Mihriban

Gecikmiş bir teşekkür mü bekliyordum? Hayır. Bu kadar basit olamazdı. Heyecanlıydım. Hayatımın en sevinçli gününü yaşayacağımı sanıyordum. Düşündükçe bacaklarım titriyor, yürümekte zorlanıyordum. Bir müddet sonra seni anneciğinle birlikte kapı önünde görünce heyecanımın ve sevincimin yerini korkulu bir telaş aldı. Okula yalnız gelmiyor olduğunu bir an için unutmuştum.

“Sarı saçlarına deli gönlümü

Bağlamışlar çözülmüyor Mihriban…” 

ÇÖZÜLMÜYOR işte Mihriban. Çözülmüyor, çözülemiyor… Eğer çözülseydi, çözülebilmiş olsaydı, bugün bunları okumak zorunda kalmayacaktın. Denedim Mihriban, çok denedim. Direndim günlerce, aylarca, hatta yıllarca... En keskin kılıçları kuşandım kendime karşı, en onulmaz yaralar açtım bedenimde, en derin yerinde suların boğdum ruhumu. Ama her defasında sen, kar tanelerinin üstünde, beyaz papatyalara bezediğin o sarı saçlarınla çıkageldin. “Gelme!” deyişlerim, kaçışlarım, gözlerimi kapayışım fayda etmedi. Karla geldin, tipiyle, fırtınayla ve en çok da yangınlarla geldin. Olmuyor Mihriban, olmuyor, olamıyor ve anladım ki olmayacak da... Sana “Beni affet” demeyeceğim. Hayır… Bunca yorgunluğuma, tükenmişliğime rağmen “Beni affet” deme cesaretini gösteremeyeceğim. 

Hatırlıyor musun Mihriban? -Unutmuş olabilir misin?- Yıllar önceydi, çok uzun yıllar... Henüz okula siyahlar giyerek gitmek zorunda olduğumuz, ayaklarımızın ancak küçük numaralı ayakkabılar içine sığabildiği zamanlardı. Zemherinin dondurucu soğuğunu iliklerimize kadar hissettiğimiz bir gün gökyüzünde ne kadar kar varsa birbirleriyle yarış edercesine hepsi birden dökülüveriyordu sanki. Tahta sıraların üzerine kapanmış, endişeli bakışlarla pencereden manzarayı seyrederken, “Bugün erken gideceksiniz” demişlerdi, “Karanlık olmadan”... Bir ders öncesinden salıvermişlerdi kimin nereye ve nasıl gideceğini, daha doğrusu gidebileceğini düşünmeden… Bizi karanlığın korkusundan kurtarmaya çalışacakken ne tür korkuların içine ittiklerini kestiremeden “Gidebilirsiniz” demişlerdi bize. 

Kapıdan dışarı çıktığımızda, gördük ki her şeyin şekli değişmiş, bir gariplik var etrafta. Tuhaflaşmıştı görünen her şey… Merdivenler, kaldırımlar kaybolmuştu. Evlerin kapıları, sokaklar ve gözler kaybolmuştu Mihriban, göz gözü görmüyordu, Tokat kaybolmuştu. 

Evet Mihriban, kar yağıyordu, kar yağıyordu ellerine. Anneciğinin öpmeye kıyamadığını söylediği deniz mavisi gözlerine fırtına kar dolduruyordu. Bahçe kapısının önünde bir kurşun kalem kadar zarif parmaklarınla gözlerini tipiden korumaya çalışırken “Üşüyorum” diyordun, “Donuyorum”... Bir kaybolan yola bakıyordun, bir bana. Titriyordun… 

“Ben... Şimdi...” Fırtına, cümlelerini tamamlamaya fırsat vermiyordu. Sesin çatallaşmış, ağlamaklı olmuştun. Niyetin, cevap alabileceğin bir soru sormak değildi elbette Mihriban, biliyorum. Çaresizliğini ifade etmeye çalışıyordun bir bakıma. İki omzunu birden kaldırarak, boynu bükük ve nemli bakışlarla sorduğun bu soru, aslında bir yardım çağrısıydı. Soru sormuyor da sanki yalvarıyordun. Korkuyordun, endişeleniyordun, biliyorum. Heyecanını, korkunu ve endişeni gözlerinden okuyabiliyordum. Hava olabildiğince kötüydü. Bu havada köprüye kadar yürünemezdi ve sen, Behzat’ı asla geçemeyeceğini ve de asla eve varamayacağını düşünüyordun. Hatta sen, belki de Behzat’ın neresinden geçilebileceğini bile bilmiyordun. 

