Milât: Bahçeli’nin çağrısına uymak!

Herhangi bir zeminde seçmen ve dolayısıyla oy kaybına uğratacak bir çağrıyla MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, elinde iktidar üstü bir iktidar yetkisi varmışçasına bir söylemle oyunu başlattı. Evet, Devlet, tünelin ardındaki uçurumdan değil, Türk siyaset ve devlet yönetimi treninin önüne çıkacak bütün tünellerin ardındaki manzaradan haber vermişti de Sayın Bahçeli bu haberlerden alınan bilgiyle hem Türk Devleti’nin oyununu başlattı, hem de Türkiye başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesini ilgilendirecek çapta bir hamleyle Türk milliyetçiliğine ilişkin bekâ atağına geçti.

HER cisim, hareket konumunu koruma eğilimi gösterir. Bu eğilim eylemi, fizikte “eylemsizlik” ile adlandırılıyor. Buna göre hareket eden bir nesne/madde üzerindeki başka bir nesne/madde, üzerinde bulunduğu nesnenin/maddenin hareket hızına uyum sağlar ve ivmesiyle ivmelenir. Ve bu ivmelenme nedeniyle hareket eden maddenin/nesnenin üzerindeki madde/nesne, konumunu korumak istemesi nedeniyle hareket hâlindeki nesneye/maddeye değil, aslında onun ivmesine uyum sağlar ve bu ivmeye göre konumlanır. Hareket eden nesne/madde durduğunda, harekete değil ivmeye uyum sağladığı için hareket etmeye devam etmek ister. Bu nedenle de hareket eden maddenin/nesnenin tersine eylemde bulunma eğilimine girer.

Örneğin hareket eden bir otobüs veya tren hareket hâlindeyken, o otobüs veya trenin hareket ettiği yöne doğru hareket eden kimse, hareket hâlindeki o araçtan sağlıklı şekilde inebilir. Öğrencilik yıllarımda arşınladığım terminallerde çokça otobüs muavinine böyleyken şahitlik ederdim. Çocukken bisikleti tek pedal sürer, akrobatik bir hareketle hareket hâlindeki bisikletten bu fizik kuralına riayetle fakat yasasından bîhaber şekilde inerdim. Peki, hareket hâlindeki bir nesneden/maddeden/araçtan onun hareket ettiği yöne doğru hareket etmeyen yani tersi yöne yahut dikine doğru hareket edene ne olur? Sağlıklı şekilde inemez. Ölümle dahi yüzleşebilir. 

Bir harekete ivmesi üzerinden bağlanmakla hareketin kendi hüviyeti yani derinliği üzerinden bağlanmak arasında büyük bir fark vardır. Bir fikriyata, bir dâvâya sahip olan hareketlere de bu nişan üzerinden bakmak gerekir. Türkiye’nin siyâsî tarihi bu noktada çok özel misaller verir. Sekizinci Cumhurbaşkanı Şehit Turgut Özal ile kurucusu olduğu Anavatan Partisi’nin ömrünün bir kesitini bu anlamda kısaca ele almak bizim için faydalı olacak.

Anavatan Partisi (ANAP) için Kurucu Genel Başkanı Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olması bir dönüm noktasıydı. Merhum Yıldırım Akbulut yerini merhum Mesut Yılmaz’a bıraktığında ise ANAP, ikinci dönüm noktasını da aşmıştı. Türkiye’de siyaset ise, Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı sürecinde 1990’lı yılların en açık Gladyotik çağını yaşıyordu. Bu süreçte Türk siyaset treninin çıkışı görünmeyen bir tünele girmek üzere olduğunu fark eden Turgut Özal, kurduğu siyâsî partinin de bu siyaset treninin içinde kalmaya ısrar ettiğini ve tünelin çıkışındaki şarampolden ANAP’ın da trenle birlikte yuvarlanacağını öngörerek kendi kurduğu siyâsî parti yerine yeni bir siyâsî parti kurmak istemişti. Yani Turgut Özal, hareket eden trenden hareket yönünde atlayarak inmek istemişti. Ancak tam vagon kapısında duralım!

Şehit Özal, sözünü ettiğimiz öngörü ile MÇP’den istifa ettirilmiş genç Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte yeni bir parti kurmak istemişti fakat teklifine olumlu bir yanıt alamamıştı. Bu süreçte sadece parti kurmak gayretinde değildi elbette, başka girişimlerde de bulunmuştu. Onun bu her girişimi, vagon kapısında trenin hareket ettiği yöne doğru meyillendiğini açık etti Gladyotik figüranlara. Ve maalesef bir el, adeta kapıdan adımını dışarı doğru atacakken, şarampole doğru ilerleyen trenin içine Özal’ı ensesinden tutup çekti. Ve Özal, şehadete yürüdü.

Özal’a söz konusu tünelin sonrasında uçurum olduğu bilgisini veren, güzergâh hakkında tecrübe sahibi olan Devlet’ti elbette. Sadece içinde bulunduğu güç ortam, onun Özal hakkında daha donanımlı bir hamle yapmasını engelliyordu. Vesayet yüklü Gladyotik bu ortamdan sağ çıkmak çok zordu. Tecrübe sahibi olmak, dolayısıyla öngörü sahibi de kılıyordu Devlet’i. Bu anlamda Özal’ını şehit verdikten yıllar sonra, Recep Tayyip Erdoğan’ına defalarca sahip çıktı. Zira Devlet özellikle 1990 ilâ 2000 yılları arasındaki 10 yıllık yılgın süreçte öyle yüksek bir zindelik kazanmıştı ki bundan sonraki süreçte karşı hamle yapmakta da gözünü budaktan sakınmayacağını göstermişti. Ancak bunu topluma anlatmak vardı…

