Milletin başına dert olan salgınlar, bizim için “sekizinci düvel”

Mutlaka kurtulacağız ama bizim de vatandaşlar olarak vurdumduymaz olmamamız gerekiyor. Yeterince korunmaz ve gerekli tedbirleri almazsak, o süre fazla uzayacaktır. En az salgın hastalıklar kadar tehlikeli olan bir şey var. O da, “Bana bir şey olmaz” anlayışı… Sanıyoruz ki, hep başkaları hasta olur, virüs onlara bulaşır da kendimize bir zarar vermez. Bu zihniyet, salgın hastalığın o kahredici belirtileri baş gösterene kadar devam eder ancak.

DÜNYADA ne hastalıklar bitiyor, ne savaşlar. Tarih sahnesi, kan ve gözyaşı dolu. Öyle ki, dünyanın savaşsız geçirdiği yılların toplamı, bir insan ömrü kadar ya eder, ya etmez. Tarih kitaplarının sayfaları da orduların mücadelesinden ibaret neredeyse…

“Düşmanını niye öldüreceksin ki?” demiş yaşlı bir Kızılderili, “Bıraksan bir süre sonra zaten ömrü bitecek”.

Savaşlar bazen katliama dönüşüyor, bazen de soykırıma kadar varıyor.

Ancak öyle hastalıklar var ki, salgın hâlini aldığı zaman, büyük savaşlardan daha fazla can kaybına sebep olmakta.

“Büyük Harp” denen Birinci Dünya Savaşı sırasında on milyon kişi hayatını kaybetti. “Bu kadar da olmaz” dedirtecek kadar fazla elbette. Ne var ki 20’nci yüzyılın başlarında görülen öldürücü bir grip virüsü sebebiyle dünyada 25 milyon insan öldü.

O tür hastalıklar, öyle birkaç kişiyi alıp götürmekle yetinmiyor, bir uçtan başladı mı, bütün ülkelere yayılmadan uykuya yatmıyor. Toptancı zihniyetli hastalık; adı üstünde, “salgın”...

Dünya bu salgınlardan çok çekti. Ülkemiz de elbette soyutlanabilecek şansa sahip olmadı hiç. Hangi ülke olabilir ki?

Son birkaç asır, bu salgınlarla boğuşmakla geçti.

Bir yanda yedi düvelle savaşırken, bir yandan da bu salgın hastalıklarla boğuştu atalarımız. Âdeta “sekizinci düvel”…

En fazla bilineni, veba.

Halkın “kara ölüm” adını verdiği bu salgın, aşırı ölçüde zarar verdi. Hızla yayılmaktaydı. Geldiği zaman, halkı da, idarecileri de kasıp kavururdu. Veba, Osmanlı’nın idarî ve askerî yapısını bile sekteye uğratacak boyutlara ulaşıyordu.

Tozlu ve loş yerleri severdi veba. Tersane atölyeleri, kötü şartlara sahip hapishaneler, izbe bekâr odaları, iskeleler, çöplük olarak kullanılan arsalar, her gün binlerce insanın girip çıktığı pis hanlar, mezbelelikler vebanın cirit attığı yerlerdi.

Buralarda başlar ve bir anda şehrin her yanına yayılarak binlerce insanı alır götürürdü.

1778 Veba Salgını sırasında İstanbul halkının üçte biri ölmüştü.

İngiliz Elçisinin kızı da bu salgında hayatını kaybetti. Elçi, aceleyle ülkesine döndü. 1813’teki salgında ise Elçi Liston, içeride bulunanların sefaret dışına çıkmasını yasakladı. Üç ay boyunca burunlarını dahi çıkaramadılar. Ucunda ölüm vardı. Hizmetkârlar bile dışarıya adım atamadılar.

O dönemde, bugünkü anlamda hastanelerden bahsetmek mümkün değil. Eskiden kalan usûllerle hastalara şifâ bulmaya çalışan şifâhaneler, Bimarhaneler vardı. Kayıtlardan öğrendiğimize göre, “hastane” kelimesi ilk defa 1836’da, Edirnekapı’da bulunan Mihrimah Sultan Camii avlusundaki medrese odalarında hizmete giren birimlerde kullanılmış.