Kendini yapayalnız ve güçsüz hissediyordun. Çünkü normal zamanlarda bile sürekli ailenden birileriyle gelir giderdin. Şimdi de yanında biri olsun istiyordun. Biri olsun yanında ki, düştüğünde kaldırsın ve Behzat’ı geçerken ellerinden tutsun. (Kim tutmaya cesaret edebilirdi ellerinden Mihriban? Bende o yürek var mı sanıyordun?) Annen gibi mesela Mihriban, baban gibi ya da... Sevgisini, merhametini, hatta kuvvetini yanında hissedebileceğin birisi... 

Ne annen gelebilirdi, ne de baban, biliyorsun. Çünkü onların, bizi ders saatinin bitiminden önce eve göndereceklerinden haberleri yoktu. Onlar gelemezlerdi, ama sen, “Hiç değilse üzerine şefkat gölgesi düşmüş birisi de olabilir” diyordun. Gözlerin bunu söylüyordu. Bu tipiye karşı koyabilecek, saçlarının sarılığını, gözlerinin maviliğini emanet edebileceğin bir yürek arıyordun. Öyle bir yürek ki, sizinkilerin yere göğe sığdıramadıkları o narin, naif bedenini ısıtsın, hem sarı saçların için şemsiye olsun, hem köprü olsun Behzat’a. 

Böylesi bir zorluk ve çaresizlikle baş başa kalan bir kız çocuğunun anneden daha çok babaya ihtiyaç duymasından mıydı gözlerini bana çevirişin? Bu bakışların beni biteviye Topçam’ın tepesinden aşağıya atılan ve o hızla vadiye çakıldığında paramparça olan kar topuna dönüştüreceğini biliyor muydun? Sana yardım edebileceğim hissine de nereden kapılmıştın Mihriban? 

Bir ara soğuktan mı, yoksa korkudan mı olduğunu ayırt edemediğin yaşların süzüldüğünü gördüm yanaklarından. Ağlıyordun. Gözyaşlarının neredeyse dizlerine kadar yükselmiş karların içinde kaybolup gittiğini sanıyorsun değil mi? Hayır Mihriban… O yaşlar karları ıslatamadı. Islatamadı, çünkü yüreğim vardı arada. Hani o senin Behzat’a köprü yapmak istediğin yürek vardı ya… -Nereden bilebilirdim ki gözyaşlarının bir kurşun kadar sert ve acımasız olabileceğini. Yaralayıcı, tüketici, koparıcı, hatta öldürücü olabileceğini... O fırtınalı günden sonra nelerden kopmadım ki ve benden neler kopup gitmedi ki? Neleri öldürmedim ki Mihriban, nelerin katili olmadım ki? Çocuktuk Mihriban, çocuktum... İçimde dışarıdaki fırtınadan daha beter savrulan duyguların anlamını çözemeyecek, bu soğukta yüzümün neden ateş gibi yandığını anlayamayacak, bu yangının adını koyamayacak kadar çocuktum.- 

Tam da bu noktada sen, işte o sarı saçlarını gönlüme bir daha çözülmemecesine bağlayan gözlerinle bahçe kapısının önünde, üzerinde çaresizliğin tarif edilemez tedirginliğiyle boynun bükük, öylece durmuş bana bakıyordun. Bakıyordun, ama benim senden daha fazla çaresiz olduğumu görmeden, bilmeden ve anlamadan… Hayır, hayır… Belki de tam tersi… Benim çaresizliğimin senin yardım talebini geri çevirmeye güç yetiremeyeceğimin, sana karşı güçsüz olduğumun başından beri farkındaydın. Beni seçiş nedenin buydu belki de. Belki de sen benim zaafımdan istifade etmek istiyordun. Öyle miydi Mihriban? Sana yardım etmekten başka çaremin olamayacağını biliyordun… Biliyor muydun Mihriban? 