Özal ile anlatamadığını Erdoğan ile “Siyâsî hayatıma mâl olsa bile…” diyerek anlatan Devlet, son olarak iktidar ile resmî anlamda herhangi bir organik bağı olmasa da, iktidardaki parti ile birlikteliği ancak ve ancak “seçim sandığı ve tavırda birliktelik” şeklinde görünen MHP’nin lideri Dr. Devlet Bahçeli’ye söyletti. Herhangi bir zeminde seçmen ve dolayısıyla oy kaybına uğratacak bir çağrıyla MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, elinde iktidar üstü bir iktidar yetkisi varmışçasına bir söylemle oyunu başlattı. Evet, Devlet, tünelin ardındaki uçurumdan değil, Türk siyaset ve devlet yönetimi treninin önüne çıkacak bütün tünellerin ardındaki manzaradan haber vermişti de Sayın Bahçeli bu haberlerden alınan bilgiyle hem Türk Devleti’nin oyununu başlattı, hem de Türkiye başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesini ilgilendirecek çapta bir hamleyle Türk milliyetçiliğine ilişkin bekâ atağına geçti. Bu çerçevede “Küresel Krizin Eşiğinde” serimizde yer alan açıları, görünenleri ve rolleri hatırlatmak isterim. Yani Sayın Bahçeli’nin dile getirdiği söylemle Türk Devleti, küresel plânda uçuruma giden trenden, trenin hareket ettiği yöne doğru fakat o trenden ayrılmak maksadıyla atladı. Ve evet, sağlıklı bir şekilde kendi durağına ayak bastı.

Pandemi döneminde, Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’nin üzerinde durması gerekenlerden bahsederek bugünlere nişan almıştık. O günlerden bugünlere neyin değiştiğini kestirmeye çalıştığımızda, Türk siyaset treninden eylemsizlik kanuna aykırı eylemlerle hareket etmeye çalışanları görüyoruz evvelâ. Zira bu makasta, önce trenden ayrılmak isteyen ilk kısmın, hareket edilen yöne doğru değil de aksi yöne veya dikine yani vagon kapısının karşısına doğru atladıklarını gördük. Ölü doğan siyâsî partiler, ölü doğacak olan siyâsî partiler ve daha ana karnında ölen siyâsî partiler, belli ki düşmenin etkisiyle büyük yaraların kapanmamasından bu hâlde kaldılar, kalacaklar. 

İkinci zümre, trenin bir şekilde duracağını görmezden gelen, bu gerçeği unutan, uçurumdan habersiz ya da söz konusu uçurumdan haber verenleri umursamayanlar… Bu zümre, ciddî bir eylemsizlik içinde. Evet, zahirî ve bâtınî anlamda eylemsizlik, “Ben iktidardayım, gücünü kullanırım” diyen bu zümrenin üzerinde bir ölü toprağı. Belli ki birinci zümre de, ikinci zümre de ölü... 

Kovid-19 Türkiye’ye uğramadan kısa bir süre önce Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, daha sonra pek çok devlet liderinin sarf ettiği bir cümle sarf etmişti. Bu noktada o sözü hatırlayalım: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!”



Peki, Sayın Erdoğan ve Sayın Bahçeli özelinde farkındalığı sağlayacak herhangi bir mekanizma işliyor mu ki halk bu durumdan haberdar olsun da buna göre hareket etsin!?


Sayın Erdoğan’ın bu sözünün suflesi Devlet’ten gelmişti fakat “İktidarsam devlet benim!” diyenler, konudan habersizmiş gibi davranmaya kodluydular. Bu anlamda güya Sayın Erdoğan’ı zaaf içinde göstermekten gocunmadıkları gibi, Devlet’i zayıf ve hatta aciz göstermekten yüksünmediler. Onlar, kendilerine emanet edilen bileti kondüktöre (millete) göstermek yerine her seferinde kondüktörle (milletle) inatlaşma yolunu seçtiler. Bu inatlaşmanın faturasını ise adeta Sayın Erdoğan’a ödetmeye yeminliler. Ancak Sayın Bahçeli, düdüğü çaldı. Bu tayfa, elleri koyunlarında kalmış vaziyette, oturmuş oldukları makamlardaki son günlerini geçirerek tahmin dahi edemedikleri sona doğru gidiyorlar. Tam bir eylemsizlik içinde… Çünkü onlar, hareketin kendisine değil, ivmeye bağlandılar. Onlar, hiçbir harekete bağlı da olmayacaklar. Çünkü onlar her devirde var ve iktidar sahibi olacaklarına inanıyorlar. Fakat ölünün saltanat yaşadığı tek yer musalla taşı, tek vakit cenaze namazı. Cahit Sıtkı Tarancı öyle diyordu zira: “Neylersin, ölüm herkesin başında/ Uyudun, uyanamadın olacak/ Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında/ Bir namazlık saltanatın olacak/ Taht misali o musalla taşında.”

Peki, Sayın Erdoğan ve Sayın Bahçeli özelinde farkındalığı sağlayacak herhangi bir mekanizma işliyor mu ki halk bu durumdan haberdar olsun da buna göre hareket etsin? 


Partili cumhurbaşkanlığı konusunda Erdoğan mı ısrarcı oldu, yoksa AK Parti mi? AK Parti’nin Ahmet Davutoğlu ve Binali Yıldırım döneminde yaptıklarıyla bu manzaraya Recep Tayyip Erdoğan’ı mecbur ettiği kesin, bu birinci neden. Sayın Erdoğan bizzat istediyse yanlış düşünülmüş. Ancak onun gibi birinin siyâseti bilmediğine asla inanamayız. İstişareye önem verdiğini ise cümle âlem biliyor. Öyleyse!?


İletişim yetmezliği

Eğer böyle bir mekanizma işliyor olsaydı, elbette kendisini Türkiye’ye karşı konumlayanların oyunu tutmaz ve Türkiye’ye dair ümit ve inanç konusunda toplum algısında olumsuz gelişmeler yaşanmazdı. Bu noktada tekrar Pandemi sürecinin hemen başlangıcında hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması için neler dediğimizi (Mart-Nisan 2020) kısaca hatırlatmak istiyorum:

“Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk Cumhurbaşkanlığı Kabînesi canla başla çalışıp salgının yayılmasını engellemek, hastalığın şifâya ermesi için maddî ve mânevî tüm yolları açmak ve ülke gidişatının zarar görmemesi için kaynaklar ortaya çıkarmak üzere çalışırken, Twitter’den attığı iki üç mesajla ‘Keşke bu süreci sen yönetseydin’ iltifatına mazhar olmak, sanırım ancak Mansur Yavaş’a nasip olabilirdi. Bu durumu izah etmek için ciddî anlamda kendime sınırlar koyuyorum. Zira ortada olağanüstü bir PR (piar) rezaleti var. Hani şu, CHP’lilerin söylediği kavram olan PR… 