Sultan Abdülmecit döneminde, Sultan’ın anası Bezmiâlem adına Yenibahçe çayırı içinde ve ıssız, havadar, bol sulu yerde (şimdiki Adnan Menderes Vatan Bulvarı) 1843’te yaptırılan Gureba Hastanesi, İstanbul’un en büyük sağlık birimi oldu.

Buraya ümitsiz ve şifâ bulmaz hastalar alınmazdı.

201 oda ve 54 hekimle işe başlayan hastane, elindeki birkaç neşter, bir iki termometre dışında pek bir tıbbî cihaza sahip olmasa da, elden geldiğince hizmet vermeye, şifâ dağıtmaya çalışırdı. Bu kurum, bugün de faaliyetine devam etmektedir.

*

Veba bütün dünyada o kadar etkili oldu ki, insanlar karşılaştıkları her yeni salgını, verilen isminden ziyâde “çağın vebası” olarak anmaya meylettiler. Malûm, insan yeni karşılaştığını, önceki bilgilerini temel alarak değerlendirir.

Bir diğer salgın da kolera idi. Korkunç denecek çapta büyük felâketlerden biri. 1830’larda halkın da, yöneticilerin de bu tehlikeli hastalıklar hakkında bilgisi yoktu.

Büyük kolera salgınlarından bazıları Mısır, hattâ Hindistan üzerinden geliyordu.

1831 yılında (Sultan İkinci Mahmut döneminde) şiddetli bir kolera salgını başladı.

O zamanlar hastalık hakkında hiçbir şey bilinmediği için, bazı fikirler ortaya atıldı: “Bu hastalık üzümden ve hıyardan bulaşıyor. Zinhar yemeyin!”

Mikrobun kaynağı olarak üzüm ve hıyar suçlu bulunmuştu ancak bir dayanağı yoktu. Zaten halk da bu yasağı umursamadı. Daha ötesi, bahçelerinde yetiştirmeye başladılar.

Bugünküne ne kadar benziyor, değil mi?

O dönemde marketler olmadığı için, koşup sebze meyve reyonlarına saldıramadılar ama kendi bahçelerinde yetiştirdiklerini afiyetle yemekten de geri durmadılar.

Aslında o sebze meyveler de masumdu elbette.

Bir yerlerden geliyor, bulaşıyor ve hızla yayılıyordu.

Salgınla baş etmek kolay değildi

Çok yönlü tedbir almak gerekiyordu.

Gemiler de kontrol edilmeliydi. Hem yerli, hem yabancı gemilerin hastalık getirme riski gün gibi ortada durmaktaydı. Ne kadar çok hareket, o kadar çok temas; ne kadar temas, o kadar hastalık…

Kendi gemilerimiz için Rumeli Feneri’nde, yabancı gemiler için de İstinye’de kontrol istasyonları kuruldu.

Sultan İkinci Mahmut bunların dışında şehrin farklı noktalarına birkaç kolera kontrol istasyonu daha inşâ ettirdi. Bunlardan birincisi Çengelköy’de yapıldı.

Şüpheli olduğu düşünülen gemilerin malları depolara kaldırılıyor, 15 gün Fenerbahçe koyunda bekletiliyordu.

1840’larda Anadolukavağı ve Küçükçekmece kolera istasyonları hizmete girmişti. Ancak Karadeniz’den gelen gemiler çok fazlaydı. Bu sebeple istasyon yetersiz kalıyordu. Tarihçiler, 1853 Eylül ayında 36 saatte Karadeniz’den 350 geminin girdiğini not etmişlerdir.

Çökme sancıları çeken Osmanlı bir yandan da salgınlarla boğuşmaktaydı.

1864’teki salgında Hasköy’deki Humbarahane Kışlası karantina hastanesine dönüştürüldü.

İlk belediye hastanesi 1864’te Galata, Kuledibi’nde ahşap bir evde hizmete girmişti. Altıncı Daire-i Belediye Hastanesi...

Ancak burası çok ufak bir yerdi. Adı öyle olsa da hastane demek zordu. 15-20 hastaya bile zor yetecek durumdaydı. Kapasiteyi biraz olsun arttırmak için bahçeye sekiz yatak daha kuruldu.

