Milletin harîm-i ismeti

Bu patoloji, televizyonlarda şovlarla servis ediliyor. İnsanlar gülüyor, eğleniyor, şaşırıyor. O çokbilmiş spiker yargılıyor, hesaba çekiyor, savunuyor. Yargıç ve avukat rollerini oynuyor. Aldatma, ensest, gayr-i meşru çocuk doğurma ve zina gibi davranışlar kitlelere seyrettirilerek normal hâle getiriliyor. Kitlelerin algı dünyasındaki namus ve mahremiyet bilinci parçalanıyor.

HER gün televizyon ekranlarında asrımızın Neronları olan pagan dinlilerin, mazlum coğrafyalardaki insanları bombalarla yaktıklarına, enkaz altında kalan sabilerin, bîçâre kadın ve ihtiyarların tankların paletleri ve misket bombalarının yağmuru ile öldürüldüklerine şâhit oluyoruz.

Bu olanların, bu zulümlerin kahir ekseriyetinin İslâm coğrafyasında vuku bulması ayrıca yürek yakmaktadır ve dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Zalimlerin zulümleri arşa varmadan yıkılacaktır inşallah!

Yıkılan şehirler, binalar ve diğer yapıların yerine yenisinin yapılması mümkündür. Giden canların acısı ise “Ateş düştüğü yeri yakar” tâbiri ile müsemma kalır.

Dünyayı kasıp kavuran zerre-i Korona da ekranların birinci misafiri olmayı kimseye bırakmıyor. Tüm bu gündemleri yorumlayan allâmelerse ekranları parsellemiş durumdadırlar. Naçizâne arz etmeye çalışacağım konu, ekranları işgal eden türden olup, müşterisi bol, lâkin çâresinin ne olduğunu söyleyeninin az bulunduğu “aile ve mahremiyeti”...  

Aileden koparan rezalet silsilesi

Allah Teâlâ, aileyi sevgi, saygı, ülfet ve ünsiyet olarak tarif etmiştir: “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rûm, 21)

Aile, sıcak bir yuva ve hayatın fırtınalarından korunmak için güvenilir bir limandır. Modern dünyanın cazibesinden korunmak için sağlam bir kaledir. Ev ve eş, sükûnet yeridir. Bu kurumu bozmaya kasıtlı ve projeli bir niyetle hareket edenlerin ekrandaki tahribatının önüne geçmenin reçetesi ve çâresi ise Kur’ân’ın rehberliği ve Sünnet-i Seniyye’yi şiar edinen/edinecek olan güçlü ve muktedir iktidarlar, sağlam bir irade ve kınayanın kınamasına aldırış etmeyen mümeyyiz kadrolardır.

Aile kurumunun temelinin Kur’ân ve Sünnetullah’a dayandırmamızın hikmetini, binlerce örnek içinden iki adedini yazarak arz etmek istiyorum.

Lozan’daki İngiliz temsilcisi Lord Curzon, İngiliz Hükûmeti’ne verdiği memorandumda bütün Batı dünyasının görüşlerine tercüman olarak şu açıklamayı yapıyordu: “Türkleri Avrupa’dan ve İstanbul’dan sürmek için 500 yıldır beklediğimiz fırsat doğmuştur. Bu fırsat asla kaçırılmamalıdır.”

1899 yılında Avam Kamarası’nda yaptığı konuşma sırasında Kur’ân-ı Kerîm’i gösterip masaya atarak, Bu Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız” diyen İngiliz Başbakanı Gladston ise, Lord Curzon’un görüşünü destekleyerek “Barbar Türkleri Asya’ya sürmeliyiz” açıklamasını yapıyordu.

İkinci örnekteki hâdise ise 1932 yılında, Belçika’nın Spa şehrinde düzenlenen bir güzellik yarışmasında geçiyor. 28 ülkenin katılmış olduğu güzellik yarışmasına Türkiye’den Keriman Halis gitmişti. Yarışma bitmiş, sıra sonucu açıklamaya gelmişti. İşte o zaman jüri başkanı kürsüye gelip, şöyle demişti:

“Sayın jüri üyeleri! Bugün Avrupa’nın ve Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. Bin 400 senedir dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslâmiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa Hıristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika’nın ve Rusya’nın hakkını inkâr ede­meyiz. Netîce, Hıristiyanlığın zaferidir.

Bir zamanlar sokağı bile kafes arkasından seyrede­bilen Müslüman kadınların temsilcisi Türk Güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu Türk kızını zafe­rimizin tâcı olarak kabul edeceğiz ve onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzeli varmış, yokmuş, bu hiç önemli değil! Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz, Avrupa’nın zaferini kutluyoruz.

Bir zamanlar Fransa’da oynanan dansa müdahale eden Kanûnî Sultan Süleyman’ın torunu, işte mayo ve sutyen ile önümüzdedir! Kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu kızı beğendik. Müslümanların geleceğinin böyle olması temennisiyle, Türk güzelini dünya güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehlerimizi Avrupa’nın bu coşkulu zaferi için kaldırıyoruz.” 