PR, ‘public relations’ anlamına gelir. Yani halkla ilişkiler… Bu konunun altyapısı davranış bilimleri ile oluşturulur. Davranış bilimlerini güncel hayatta en seri şekilde kullananlarsa reklâm şirketleridir. İmamoğlu’nun seçim sürecinde yürüttüğü PR uygulamasının Avrupa ve ABD’deki reklâm yarışmalarından birincilikler çıkardığından bahsedersem, sanırım daha detaylı bir örnek vermeme gerek kalmaz. Bu arada, İmamoğlu ile Yavaş’ın PR sürecini işleten mekanizma aynı…

PR’ın icraate galebe çaldığı süreci yaşayan insanlık manzarasında, Hükûmet’in yaptıklarının yanı sıra bir belediye başkanının aslında yapmadıkları bu yüzden olağan. Salgın üzerine alınan ekonomik tedbirler kapsamında, istihdamın aksamaması ve işten çıkarmaların olmaması için sanayici, tüccar ve daha birçok alanda işverene vergi ve kredi borcu erteleme imkânının yanı sıra Kredi Garanti Fonu aracılığıyla ek bir kredi getirilmesi nasıl anlaşılmaz bir durum olabilir? Yani Hükûmet diyor ki, “İşçin çalışmıyor olabilir, maaşını ver ve çıkarma, ben seni sübvanse edeceğim”. Ancak işten çıkarmalar maalesef gerçekleşiyor.

Sadece bu mu? Bir taraftan da salgının artan boyutuyla doğrudan ilgilenmek ve öncelikle bu problemi çözmek zorunda Hükûmet. Ama Yavaş çıkıyor ve diyor ki, ‘Hazırlığımızı yaptıktan sonra 150 bin aileye bütçe çıkaracağız’. Peki, böyle bir şey var mı? Bir hafta sonra yeni bir mesaj: ‘Hazırlığımızı tamamladıktan sonra…’ Bu neyin hazırlığı? Tam bu sırada, Ulaştırma Bakanı Cahit Turhan’ın görevden alındığını ve Bakan Yardımcısı Adil Karaismailoğlu’nun yerine atandığını öğreniyoruz. Nedeni, Kanal İstanbul ihalesini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Ertele!’ talimatına rağmen ertelememiş olması. Asıl neden bu değil hâlbuki. Ancak belli ki son damla bu. Halk nezdinde bu durum konuşulurken, Yavaş’tan bir mesaj daha: ‘Bütün ihaleleri erteliyoruz.’ (PR mı? PR’ın daniskası bu.) 

Kovid-19 salgınının dünyada etkisini hissettirmeye başladığı ilk günlerden itibaren dünyadaki tüm ülke liderlerinin ağzında aynı cümle var: ‘Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!’

Malûm, Başkan Erdoğan’ın en yakın arkadaşlarından biri, 15 Temmuz’da Hakk’a şehâdetle yürüyen, Erdoğan’ın iletişim ve halkla ilişkiler danışmanı, reklâmcı Erol Olçok idi. Erol Olçok, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olduğu andan itibaren Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın yanında bulunup, onun halkla temas kurması noktasında bir tür akıl hocalığı yapmıştı. Onun varlığı öyle önemliymiş ki, namazı ve defni sırasında Sayın Başkan’ın gözyaşları, bu ehemmiyetin en belirgin niteliklerinden biridir sanırım. Şehit Olçok öyle özel kampanyalar hazırlıyor ve öyle özel sunumlarla çıkarıyordu ki Erdoğan’ı halkın karşısına, Erdoğan’ın liderliğine inanan ve icraat yönüne bakanlarda ümit doğuyordu. Olçok’un şehâdetinin ardından kullanılan her veri, Olçok’un disiplininin birer taklidi oldu, ancak işlemekte güçlük çekti. Olçok’un yönettiği süreçlerde Başkan Erdoğan, en çıkılamaz sanılan süreçleri dahi yüz binlerce kalabalığın tâ havalimanlarına koşup Liderini bağrına basmasıyla gösterdi. (...)

Öyle tahayyül etti ki bu fakir, madem hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak, bu süreci muazzam bir fırsat, bir milât olarak belirlerdim. Zaten artık ‘Koronadan önce, Koronadan sonra’ değil mi? İşte milât! (...) İnsana karşı ilk ikna yöntemi para arz etmek değil, algısını yönetmektir. 

2023 senesinde yüzüncü yaşına girecek olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, neredeyse yüz yıldır kalkınmasını tamamlayamamış bir ülke olarak kabul edilmesi, artık bizzat bu Devlet tarafından tartışılmalıdır. ABD’nin sokaklarına asker yığdığı, Çin’in yeniden pislik yuvalarını halkına arz ettiği, Avrupa Birliği’nin kendi içinde asla birlik olamadığını kanıtladığı, NATO’nun fos çıktığı ve Birleşmiş Milletler’in alelâde bir limited şirketinden farksız olduğunun anlaşıldığı bir süreçte, yeni dünyaya liderlik edebilmek için ancak ve ancak kendimize odaklanmalıyız.

