HER gün televizyon
ekranlarında asrımızın Neronları olan pagan dinlilerin, mazlum coğrafyalardaki
insanları bombalarla yaktıklarına, enkaz altında kalan sabilerin, bîçâre kadın
ve ihtiyarların tankların paletleri ve misket bombalarının yağmuru ile öldürüldüklerine
şâhit oluyoruz.
Bu
olanların, bu zulümlerin kahir ekseriyetinin İslâm coğrafyasında vuku bulması
ayrıca yürek yakmaktadır ve dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Zalimlerin zulümleri
arşa varmadan yıkılacaktır inşallah!
Yıkılan
şehirler, binalar ve diğer yapıların yerine yenisinin yapılması mümkündür. Giden
canların acısı ise “Ateş düştüğü yeri yakar” tâbiri ile müsemma kalır.
Dünyayı
kasıp kavuran zerre-i Korona da ekranların birinci misafiri olmayı kimseye
bırakmıyor. Tüm bu gündemleri yorumlayan allâmelerse ekranları parsellemiş
durumdadırlar. Naçizâne arz etmeye çalışacağım konu, ekranları işgal eden
türden olup, müşterisi bol, lâkin çâresinin ne olduğunu söyleyeninin az bulunduğu
“aile ve mahremiyeti”...
Aileden
koparan rezalet silsilesi
Allah
Teâlâ, aileyi sevgi, saygı, ülfet ve ünsiyet olarak tarif etmiştir: “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin
için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de
O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir
toplum için elbette ibretler vardır.” (Rûm, 21)
Aile,
sıcak bir yuva ve hayatın fırtınalarından korunmak için güvenilir bir limandır.
Modern dünyanın cazibesinden korunmak için sağlam bir kaledir. Ev ve eş,
sükûnet yeridir. Bu kurumu bozmaya kasıtlı ve projeli bir niyetle hareket
edenlerin ekrandaki tahribatının önüne geçmenin reçetesi ve çâresi ise Kur’ân’ın
rehberliği ve Sünnet-i Seniyye’yi şiar edinen/edinecek olan güçlü ve muktedir
iktidarlar, sağlam bir irade ve kınayanın kınamasına aldırış etmeyen mümeyyiz
kadrolardır.
Aile
kurumunun temelinin Kur’ân ve Sünnetullah’a dayandırmamızın hikmetini, binlerce
örnek içinden iki adedini yazarak arz etmek istiyorum.
Lozan’daki İngiliz
temsilcisi Lord Curzon, İngiliz Hükûmeti’ne verdiği memorandumda bütün Batı
dünyasının görüşlerine tercüman olarak şu açıklamayı yapıyordu: “Türkleri Avrupa’dan ve İstanbul’dan sürmek için 500
yıldır beklediğimiz fırsat doğmuştur. Bu fırsat asla kaçırılmamalıdır.”
1899 yılında Avam Kamarası’nda
yaptığı konuşma sırasında Kur’ân-ı Kerîm’i gösterip masaya atarak, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça, biz onlara
hakikî hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’ân’dan
soğutmalıyız” diyen
İngiliz Başbakanı Gladston ise, Lord Curzon’un görüşünü destekleyerek “Barbar Türkleri Asya’ya
sürmeliyiz” açıklamasını
yapıyordu.
İkinci örnekteki
hâdise ise
1932 yılında, Belçika’nın Spa şehrinde
düzenlenen bir güzellik yarışmasında geçiyor. 28 ülkenin katılmış olduğu
güzellik yarışmasına Türkiye’den Keriman Halis gitmişti.
Yarışma bitmiş, sıra sonucu açıklamaya gelmişti. İşte o zaman jüri başkanı
kürsüye gelip, şöyle demişti:
“Sayın jüri üyeleri! Bugün Avrupa’nın ve Hıristiyanlığın zaferini
kutluyoruz. Bin 400 senedir dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslâmiyet
artık bitmiştir. Onu Avrupa Hıristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika’nın ve
Rusya’nın hakkını inkâr edemeyiz. Netîce, Hıristiyanlığın zaferidir.
Bir zamanlar sokağı bile kafes arkasından seyredebilen Müslüman
kadınların temsilcisi Türk Güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu Türk
kızını zaferimizin tâcı olarak kabul edeceğiz ve onu kraliçe seçeceğiz. Ondan
daha güzeli varmış, yokmuş, bu hiç önemli değil! Bu sene güzellik kraliçesi
seçmiyoruz. Bu sene Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz, Avrupa’nın zaferini
kutluyoruz.
Bir zamanlar Fransa’da oynanan dansa müdahale eden Kanûnî Sultan
Süleyman’ın torunu, işte mayo ve sutyen ile önümüzdedir! Kendini bizlere
beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu kızı beğendik. Müslümanların
geleceğinin böyle olması temennisiyle, Türk güzelini dünya güzeli olarak seçiyoruz.
Fakat kadehlerimizi Avrupa’nın bu coşkulu zaferi için kaldırıyoruz.”
Fazla
söze ne hâcet! Bizim yaptığımız ise, dünü unutmadan yarına bakabilmeyi akletmektir.