Fazla söze ne hâcet! Bizim yaptığımız ise, dünü unutmadan yarına bakabilmeyi akletmektir.

Bu iki can alıcı misâli öne çıkarmamızın sebebi, ümmet-i İslâm’ın uğruna fedâ-i cân olduğu Resûl-i Zîşân Hazreti Muhammed’in (sav), “Müminlerin iman bakımından en mükemmel olanı, onların ahlâk bakımından en güzel olanıdır. Onların en hayırlıları da, aile fertlerine karşı hayırla muamelede bulunanlarıdır” şeklindeki buyrukları bakımından aile kurumuna karşı televizyon ekranlarından kurulan tuzakların ve kadın hakları, feminizm hezeyanları ve İslâm’dan bîhaber erkek kılıklı zorbaların hâllerinin “program” diye takdim ediliyor olmasıdır.

Bir akademisyenimizin anlattığına göre, İngiltere’deyken televizyonların bir şov programında bir genç erkek, arkadaşının annesiyle beraber olduğunu arkadaşına açıklayarak gülmektedir (insanların en mahrem değerlerine en ters gelen konulara insanlar zaten her zaman ilgi duyar ve burada da aynı yöntem kullanılmıştır, kullanılmaktadır) ki çok geçmeden bu şov tarzları Türkiye’de görünmeye başlamıştır.

Bu lâyüsel programlar ve eş arayan gençlerin birbirlerine gösterilmesi ile devam eden rezaletle tatmin olamayanların diğer maharetleri devam etti. Arkasından dul yaşlıların evlilik programları geldi. Dul kadınlar, dul erkeklere isteklerini fütursuzca sıraladılar. 70 yaşlarına gelmiş dullar, hâlâ hayatta “garantinin” peşindeydiler. Topluma ters geldiği için de bol bol seyredildi. Aile mahremiyeti ve cinsellik en ters ve en mahrem biçimleri ile eğlence programlarına akmaya başladı.

Hâlâ cümlenin hâfızalarındadır, Palu Ailesi günlerce konuşuldu. Ensest ilişkileri ifşa edilerek toplumun üzerine boca edildi. Bir de bu tür programlara, “kötülüğü ortaya çıkardığı” için sözde olumlu bir anlam yüklendi ve elbette şovun ana aktörü de kahraman oldu.

Oysa Emniyet’in verdiği bilgileri kullanarak bu programlar yapılıyor ve bu nedenle kötülükle mücadele etmek gibi bir rolü yok bu şovların. Ve durmak bilmiyorlar.

Daha dün sayılabilecek bir zaman diliminde, güya toplumsal (!) bir vazîfe yaptığını iddia eden bir televizyonun yarışma programında, kadın, nişanlısı tarafından aldatıldığını öğreniyor. Nişanlılıkla aldatılmak şov ile birleşiyor. Doğrudan bir eğlenceye dönüşüyor aldatılmak. Bir başka televizyon programında ise daha beteri var. Kadın, çocuğunun babasının gerçek kocası olmadığını gülerek açıklıyor. Biyolojik baba yani zinakâr olan diğer adam, çocuğu kucağına alıyor. Normalmiş gibi, aldatılan koca, aldatan kadın ve namussuz erkek yan yana poz veriyorlar. Toplumun en bedevi kesimindeki yoz ilişkiler bunlar! Yani akılsızlık ve bilgisizlik sarmalında ortaya çıkan bir sosyolojinin patolojileri…

Bu patoloji, televizyonlarda şovlarla servis ediliyor. İnsanlar gülüyor, eğleniyor, şaşırıyor. O çokbilmiş spiker yargılıyor, hesaba çekiyor, savunuyor. Yargıç ve avukat rollerini oynuyor. Aldatma, ensest, gayr-i meşru çocuk doğurma ve zina gibi davranışlar kitlelere seyrettirilerek normal hâle getiriliyor. Kitlelerin algı dünyasındaki namus ve mahremiyet bilinci parçalanıyor.

Televizyon ekranı masumları oynuyor ama aslında tam bir Napalm bombası gibi!

Bize yüzyılımızı kaybettiren müstevlilerin ve içimizden devşirilen “mankurtlar”ın hükmettikleri basın-yayın, temâşâ aracı olan sinema, tiyatro ve benzeri vâsıtaların bugünkü devamı olan kimi televizyon ekranlarında, büyük senarist edâsıyla on günde 10-15 kız-erkek gençle çektikleri diziler ve benzeri programların hedefi bellidir. Niyetleri aile kurumumuzu aşağılamak ve rûhunu bozmaktır. Emperyalizmin beşinci kolu olan bu yapıların arkasında ise Soros’un, Mordach’ın finans imparatorlukları bulunmaktadır.

Ekranlarımız işgal altında!

Ekranlarımızı işgal altına alan bu program ve yapımcılarının sebep oldukları mânevî tahribat ise tamiri zor durumdadır.