Bundan sonraki süreçte anayasa anlayışımızdan mahkemelerimize, yargılamadan infaza değin bütün hukuk felsefemizi insana, evrensele hitap ettiği bir yapıya kavuşturmayacaksak, her şey eskisi gibi olacak demektir. Bundan sonra hâlâ o çok eleştirdiğimiz eğitim sistemi ve müfredatı, yeryüzünden gökyüzüne, atomdan galaksilere, mikrosundan makrosuna, eleştirel düşünce kılavuzluğunda işlemeyecekse, talebeye özgürlüğünü tevdi etmeyecekse, ebeveyn için çocuğu kâr getirmesi gereken bir yatırım alanı olmaktan çıkarmayacaksa, her şey eskisi gibi olmaya devam edecek demektir. Aile kurumunun sarsılması için yine ahlâksız metinlerle donatılı sözleşmeler bu ülkeye dayatılacaksa, televizyon ve sosyal medyada aşağılık dizi ve sinema filmlerinin gösterimleri sürecekse, çöken Batı’nın çöküşünü hazırlayan arsızlık yine hükmünü icra edecekse, her şey eskisi gibi olmaya devam edecek demektir. Tarlalar peşkeş çekilecek ve evler devâsa ucubelere hapsedilecekse, suyun önü kesilecek ve dağlar, ormanlar ve de kaynaklar tehdit edilebilecekse, her şey eskisi gibi olmaya devam edecek demektir. Kültür turizme yem edilecek ve tarih, hırsızlarla yalancıların dilleri ile ellerine meze yapılacaksa, her şey, ama her şey eskisi gibi olmaya devam edecek demektir. Bu topraklarda hâlâ ihanetin sesi gür çıkmaya, hattâ bir nebze dahi cesaret bulmaya alan bulabilirse, bu ülkede hiçbir şey değişmeyecek demektir. Terörün her türlüsü, silahlısı, ahlâksızı, ideolojiği ve bireyseliyle bu ülkede yaşayabilecek tek bir oda dahi bulabilirse, her şey aynıyla devam edebilecek demektir.

(...) Şehit Erol Olçok’u rahmetle anarken, onun nasıl vasıflara hâkim olduğunu hatırlamıştık. Bugün yaşıyor olsaydı nasıl refleksler gösterebileceğini tahayyül ederken bir şeyi hatırlamayı da unutmayalım: O yaşıyor olsaydı, bugün Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi çerçevesinde kurulan Cumhurbaşkanlığı Kabînesi’nde onun yeri neresi olacaktı?

Türkiye, Kovid-19 pandemisini bütün kurumlarıyla harikulâde yönetirken, ‘Hükûmet istifa!’ başlıklı paylaşımlar yapanların kimlerin uşakları oldukları araştırılmalı, sürecin yönetimindeki başarıyı algıyı idareye de taşımalıyız. ‘Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ diyorsak, her şeyin eskide kaldığını, bu Devletin ne paralel unsurlara, ne müstemlekecilere, ne azınlıklara, ne de Anadolu irfanının canına kastedenlere yem edilebileceğini tüm noktalarıyla ezberletmemiz, belletmemiz şarttır. Bu süreçten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa, Yeni Türkiye’nin de tam bağımsızlığına eriştiğini cümle âlemin bilmesi ve buna göre tekmil vermesi sağlanmalıdır.” 



PR’ın icraate galebe çaldığı süreci yaşayan insanlık manzarasında, Hükûmet’in yaptıklarının yanı sıra bir belediye başkanının aslında yapmadıkları bu yüzden olağan.


Pandemi’nin henüz ilk günlerinde kaleme aldığımız bu notlara da yine bugünden baktığımızda görüyoruz ki, görevi bu toplumsal refleks kıvamını hazırlamak olanlar da Sayın Cumhurbaşkanı’nın aksine tünele girmeyi kafaya takmışlar. Bu anlamda Sayın Erdoğan’ın handikaplarını ise sürekli başkalarının gösterdiği refleksler kapatmış. Yani yanına aldıkları Sayın Erdoğan’ın hareketi yerine ivmesini sahiplenmeyi tercih etmişlerken, dışarıda bıraktıkları ise Erdoğan’ın bulunduğu kompartımanı ve hatta vagonu bırakın, adeta “Ya Erdoğan pencereden bakar da beni görürse?” ümidiyle trenin yanında koşarak trenin ve Erdoğan’ın ivmesinden ziyade kendi hareketlerini Erdoğan’ınkinden yani treninkinden de yukarı taşıyarak sürekli biçimde Sayın Cumhurbaşkanı’nın dik ve diri kalabilmesini sağlıyorlar. Bu çerçevede Sayın Erdoğan’ın buna çözüm olarak ilk plânda bir şeyden kurtulması gerekiyor: Partili Cumhurbaşkanlığı…

Hatırlayacaksınız, Kemal Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanı olduğu dönemde siyaset dilini pespaye bir hâle getirmiş, Cumhurbaşkanı’nın partili yani aynı zamanda bir siyâsî parti yönetici olması konumundan sonuna kadar faydalanmıştı. Zira anayasal çerçevede “Türk Devleti’ni temsil eden cumhurbaşkanına hakaret” bir suçken, Kılıçdaroğlu, “Biz rakibiz” konforundan yararlanarak halk nezdinde sürekli şekilde Sayın Cumhurbaşkanı’nın itibarına saldırdı. Bu anlamda kendi zümresi boyutundan bakılınca bunu başarıyla yürüttü. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bir terörist hakkında aldığı kararı Türkiye’nin uygulaması yönünde Sayın Erdoğan nezdinde Türk Devleti’ne meydan okuyup salık verirken azdıkça azmıştı da, “Sen kimsin? Sen kimsin ki Avrupa’nın gösterdiği tavsiyeye uymayacağını söylersin?” diyebilmişti. “Sen kimsin?” dediği, Cumhurbaşkanı…

Peki, Kılıçdaroğlu’nun bu ifadesi karşısında ne yapıldı? AK Parti yönetimi kınama yayınladı. İktidar partisinin yönetimi… Şimdi soru şu olmalı: Partili cumhurbaşkanlığı formülüyle güya partiye sahip çıkmasını istedikleri Adam’a/Lider’e nasıl zulmettiklerini anlamıyor mu bu yönetim?

Kınama şu demek: “Sen bizim partimizin liderine böyle diyemezsin!” Ancak şu ifade daha başka: “Sen kim oluyorsun da Cumhurbaşkanı’na böyle çemkiriyorsun?” 

Peki, bu çıkışı kim yapacak? Parti yönetimi değil, doğrudan Cumhuriyet Başsavcısı… Farkı anlaşıldı mı? Savcı, Cumhurbaşkanı’na “Sen kimsin?” diyene şöyle sorar: “Sen kimsin de Türk Devleti’ni temsil edene ‘Sen kimsin?’ diyebiliyorsun?” 