Bu
iki can alıcı misâli öne çıkarmamızın sebebi, ümmet-i İslâm’ın uğruna fedâ-i cân
olduğu Resûl-i Zîşân Hazreti Muhammed’in (sav), “Müminlerin
iman bakımından en mükemmel olanı, onların ahlâk bakımından en güzel olanıdır.
Onların en hayırlıları da, aile fertlerine karşı hayırla muamelede
bulunanlarıdır” şeklindeki buyrukları bakımından aile kurumuna karşı televizyon
ekranlarından kurulan tuzakların ve kadın hakları, feminizm hezeyanları ve
İslâm’dan bîhaber erkek kılıklı zorbaların hâllerinin “program” diye takdim
ediliyor olmasıdır.
Bir
akademisyenimizin anlattığına göre, İngiltere’deyken televizyonların bir şov
programında bir genç erkek, arkadaşının annesiyle beraber olduğunu arkadaşına
açıklayarak gülmektedir (insanların en mahrem değerlerine en ters gelen
konulara insanlar zaten her zaman ilgi duyar ve burada da aynı yöntem
kullanılmıştır, kullanılmaktadır) ki çok geçmeden bu şov tarzları Türkiye’de
görünmeye başlamıştır.
Bu
lâyüsel programlar ve eş arayan gençlerin birbirlerine gösterilmesi ile devam
eden rezaletle tatmin olamayanların diğer maharetleri devam etti. Arkasından
dul yaşlıların evlilik programları geldi. Dul kadınlar, dul erkeklere isteklerini
fütursuzca sıraladılar. 70 yaşlarına gelmiş dullar, hâlâ hayatta “garantinin”
peşindeydiler. Topluma ters geldiği için de bol bol seyredildi. Aile mahremiyeti
ve cinsellik en ters ve en mahrem biçimleri ile eğlence programlarına akmaya
başladı.
Hâlâ
cümlenin hâfızalarındadır, Palu Ailesi günlerce konuşuldu. Ensest ilişkileri
ifşa edilerek toplumun üzerine boca edildi. Bir de bu tür programlara, “kötülüğü
ortaya çıkardığı” için sözde olumlu bir anlam yüklendi ve elbette şovun ana
aktörü de kahraman oldu.
Oysa
Emniyet’in verdiği bilgileri kullanarak bu programlar yapılıyor ve bu nedenle
kötülükle mücadele etmek gibi bir rolü yok bu şovların. Ve durmak bilmiyorlar.
Daha
dün sayılabilecek bir zaman diliminde, güya toplumsal (!) bir vazîfe yaptığını
iddia eden bir televizyonun yarışma programında, kadın, nişanlısı tarafından
aldatıldığını öğreniyor. Nişanlılıkla aldatılmak şov ile birleşiyor. Doğrudan
bir eğlenceye dönüşüyor aldatılmak. Bir başka televizyon programında ise daha
beteri var. Kadın, çocuğunun babasının gerçek kocası olmadığını gülerek açıklıyor.
Biyolojik baba yani zinakâr olan diğer adam, çocuğu kucağına alıyor. Normalmiş
gibi, aldatılan koca, aldatan kadın ve namussuz erkek yan yana poz veriyorlar.
Toplumun en bedevi kesimindeki yoz ilişkiler bunlar! Yani akılsızlık ve
bilgisizlik sarmalında ortaya çıkan bir sosyolojinin patolojileri…
Bu
patoloji, televizyonlarda şovlarla servis ediliyor. İnsanlar gülüyor,
eğleniyor, şaşırıyor. O çokbilmiş spiker yargılıyor, hesaba çekiyor, savunuyor.
Yargıç ve avukat rollerini oynuyor. Aldatma, ensest, gayr-i meşru çocuk doğurma
ve zina gibi davranışlar kitlelere seyrettirilerek normal hâle getiriliyor.
Kitlelerin algı dünyasındaki namus ve mahremiyet bilinci parçalanıyor.
Televizyon
ekranı masumları oynuyor ama aslında tam bir Napalm bombası gibi!
Bize
yüzyılımızı kaybettiren müstevlilerin ve içimizden devşirilen “mankurtlar”ın
hükmettikleri basın-yayın, temâşâ aracı olan sinema, tiyatro ve benzeri
vâsıtaların bugünkü devamı olan kimi televizyon ekranlarında, büyük senarist
edâsıyla on günde 10-15 kız-erkek gençle çektikleri diziler ve benzeri
programların hedefi bellidir. Niyetleri aile kurumumuzu aşağılamak ve rûhunu
bozmaktır. Emperyalizmin beşinci kolu olan bu yapıların arkasında ise Soros’un,
Mordach’ın finans imparatorlukları bulunmaktadır.
Ekranlarımız
işgal altında!
Ekranlarımızı
işgal altına alan bu program ve yapımcılarının
sebep oldukları mânevî tahribat ise tamiri zor durumdadır.