Ailenin birliğini ve bütünlüğünü tutan temel değerler yerinden ediliyor. Namus, sadâkat, mahremiyet ve ahlâk gibi değerler, bozanların eşliğinde tersyüz ediliyor. Kitleler her gün bunların nasıl çiğnendiğini seyrede seyrede bu değerlere olan inançlarını kaybediyor. Aile dünyada da, Türkiye’de de kan kaybediyor. Boşanma, terk, parçalanma ve sadâkatsizliğin yükselişi de bunun göstergesi.

Bir de toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle meşrulaşmaya başlayan oğlancılık ve lezbiyenlik gibi tutumlar var. Bunlar da aileyi gereksiz ve anlamsız hâle getiren fitneler. Feminizm de ailenin erkeğe iktidar alanı ürettiğini düşünüyor.

Oysa bu konuda İslâm’ın vazettiği husus şudur: Kur’ân-ı Kerîm’de kadın-erkek arasında ayrıcalık ifade eden hükümler, bu iki cinsin biyolojik ve fizyolojik farklılıklarından ve üstlendikleri sorumluluklardan kaynaklanmaktadır. Mevcût farklılık, insaniyet bakımından artı veya eksi bir değer ifade etmemektedir. Amacı ise insanın varlık âleminde devamlılığını sağlamaya yöneliktir.

İslâm’a göre Allah’tan başka her şey çifttir ve bu, tek başına kâmil ve kendine yeterli olanın sadece Allah olduğu anlamına gelir. O’nun dışında her şey kendi türünden olan bir karşı cinse muhtaçtır. Pozitif negatife, proton elektrona ihtiyaç duyar. Erkek-kadın açısından da durum böyledir. Kur’ân’daki “kavvâm” kelimesinin sırrı budur ve bu kavramın tefsiri bellidir.

Konuyu Oryantalistlerin mantığı ile değil, kadim değerlerimizle ele almalı, ışığa giden yolun dinimizin şifâsında olduğunu bilmeliyiz. Özellikle Batı rüzgârına kapılan feministlerin ve onları haklı gören içimizdeki bazı mümine hatunların konuyu saptırmaları “iyi niyet” ile ifade edilemez.

Aile, çok yönlü saldırılar altındadır. Bu hem ideolojik, hem de değerler yönüyle böyle! Bir de buna şov programlarındaki içerikler eşlik edince, mesele daha da büyüyor. “Türk ailesini korumaya yönelik yasalar ve yönetmelikler neden işlemiyor?” diye insan sormadan edemiyor. “RTÜK” denilen kuruluşun görevini de merak ediyorum.

Modernleşme ve insan hakları adına yapılan süslü lâfların revaçta olduğu günümüzde müminlere düşen görevlerden biri, “aile” mahremiyetine halel getiren yayınların arka plânındaki şeytanî niyetleri fark etmek, dinin ölçüleri ve Rabbimizin “Akletmez misiniz?” emrini tefekkür imbiğinden geçirmektir.

Sekülerizm mantığıyla hareket edenlerin dünyasında “aile” kurumu pek de kıymet ifade etmez. Modernizmin kıskacındaki ailenin hâli yürekler acısıdır.

İnsan hayatında ailenin çok büyük önemi vardır. Allah, insanlara mutluluğun yolunu Kur’ân-ı Kerîm’de göstermiştir. Bütün konularda olduğu gibi aile hakkında da Kur’ân-ı Kerîm, insan fıtratına en uygun olan hükümleri koymuştur. İslâm, aile hayatını kendi başına bırakmamış, bir düzene oturtarak o düzen ölçüsünde gitmeyi temin etmiştir. İnsan fıtratının ihtiyaçlarını dikkate alan İslâm dini, aile hayatı kurmayı insanlara vacip görmüştür. Buna göre muhtelif âyet ve hadîslerle Müslümanları güzel bir şekilde aile kurmaya teşvik etmiş ve bu konuda birçok kurallar koymuştur. Bunlardan biri de kadın ve erkeğin yaratılmasında birbirleriyle sükûnete, huzura kavuşmaları ve mallar ile çocukların dünya hayatının ziyneti olmasıdır.

Sonuç olarak İslâm, fıtratın bir gereği olan evlenmeyi, nesiller yetiştirmeyi ve toplumsal hayatın vazgeçilmez birimi olan aileyi tabiî, gerekli ve önemli saymıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in buyrukları, Allah Elçisinin söz ve uygulamalarıyla, karşılıklı sevgi ve saygı esasına dayanan, hak ve sorumlulukların bilincinde olunan mutlu bir aile yuvasının oluşturulması hedeflenmiştir böylece.

Aile kurumunun asrın modern vâsıtalarından ve menfi cereyanlarından etkilenmesi hem mukadder, hem de kaçınılmaz bir hakikattir. Bize düşen ise, bütün asırların rûhunu bilmek ve teknolojik vâsıtalara dair medeniyet tasavvurumuzu bizi anlatacak ve İslâm ışığında yorumlayacak şekilde adım atmaktır. Vesselâm…