Partili cumhurbaşkanlığı konusunda Erdoğan mı ısrarcı oldu, yoksa AK Parti mi? AK Parti’nin Ahmet Davutoğlu ve Binali Yıldırım döneminde yaptıklarıyla bu manzaraya Recep Tayyip Erdoğan’ı mecbur ettiği kesin, bu birinci neden. Sayın Erdoğan bizzat istediyse yanlış düşünülmüş. Ancak onun gibi birinin siyâseti bilmediğine asla inanamayız. İstişareye önem verdiğini ise cümle âlem biliyor. Öyleyse?


Bu itibarsızlaştırma operasyonu o kadar haddini aşan bir seviyeye getirildi ki, liselerdeki “Millî Güvenlik” adlı ders bile özellikle kaldırıldı. Konumuza bu ders perspektifinde bakmak faydalı olacak. Zira bu dersin amacı hem vatan sevgisini en güzel şekilde anlatmak, hem de ülkemizin stratejik değerlerini genç yaştaki dimağlara aktarmaktı.


Meselâ 1999’dan beri yaptığı çağrılarla ülke siyasetine eşik atlatan ve son olarak İmralı’dakine de çağrı yapan Sayın Bahçeli, malûmunuz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli’ne geçiş için de çağrıyı bizzat yapmıştı. Onun bu partili cumhurbaşkanlığı konusuna bu fakir, kesinlikle bir şerh düştüğünü düşünüyor. Bu yüzden partili cumhurbaşkanlığı mevzuatından ivedilikle vazgeçilmeli, muhalefet isimlerine bir söylerken bin düşündürecek bir zemin oluşturulmalıdır. Değilse, Erol Olçok’u şehit edenlerin ellerine aldıkları algı piyasasında daha uzun süre Devlet’e meydan okumayı Sayın Erdoğan’ın şahsı üzerinden yükseltmeye devam edecek, ülkemizin adaletsizlikler ülkesi olduğu algısını daha da ileriye taşıyacaklar.

Partisinin derdi de dâhil her dertle dertlenen ve ilgilenmek zorunda kalan fakat hepsine yetişemeyeceği için görevlerini emanet edip de emanetçilerinden adamakıllı faydalanamayan bir Lider olarak Sayın Erdoğan, maalesef bu yüzden kimseye yaranamaz oldu. AK Parti’yi desteklemeyen ona zaten doğrudan saldırırken, AK Parti’yi destekleyen de ona en azından sitem ediyor. Bu mânâda tek ümidimiz, trenden tek başına, daha doğrusu Sayın Bahçeli ile tek başlarına atlarken yanlarında kimsenin kalmayacak oluşu (sâdıklar istisna).

Sayın Erdoğan, yaptığı icraat ve gösterdiği metin tavırla anılarak Türk siyaset tarihine altın harflerle yazılması gereken bir isme sahipken, “Barajlar Kralı” diye anılan Süleyman Demirel kadar dahi icraatı hakkı zâtına verilen bir yiğit olamadı. Zira Şehit Olçok’un yerine gelenler, onu tam anlamıyla anlatmak ve Devlet’i halkının gözüne ve gönlüne sunmak yerine, Sayın Erdoğan’ı eksik biriymiş gibi gösterdiler. 

Şöyle ki; dezenformasyona izin vermek ve dezenformasyon üzerine bir de bilgi kaynaklarına erişimi engellemek, bana Türk Dil Kurumu’nun her sene bir imlâ ya da noktalama işareti değişikliğine gitmesi gibi geliyor. “Eller alışverişte görsün” anlayışıyla “Bakın, işte çalışıyoruz” der gibi, “Daha ne yapalım, dezenformasyonla mücadele ediyoruz ya!” tadında görülen faaliyet, 22 yılda Türkiye’ye seviye atlatan ve Ayasofya Camiî’ni ibadete açmak dâhil bütün hayâlleri gerçekleştiren bir Lider’e ayıp etmektir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli ile birlikte, eski adı “Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü” olup bugün doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlı olup Türkçede başka kurum temsil eden kelime yokmuş gibi adına yine “başkanlık” eklenen İletişim Başkanlığı, halkı öğrenmesi gereken bilgiyle enforme etmek yerine halka gelen kirli yani dezenformatik bilgiyi engellemek yoluna giden bir kuruma kavuştuk. O da bunun farkına varıp, “Dezenformasyonla Mücadele Başkanlığı” kurdu. Başkanlık, başkanlık içinde başkanlık, başkanlık içindeki başkanlığın içindeki başkanlık… 



Partisinin derdi de dâhil her dertle dertlenen ve ilgilenmek zorunda kalan fakat hepsine yetişemeyeceği için görevlerini emanet edip de emanetçilerinden adamakıllı faydalanamayan bir Lider olarak Sayın Erdoğan, maalesef bu yüzden kimseye yaranamaz oldu.


Halkla nasıl iletişim kurulur?

Türkiye darbeler gören bir ülke olduğu için Askeriye müessesinde gelişen vesayet gelişimi üzerine Sayın Erdoğan’ın liderliğinde bu vesayet yönetimine karşı mücadele edildi ve bunda başarıya erişildi. Ancak bu mücadele sürecinde özellikle FETÖ’nün kötü niyeti ve süreci dizayn etmeye yönelik taşıdığı niyet nedeniyle halk üzerinde bırakın askerî haşmet endişesini, asker ve polis nezdinde Devlet’in üniformasına hürmete de yer bırakılmadı. Bu, bile isteye yapılmış bir itibarsızlaştırma operasyonuna dönüştürüldü ki bugünlerde yaşanan aşağılık görüntülere zemin hazırlansın. Yani bugünler, o günlerde tasarlanmıştı. 

Bu itibarsızlaştırma operasyonu o kadar haddini aşan bir seviyeye getirildi ki, liselerdeki “Millî Güvenlik” adlı ders bile özellikle kaldırıldı. Konumuza bu ders perspektifinde bakmak faydalı olacak. Zira bu dersin amacı hem vatan sevgisini en güzel şekilde anlatmak, hem de ülkemizin stratejik değerlerini genç yaştaki dimağlara aktarmaktı. Ancak bu iki amacın dışında en önemli verim, askerle vatandaşı en temiz şekilde bir araya getirmekten alınacaktı. Başarılıydı da. Zira bizzat kahraman Türk Ordusunun subay yahut astsubaylarının verdiği derslerde henüz gencecik yaştaki zihinler, şık üniformaları içinde vatansever örnek kişiliklere şahit oluyorlardı. Bu ders, “Müfredatı çok yanlış” denilerek kökten kaldırıldı. E müfredatı düzeltseydiniz? Bugün başka ülkelere gitmeyi hayâl edip Türkiye’yi hiç yerine koyan gençlerin varlığı hakkında AK Parti destekçilerinin dahi şikâyet etmeye hakkı var mıdır?

