan, en iyi kendi dilinde düşünür ve muhakeme yürütür, tefekkür eder. Bu, doğuştan gelen bir meziyettir. Başka dilleri bilmek, o dillerde ortaya konulmuş eserleri okumak ve bilgi altyapısını geliştirmek açısından önemlidir. Bilinçli çalışma sonucu ulaşılacak ikinci dil başarısı, uzun uğraşlar sonunda ancak birinci dilin yerini alabilir. Ne kadar alabildiği hususu da henüz tartışma konusudur.

Türk insanı için millî şuur, millî kimlik ve kendi olarak yaşayabilmek, öncelikle dilini korumak ve tarihin süzgecinden geçen binlerce yıllık kültür değerlerinin geliştirilip korunmasıyla mümkündür. Başkalarına benzemek, başkalaşmaktır. Başkalaşmanın getirisi, yok olmaya doğru bir gidişin başlangıcıdır. Yok olmak istemeyenlerin yapacağı en önemli şey, diline sahip çıkmak, çağın gereklerine göre gelişimine katkı sağlamak ve toplumsal farkındalık bilinciyle hareket etmektir. Bir taraftan İngiliz, diğer taraftan Arap emperyalizminin oyununa gelmemek için Türk dilini başka dillerle kıyaslayıp küçültmekle hiçbir yarar elde edilmeyeceği akıldan çıkarılmamalıdır.

Akıldan çıkarılmaması gereken başka bir şey ise, kişinin, her şeyiyle öz benliği kadar var olduğudur. Yüce Yaratan isteseydi, bütün insanları tek dil konuşur hâlde var ederdi.