1865 yılında, Sultan Abdülaziz devrindeki salgın da çok büyük can kayıplarına yol açmıştı.

1870’te Rusya üzerinden bir kolera dalgası daha yayıldı ve binlerce insanı götürdü. 1876’da bir başka salgın geldi ve o da 7 bin civarında cana mâl oldu.

İnsanlar sapır sapır hayatını kaybediyordu.

1893 Ağustos’unda, Hasköy’de başlayan ve Üsküdar taraflarında görülen ve bir sonraki yılın Nisan ayına kadar devam eden salgında binlerce kişi hastalığa yakalanmış, şehrin büyük kısmı alınan önlemler sayesinde ucuz kurtulmuştu. Ölü sayısı bin 537’de kaldı.

Bu salgının, o günlerde gelen bir İngiliz gemisinden sıçradığı tespit edilmişti.

1901’de “Bakteriyoloji-i Osmani” kuruldu. Başında bir Fransız bulunuyordu. Mösyö Nicole… Bir süre sonra kurumun başına bir Türk getirildi: Refik Giran... Bakteröyoloji teşkilâtı daha sonra başka birimlerle birleşti ve adı “Hıfzısıhha”ya dönüştü.

1908’de İstanbul’u büyük bir kolera dalgası daha saldırdı. Gemilerle gelen Rus hacılardan yayıldığı konusunda fikir birliği oluştu. O kadar hızlı yayılıyordu ki, gemilerde ölen Ruslar hemen denize atılıyordu.

Vakit geçirmeden önlemler alındı ama geç kalınmıştı. Cesetlerden yayılan mikroplar Boğaziçi’nin temiz sularını kirletmişti.

6 bin civarında ölü ile bu salgın da imzasını atmıştı.

*

Başta sözünü ettiğimiz 20’nci yüzyılın ilk zamanlarında dünyada 25 milyon insanın canını alan salgın grip virüsün, bizim topraklarımızda çok fazla tahribata yol açmadığını söyleyebiliriz.

İşgal altındaki şehirde Müttefik Şehir Karantina Komisyonu ve Türk Kızılayı’nın yaptığı çalışmalar işe yaradı, hastalık çabuk bertaraf edildi.

Karantinaya o yıllarda “lazarato” veya “taaffuzhane” denilirdi.

Ünlü hekimbaşı Abdülhak Molla, 1840’ta kurulan Meclis-i Tıbbiye-i Umumiye’nin başına getirildi.

Sıhhiye konusunda Avrupa standartları göz önüne alındı, çiçek aşısı zorunlu oldu.

Sonraki yıllarda aşılar çoğaldı, pek çok hastalığın önüne geçildi.

Umut ediyoruz ki, şu günlerde dünyanın her tarafında olduğu gibi ülkemizde de insanların başına dert olan “19” kod numaralı virüsün de hem aşısı, hem ilâcı bulunacaktır.

Kendi hayatlarını tehlikeye atarak hastalara şifâ olmaya çalışan hekimlerimiz, hemşirelerimiz, sağlık personelimiz var… Aşıyı bir an önce bulmak için canla başla çalışan araştırmacılarımız, laboratuvarda ter döken kahramanlarımız var… Gece gündüz çırpınan Sağlık Bakanımız var. İnşallah bu sıkıntılı günleri de atlatacağız. Sonra, ileriki zamanlarda, “Biz ne günler yaşadık!” diye anlatacağız.

Evet, mutlaka kurtulacağız ama bizim de vatandaşlar olarak vurdumduymaz olmamamız gerekiyor. Yeterince korunmaz ve gerekli tedbirleri almazsak, o süre fazla uzayacaktır.

En az salgın hastalıklar kadar tehlikeli olan bir şey var. O da, “Bana bir şey olmaz” anlayışı… Sanıyoruz ki, hep başkaları hasta olur, virüs onlara bulaşır da kendimize bir zarar vermez. Bu zihniyet, salgın hastalığın o kahredici belirtileri baş gösterene kadar devam eder ancak.

Niye o duruma düşelim ki elimizde tedbir imkânları varken ve henüz sağlığımız yerindeyken?