Millî güvenlik dersi, darbe yönetimleri sonrasında halkla iletişim kurmak adına yapılan en değerli yatırımdı, başarı elde etmişti. Üniformaya olan hayranlıkla vatanperver birer asker, pilot veya polis olmak isteyen nesilse maalesef geride kaldı. Bugün bir kesim tarafından astsubaylık yahut polislik, dört senelik üniversite sonrası iş bulunamadığında başvurma imkânı olan herhangi bir meslek olarak algılanıyor. 

Peki, millî güvenlik dersi kaldırıldıktan sonra yeni ders olarak ne eklendi? Kur’ân öğrenimi, Siyer… AK Partililer bu iki ders dışındakileri sayamaz sanırım. Kaldı ki, bunlar seçmeli ders kapsamında. Yönetimi dindarlığıyla meşhur özel okullarda seçmeli değil, zorunlu ders gibi, öğrenciye sorulmadan veriliyor. (Bu cümlemden başka niyetler çıkarılmamalıdır.) Ancak bu seçmeli derslere ek olarak bir seçmeli ders daha var: “Medya okuryazarlığı”.

Medya okuryazarlığı, bugün Türkiye’de dezenformasyona karşı mücadelenin en önemli çaresiyken ve ortaokul ile lisede seçmeli ders olarak müfredata eklenmiş olmasına rağmen maalesef verilmeyen bir ders. Deniliyor ki, “Öğretmeni yok”. Bu bir cevap mı? Olağanda, İletişim Başkanlığı tıpkı Türk Silahlı Kuvvetleri gibi yapıp, tıpkı millî güvenlik dersini bir askerin vermesi gibi, bir gazeteci tarafından bu dersi her okulda verdirebilir. Medyayı, özellikle de sosyal medyayı takip ederken ne yapması gerektiğini bilen bir nesil, geleceğe nasıl yansıyacaktır, bugünden belli. Dersin anlatım içeriğinin yanında bütün çerçevesini çizmek, İletişim Başkanlığı’na akredite olmuş bütün gazetecilerle istişare ile mümkün. Bundan on yıl sonra mide bulandırıcı medya programlarına Türkiye’de böylece yer dahi kalmayacak ve Erdoğan gibi vatanperver liderler, yapmadıklarıyla diktatör diye algılanmak yerine yaptıklarıyla kahraman olarak böylece anılacaklardır.


Medyayı, özellikle de sosyal medyayı takip ederken ne yapması gerektiğini bilen bir nesil, geleceğe nasıl yansıyacaktır, bugünden belli. Dersin anlatım içeriğinin yanında bütün çerçevesini çizmek, İletişim Başkanlığı’na akredite olmuş bütün gazetecilerle istişare ile mümkün. 


Sonuç bâbında son çözümleme

Türkiye’nin siyâsî partiler tarihi incelendiğinde, ülkemizde varlık bulmuş yahut mevcut tüm siyâsî partilerin merkez yönetimlerinde, milletvekili listelerinde ve taşradaki üst yönetimlerde hukuk tandanslı meslek sahiplerinin yoğunluğuna şahit olunur.

“Hukuk tandanslı meslek sahibi” tanımından maksat, öncelikle avukatlıktır. Zira hâkim yahut savcı biri, muvazzaf hâldeyken herhangi bir siyâsî partinin üyesi olamaz. Ancak sahibi olduğu fikriyat ve ideoloji ekseninde yaşayan herhangi bir hâkim, savcı yahut yargı üyesi bir hukuk insanı, emekliliği yahut bulunduğu işten istifası sonrasında ya avukat ya da “eski hâkim”, “eski savcı” titriyle bir siyâsî partide fiilî görev alabilir.

Türkiye’de siyâsî anlamda en çok fikri olan meslek grubu hukukçulardır. Bu imaj bakımından da böyledir, bu gruba dâhil olan kimselerin sahibi oldukları hissiyat bakımından da böyledir. Onlar bu plânda “Bu işi ben biliyorum” deme lüksüne de sahiptirler. Zira siyaset, hukuka tâbidir.

Türkiye’de İslâm merkezli helâl-haram ekseninde işleyen bir hukuk sistemi işlemiyor. İşleseydi de karşımıza çıkan şey, örneğin kadıların, fakihlerin, mollaların ve hukuk müderrislerinin “İdareyi ancak bizim fetvamızla gerçekleştirebilirsiniz” tabiatında olurdu. Kaldı ki, bugün karşılaştığımız her paralel din gayretlisi, “Kur’ân’ı ve Peygamber’i okuduğunda anlamazsın, benden öğren, rahat et! Bana tâbi ol!” heveslisi.

Türkiye’nin paralel devlet yollarının her birinin bu yüzden hukuk üzerine kurulmuş kapılardan geçmekte olduğunu da görmemiz şart. Bugün AK Parti’den MHP’ye, CHP’den DEM Parti’ye, hatta Meclis’teki küçük grupların yanı sıra Meclis dışında kalan diğer siyâsî partilerin de yönetimlerine, milletvekili listelerine ve il/ilçe başkanlarına baktığımızda göreceğimiz, “Siyasette icraat için evvelâ hukuku ve dolayısıyla kanunları, yönetmelikleri bilmek, uygulama diline hâkim olmak lâzım” anlayışıyla yerleştirilmiş yüzlerce hukukçunun olduğudur.

Özellikle muhalefet ederken başvuracağınız en mühim kaynak Anayasa, kanunlar, kanun maddeleri, yönetmelikler ve tüzüklerdir. Bu yol hükümete karşı da, TBMM idaresine karşı da, belediye yönetimine karşı da değişmez. Muhalefet ettiğiniz şeyde haklı bile olsanız, vicdanî plânda göstereceğiniz şey kanunî plânda meşru ise yapacağınız bir şey yoktur. Çünkü yönetimde bulunan, meşru yolu gözeterek icrada bulunmuştur. Aksi bir durum varsa yargıdan zaten döner. Bu da hukukun üstünlüğünün maddî ve somut plândaki başka bir kanıtıdır.

