Mihriban

Bunca lâfı duyan ağa, o gün öfkesinden deliye dönmüş. Bir hiddet ki, “Köyü yaksa dinmezdi” diyorlar. Çâreyi Mihriban ile tesellide bulmuş. Yanına yanaşmış, gür yelelerini taramış, hüzünlü gözlerine iliştirmiş gözlerini. Serin akşamüzeri ne eyer, ne dizgin, binivermiş sırtına.

TAHİR Ağa da ağaydı hani! Şöyle kerli ferli, kaytan bıyıklı... Baktı mı sert bakar, bir yanlışlık gördü müydü gürlerdi hemen. Daha gönlünü etmek epey zor olurdu. Her zaman ince giyinir, pek üşümezdi…

Fakat bazı akşamlar sessizlik çöktü müydü huyu suyu değişiverirdi. Asmalı çardağa sığınır, omuzlarına yün poşu attırır, nargilesini yakar, efkâr üstüne efkâr çekerdi. Bu demlerde yüzüne baksanız öksüz bir sabî görürdünüz. Yahut sevdâlısı ellerin yâri olmuş bir delikanlı... Yüreğiniz burkulurdu. Kimi zaman da fırça yenecek bir iş yapanlar, itiraf için böyle akşamları kollardı. Ağa da gelenin başını okşar, “Dünya işi dünyada kalır” der, gönderirdi. 

Ne vardı bu akşamlarda, kimse tam bilmez. Yalnız rivayet odur ki, ağaya gençken dedesinden mîras bir kısrak kalmıştır. Ama ne kısrak! Güzelliği dillere destan, al donlu, yıldız akıtmalı, cıdağısı da epey yüksekçe... Adı, “Mihriban”... Onun uğurlu olduğuna inananlar bir işe başlamadan evvel duâsına Mihriban’ı da katarmıştı o zamanlar. Dede ölünce atın da başına bir iş gelecek diye ağanın gözüne uyku girmez olmuştu. Bütün gece yatakta dört dönüyor, zikir üstüne zikir çekiyordu. Fakat uyku nâmına bir şey yok!

Kısmet bu ya, iki dakika içi geçtiği bir gece, rüyasında dedeyi görür. Dede elindeki feneri Mihriban’ın ahırına tutunca bir de bakıyorlar ki kısrak yerde uzanmış, ruhsuz yatıyor! Dede, ağanın omzuna dokunur:

“O kadar göze can nasıl dayansın?!”
Bunun üzerine Tahir Ağa’nın ilk işi, kasabadan bir hattat getirtip ahırın kapısına, Mihriban’ın güzelliğine denk bir nazar duâsı yazdırmak olmuş. Yetmemiş, bir de ahırın yanına odacık yaptırıp orada yatıp kalkmaya başlamış. Tımarıydı, terbiyesiydi derken ağanın bütün işi kısrak olunca, seyis boş oturmaktan dertli, ağanın yanına gelip “Ağam!” demiş, “Müsaaden olursa ben başka bir iş tutayım”.

Bunun üzerine Seyis Veli Efendi, büyükbaş hayvanların yanına verilmiş. Zaten sonra da adı Sığırcı Veli Efendi olarak kaldıydı. Yanlış hatırlamıyorsam mezar taşına dahi böyle yazdılar.

Sonrasında Tahir Ağa, her Cuma okutturduğu Yasinlerin sevabını dedeye bağışlarken, Mihriban’ı da bu duâya eklemeye başlamış: “Geçmişlerimin rûhuna, Mihriban’ımın ömrüne değsin!”

Neyse efendim, biz gelelim şu akşamlara…

Tahir Ağa’nın bir ata bu kadar ihtimam gösterip de kabul gününde ahaliyi pek dinlemediğini görenler, başlamışlar Mihriban’a kin tutmaya. Hattâ bazıları Cuma duâsına “Âmin” dahi demiyormuş. Kimileri de işi iyice çığırından çıkarıp, bu durumu yukarıki köyün ağasının başlarına belâ ettiği bir şey bellemişler. İlk duyduğumda ben de şaşırdıydım. “Öyle iş mi olur?” dediydim. Fakat ırgatlar bile kendi aralarında durmadan bunu konuşuyorlarmış. O sıralar derenin suyu bizim köye inene dek azalmaya başlamış. Tarlalarını sulayamayan ahali de işin içinde bir bit yeniği aramaya koyulmuş.

Belli ki yukarıki köyün ağası bunu duymuş. “Tahir Ağa bu işin ardına düşmesin diye büyücüleri musallat etti” başına diyenler olmuş. Dedikodunun bini bir para!

Bunca lâfı duyan ağa, o gün öfkesinden deliye dönmüş. Bir hiddet ki, “Köyü yaksa dinmezdi” diyorlar. Çâreyi Mihriban ile tesellide bulmuş. Yanına yanaşmış, gür yelelerini taramış, hüzünlü gözlerine iliştirmiş gözlerini. Serin akşamüzeri ne eyer, ne dizgin, binivermiş sırtına. Dere tepe gitmişler yönsüz yolsuz civarlarda. Karanlık iyiden iyiye çökünce artık köyün sonuna gelmişler. Mihriban birden şahlanıp ağayı sırtından atıvermiş. Ardından eğilmiş yanına, son kez koklamış onu. Sonra da dörtnala koşup gözden kaybolmuş.

Ağa sessiz bir karanlığın ortasında, yukarıki köyden ince ince akan derenin başında kalakalmış.

E, Mihriban’a ne olmuş?
Vallahi sonradan dağdaki yılkı atları sürüsünde görenler olmuş. Ben söyleyenlerin yalancısıyım…