Ailenin birliğini ve bütünlüğünü tutan temel değerler
yerinden ediliyor. Namus, sadâkat, mahremiyet ve ahlâk gibi değerler,
bozanların eşliğinde tersyüz ediliyor. Kitleler her gün bunların nasıl çiğnendiğini
seyrede seyrede bu değerlere olan inançlarını kaybediyor. Aile dünyada da,
Türkiye’de de kan kaybediyor. Boşanma, terk, parçalanma ve sadâkatsizliğin
yükselişi de bunun göstergesi.
Bir de toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle meşrulaşmaya başlayan
oğlancılık ve lezbiyenlik gibi tutumlar var. Bunlar da aileyi gereksiz ve
anlamsız hâle getiren fitneler. Feminizm de ailenin erkeğe iktidar alanı
ürettiğini düşünüyor.
Oysa bu konuda İslâm’ın vazettiği husus şudur: Kur’ân-ı Kerîm’de
kadın-erkek arasında ayrıcalık ifade eden hükümler, bu iki cinsin biyolojik ve fizyolojik
farklılıklarından ve üstlendikleri sorumluluklardan kaynaklanmaktadır. Mevcût
farklılık, insaniyet bakımından artı veya eksi bir değer ifade etmemektedir.
Amacı ise insanın varlık âleminde devamlılığını sağlamaya yöneliktir.
İslâm’a
göre Allah’tan başka her şey çifttir ve bu, tek başına kâmil ve kendine yeterli
olanın sadece Allah olduğu anlamına gelir. O’nun dışında her şey kendi türünden
olan bir karşı cinse muhtaçtır. Pozitif negatife, proton elektrona ihtiyaç
duyar. Erkek-kadın açısından da durum böyledir. Kur’ân’daki “kavvâm”
kelimesinin sırrı budur ve bu kavramın tefsiri bellidir.
Konuyu
Oryantalistlerin mantığı ile değil, kadim değerlerimizle ele almalı, ışığa
giden yolun dinimizin şifâsında olduğunu bilmeliyiz. Özellikle Batı rüzgârına
kapılan feministlerin ve onları haklı gören içimizdeki bazı mümine hatunların konuyu
saptırmaları “iyi niyet” ile ifade edilemez.
Aile, çok yönlü saldırılar altındadır. Bu hem ideolojik, hem
de değerler yönüyle böyle! Bir de buna şov programlarındaki içerikler eşlik
edince, mesele daha da büyüyor. “Türk ailesini korumaya yönelik yasalar ve
yönetmelikler neden işlemiyor?” diye insan sormadan edemiyor. “RTÜK” denilen
kuruluşun görevini de merak ediyorum.
Modernleşme ve insan hakları adına yapılan süslü lâfların
revaçta olduğu günümüzde müminlere düşen görevlerden biri, “aile” mahremiyetine
halel getiren yayınların arka plânındaki şeytanî niyetleri fark etmek, dinin
ölçüleri ve Rabbimizin “Akletmez misiniz?” emrini tefekkür imbiğinden
geçirmektir.
Sekülerizm mantığıyla hareket edenlerin dünyasında “aile” kurumu
pek de kıymet ifade etmez. Modernizmin kıskacındaki ailenin hâli yürekler
acısıdır.
İnsan
hayatında ailenin çok büyük önemi vardır. Allah, insanlara mutluluğun yolunu
Kur’ân-ı Kerîm’de göstermiştir. Bütün konularda olduğu gibi aile hakkında da
Kur’ân-ı Kerîm, insan fıtratına en uygun olan hükümleri koymuştur. İslâm, aile
hayatını kendi başına bırakmamış, bir düzene oturtarak o düzen ölçüsünde
gitmeyi temin etmiştir. İnsan fıtratının ihtiyaçlarını dikkate alan İslâm dini,
aile hayatı kurmayı insanlara vacip görmüştür. Buna göre muhtelif âyet ve hadîslerle
Müslümanları güzel bir şekilde aile kurmaya teşvik etmiş ve bu konuda birçok
kurallar koymuştur. Bunlardan biri de kadın
ve erkeğin yaratılmasında birbirleriyle sükûnete, huzura kavuşmaları ve mallar ile çocukların dünya hayatının
ziyneti olmasıdır.
Sonuç olarak İslâm, fıtratın bir gereği olan evlenmeyi,
nesiller yetiştirmeyi ve toplumsal hayatın vazgeçilmez birimi olan aileyi tabiî,
gerekli ve önemli saymıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in buyrukları, Allah Elçisinin söz
ve uygulamalarıyla, karşılıklı sevgi ve saygı esasına dayanan, hak ve
sorumlulukların bilincinde olunan mutlu bir aile yuvasının oluşturulması
hedeflenmiştir böylece.
Aile kurumunun asrın modern vâsıtalarından ve menfi
cereyanlarından etkilenmesi hem mukadder, hem de kaçınılmaz bir hakikattir. Bize
düşen ise, bütün asırların rûhunu bilmek ve teknolojik vâsıtalara dair
medeniyet tasavvurumuzu bizi anlatacak ve İslâm ışığında yorumlayacak şekilde adım
atmaktır. Vesselâm…