Türkiye’nin son yirmi iki yılında iktidar olan AK Parti, sadece ülkenin alt ve üst yapısına yaptığı yatırımlar ve gerçekleştirdiği icraat yoğunluğuyla değil, bünyesindeki hukukçularla da Türkiye’nin bu son yirmi iki yılına damgasını vurmuştur. Bunun en özel örnekleri, Anayasa’da değişiklik içeren pek çok paketi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçirmenin yanında halka da taşıyarak üç özel referandumla (2007, 2010, 2017) ülkenin en ciddî anayasal meselesini çözmesiyle görünecektir.

AK Partililer ve AK Parti iktidarının üst düzey yöneticileri, iktidarları boyunca yaptıkları yollardan, köprülerden, sağlık yatırımlarından, darbe ve kalkışmalara karşı gösterilen mücadeleden bahsederken, hukukî plânda gerçekleştirdiği reformlardan neredeyse hiç bahsetmemekte. Örneğin son yani 2017 yılında gerçekleşen referandumla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli’ne geçen Türkiye’yi bu seviyeye kimin taşıdığını neredeyse AK Parti bile bilmiyor. Bununla övünmüyor. Modelin eksiklik ve aksaklıklarını görüp tamir etmek yerine, parlamenter sistem tutkunlarına adeta ipuçları veriyor.

Hukukî plânda AK Parti’nin ortaya koyduğu hamlelerden en önemlisi 2010 Referandumu ile gerçekleştirdiği Anayasa’daki değişiklik paketini geçirmektir. Bu paketle yargıda çok ileri bir değişim yaşanmış olmasına rağmen AK Parti bundan da konu açmamaktadır. Bu paketle birlikte Türkiye’de askerî vesayet düzenine net şekilde son verilmiştir aslında fakat AK Parti’nin hukukçularının adeta bundan da haberi yoktur. Veya öyle davranmaktadırlar. Zira bu paketle 2017’deki Anayasa’da değişiklik paketinin de önü açılmış ve Türk Ceza Kanunu’ndaki değişikliğin yanı sıra Askerî Yargıtay ve Askerî Mahkemelerin tümü kapatılarak “Askeri sadece asker yargılayabilir” ilkesi dama atılmıştır.

Buradan hareketle üç vakadan bahsederek AK Parti iktidarının ve AK Parti hukukçularının AK Parti döneminde gerçekleştirilen yargı ve hukuk minvâlindeki değişikliklere ne kadar uyumsuz bir siyaset tarzı izlediğine dair birkaç soru soralım:



Sayın Cumhurbaşkanımızın etrafına kümelenen ve hatta kendi içinden geçeni “Beyefendi böyle diyor” diye aktaran bir çakal kümesi var Türkiye’nin karşısında.


2017 Referandumu ile Türk Ceza Kanunu’na “nefret” de bir suç olarak eklendi ve yaptırım olarak müebbede varan oranlarda bir karşılık belirlendi. Ancak nefret kanunda net biçimde tarif edilmesine rağmen, nefret söylemi nedeniyle yargılanan herhangi vaka görülmedi. Bunun yerine “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” şeklinde tanımlanan suç kullanıldı, kullanılıyor. Örneğin bir kadın, verdiği bir sokak röportajında “nefret” suçunu doğrudan kullanmasına rağmen “halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu” kapsamında gözaltına alınarak tutuklu şekilde yargılanıyor. “Doğal olarak” suçlu olmadığı için söz konusu kadın tahliye oluyor. Tahliye doğal olduğu için, CHP Genel Başkanı tarafından açılışı yapılan İzmir Fuarı’na söz konusu kadın onur konuğu olarak davet ediliyor. Konuya hâkim olanlar CHP’ye yükleniyorlar tabiî. Ama bundan sonuç alınabilir mi? Hayır!

Söz konusu kadın “nefret” suçuyla yargılansa suçlu kabul edilecek, ancak yargılamayı yanlış yaptığınızda, söyleminde ne kadar haksız olursa olsun, suçlayamazsınız. Bu, şuna benzer: Ortada bir tecavüzcü var ama onu hırsızlıkla suçluyor, tecavüzünden bahsetmiyorsunuz. Hırsız mı? Değil. Bundan sonuç almak da mümkün değil.

Söz konusu kadın nedeniyle Adalet Bakanlığı’ndan bir açıklama yükseliyor ve deniliyor ki, “Sokak röportajlarına kısıtlama getirilmesi konusunda çalışma yapacağız”. Çözüm bu mu olmalı? Sokak röportajı yapan kişiler ve bu kişileri çalıştıran şirketler basın elemanı ve basın kuruluşu olarak kayıtlı değiller mi? Bir basın elemanının Basın Kanunu’nda yer alan ilkelere ve maddelere bağlı şekilde davranması yönünde belirlenmiş bir çerçeve yok mu? Eline mikrofon alan röportaj yapıyorsa, evvelâ o mikrofonlu kişiyi kolaylıkla tespit edersiniz ve Basın Kanunu’na bağlı olarak istihdam edilip edilmediğini öğrenirsiniz. Kanuna uygun değilse çekersiniz fişini. Kanuna uygunsa, Basın Kanunu’na uygunsuz eylemden yargı yolunu açarsınız. Sonra ne mi olur? Röportaj yaptığı kişinin fikirlerine muhalefet eden, röportaj yaptığı kişiyi tahrik eden ya da röportajını maksatlı şekilde yönlendiren sözde muhabirlerden bütün sokaklar arınmış olur. AK Parti, Dezenformasyonla Mücadele Kanunu’nu bu hususta açık şekilde işleten bir yargılama için hiçbir hukukçusunu devreye sokmuş mudur?

Yahut başka bir örnek olarak, yukarıda zikrettiğimiz askerî vesayet konusunu da hatırlatacak bir durum olarak, kılıçlarını çekmiş hâlde kendi kendilerine yemin üreten teğmenler meselesi olsun… Bu organizasyonu kimin yaptığını, kimin kayda aldığını, tekrarlanan sözleri kimin hazırladığını ve görüntüleri kimin servis ettiğini ve bütün bunların maksadının ne olduğunu sivil yargı ile oldukça şeffaf biçimde takip etmek imkânı da doğrudan AK Parti’nin bir icraatı. Ama millette “Yeni bir darbe girişimi olabilir mi?” sorusu üzerine çapsız ve hatta acayip çapsız tartışmalar… Bu ülkede CHP’nin ve DEM Parti’nin hukukçularının hukuk boşluklarını nasıl ezbere bildiklerini cümle âlem görüp anladı da bu hukuk zeminini oluşturup uygulayan bizim taraf bu işe bir uyanamadı gitti. 

Sayın Erdoğan’ı sadece yol, köprü, hastane, toplu konut velhâsılı inşaat yaptırmakla andıran ve muhalefete “Ancak inşaat yapmakla övünüyorsunuz” demek fırsatı sunan, -üç beş kişi hariç- bizzat AK Parti ve -üç beş kişi hariç- Cumhurbaşkanlığı Külliyesi yönetimidir. Oysa Sayın Erdoğan, Türkiye’de hukukî reformların da, teknolojik ilerlemelerin de, ekonomi alanında gerçekleştirilen atılımların da, savunma sanayiindeki gelişimin de bizzat mimarı Sayın Erdoğan’dır. Bu anlamda Sayın Erdoğan tam bir liderdir. Fakat o tam bir liderken, onu eksik anlatanlar bizzat eksik olanlardır. Zira onlar, Sayın Erdoğan’a sadece ivmesiyle bağlı olup hareketine, dâvâsına maalesef birer nasipsiz olarak bağlanamamışlardır.

Bu anlamda Sayın Cumhurbaşkanımızın etrafına kümelenen ve hatta kendi içinden geçeni “Beyefendi böyle diyor” diye aktaran bir çakal kümesi var Türkiye’nin karşısında. Yanlış anlaşılmasın, keşke bir çakal kümesi olsa da o çakalları o kümese tıksak… Buradaki “kümesi” tamlananı, “küme” kelimesinin tamlanan eki almasıyla “kümes” diye okunuyor. 

Geçtiğimiz ay bir dosyayla işledik, “Narin” adında bir kızımız vardı meselâ, katledildi. PKK, sorumlusu olarak Sayın Erdoğan’ı ve Kur’ân kurslarını göstermekten elbette utanmadı. PKK’nın bir şeyi gösterme bakımından referans kaynağı olamayacağını biliyoruz. Derdi kaşımak. Ama neden bu işe böyle girdi, o da başka. Üzerine gitmek lâzım. Zira PKK gibi konuşan bir başka yer de Türkiye’deki Siyonist haber sitelerinin dübür palavracılarıydı. Arkasından bir de Sıla adında bir yavrumuzun tecavüzle katledildiğini öğrendik. Bu konunun üzerine gidilmedi bile. 

Bunlar birer âdi durumdu sözde. Mahalle dedikodusu ölçüsünde. Bir de sosyal medya yandan çarklılarının tahliye edilmelerine ne demeliydi? Onlar da salıverildiler. İyiden iyiye sinirler gerildi. Bunun yanında bir de vergi borçları silinen büyüklerden haberdar olduk. Bana göre onlar büyük filan değiller. Ama çakallarla yoldaş olunca tavuk kümesine girmek kolay oluyor belli ki. Borsa İstanbul’da döndürülen fırıldaklardan sadece BİST ile ilgilenenlerin haberi yok diye umuyorum ama maalesef oraya dair hiç seda yok. Birkaç yalnız ve tek tabanca, borsa üzerinden yapılan dolandırıcılıkları anlatmaya çalışıyor. Borsa üzerinden sadece vatandaşlar değil, doğrudan Türkiye Cumhuriyeti Devleti dolandırılıyor. Bir spor kulübümüzün sporseverlere doğrudan satması gereken maç biletlerini doğrudan karaborsaya aktardığı ve biletler üzerinden sadece bir yılda bile 56 milyon avro kazanıldığı bütün belgeleriyle ortaya konuluyor ama oradan da ne ses var, ne seda. Hatta konuşanları susturuyorlar. Medya modası üzerinden pek çok zulüm, sadece bugün ve Türkiye’de yaşanıyormuş gibi servis edildi. Bunu medya, dördüncü kuvvet olarak daima yapar. Medya okuryazarlığı dersi olsaydı, bu tufaya düşülmezdi. (Bu ders yetişkinlere de verilmelidir.) 

Şimdi en baştan bu yana hatırlattıklarımızın üzerine bir başkanlık sistemi sorusu soracağım, zira sosyal medyada bütün bu olanların tek sorumlusu olarak Sayın Cumhurbaşkanımız gösterilirken, bir de bunun yanında “Başkanlık sistemine geçmeseydik bunların hiçbiri olmazdı” mealindeki yorumların çokluğuna şahit oluyoruz.

Soru şu: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli yani Türk tipi başkanlık sistemi sonrasında yürütme erkinin doğrudan cumhurbaşkanının yetkisine verileceği anlayışı yerine “Tek adam, tek sorumlu… Türkiye’de böylece, bakanı olmasına rağmen ulaştırmanın da, bakanı olmasına rağmen ekonominin de, bakanı olmasına rağmen adaletin de, eğitimin de, ailenin de, hatta yargı bağımsız olmasına rağmen yargının da tek sorumlusu cumhurbaşkanıdır” algısını oturtan güç kimdir? Ulaştırma Bakanı’nın “Maalesef verilerin çalınmasına engel olamadık” beyanını kendisine kim, hangi amaçla söyletmiştir? Ulaştırma Bakanı’nın beyanının hemen üzerine Anadolu Ajansı’na Türkiye’nin siber güvenlik gücünden bahseden haber neden konulmuştur?

Cevap Erdoğan değildir fakat çözüm Erdoğan’dadır. Sayın Bahçeli’nin ifadesiyle milât gerçekleşmiştir. Ve bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamalıdır. Biz trenin yanında koşmaktan yorulmadık zira. Artık pencereden bakamaz, indiği yerde bizi görecek. Belki Zeki Müren de…