Sen güçsüzdün, çaresizdin, fırtınaya yenik düşmüştün de, ya ben? Ben senden daha çaresiz, senden daha güçsüz ve senden daha fazla fırtınaya yenik bir şekilde “Gidelim” dedim gözlerimle gözlerine, “Gidelim”... 

Yola koyulduğumuzdaki sevincin görülmeye değerdi doğrusu. Bu yaşına kadar böylesi bir hüznü ve sevinci bir arada yaşadığın kaç günün oldu Mihriban? Dilin çözülüvermişti bir anda. Az önceki endişelerinden eser kalmamıştı. Karı, fırtınayı, korkuyu unutuvermiştin bir anda. 

Yol boyunca hiç susmadan konuştun, sürekli bir şeyler anlatıyordun. Evinizin ne kadar büyük olduğundan bahsediyordun, hatta oraya konak dendiğinden, sana ait bir odanın olduğundan, babanın yaptığı işten, cebindeki paranın çokluğundan, annenin sana aldığı oyuncaklardan, ağlayan bebeğinin ilk önceleri sahiden ağladığına inandığından, kardeşinin çiçekler açtığı zaman doğacağından, oyuncaklarından bazılarını doğacak kardeşin için sakladığından, en çok hangi elbiseni sevdiğinden, teyzenin getirdiği hediyelerden, dayının İstanbul’da olduğundan, akrabaların içinden kimleri daha çok sevdiğinden... 

Ah Mihriban!.. Sen anlattıkça, ben garip bir korkuya kapılıyordum. Bir ara bana dönüp, beni kendinle kıyaslamana imkân tanıyacak sorular sormandan, sana olumsuz cevaplar vermenin utancından ve en çok da bir gün düşeceğim uçurumun boyutlarını görmekten korkuyordum. 

Benim ne kendime ait bir odam vardı, ne de elbise sevmek, seçmek gibi bir lüksüm. Babamın cebinde parası olup olmadığını ise hiçbir zaman bilemedim. Sen anlattıkça ben küçülüyordum, ben küçüldükçe şehir büyüyordu ve sen, ezilip büzüldüğüm her cümlenin sonunda benden biraz daha uzaklaşıyor, kaybolup gittiğini sandığım anda da her adımda biraz daha derinleşen uçurumun başında buluyordum seni. Beni çekip götürdüğün ve her defasında bir başıma bıraktığın yerdi orası. 

Evinizin bulunduğu sokağın köşesini döndükten itibaren adımların birden hızlanıverdi. Benden bir iki adım önde yürümeye başladın, sonra koşmaya… Düşer gibi oldun bir ara. Cesaretlenmiştin. “Bundan sonrasını yalnız da gidebilirim” der gibiydin. Bütün ezikliğime, dağılmışlığıma rağmen bitmesini istemediğim yolculuğun sonuna gelmiştik. Adımlarının hızı, görevimin bittiğini anlatıyordu sanki. Minik parmakların konağınızın iki kanatlı büyük ahşap kapısının tokmağına dokunduğunda, ben tepemde uçuşan karlarla sokak ortasında öylece kalakalmıştım. Bekledim, artık dik tutabildiğin başını geri çevirmeni, hatırlanmayı bekledim, bekledim... Ayakkabı diyerek ayağıma geçirdiğim şeylerin içinde ıslanan, morarmaya yüz tutmuş parmaklarımın sızısını içimde hissetmeseydim daha ne kadar beklerdim, bilmiyorum… 

Aradaki tatil boyunca, gece gündüz hep o karda yitip giden sokakları yürüdüm seninle. Binlerce kez geçtim Behzat’tan ve o gün olduğu gibi sokağın başında durup pencereden bakmanı bekledim yüreğimi bir kuş gibi kanatlandıracak. Belki el sallamanı Mihriban, el sallamanı... 

Birkaç gün sonra okullar yeniden açıldığında, her zamankinden daha erken ve daha bir başka ben olarak gelmiştim okula. Artık okulun bambaşka bir anlamı, okula gelmenin apayrı bir heyecanı vardı. 

Gecikmiş bir teşekkür mü bekliyordum? Hayır. Bu kadar basit olamazdı. Heyecanlıydım. Hayatımın en sevinçli gününü yaşayacağımı sanıyordum. Düşündükçe bacaklarım titriyor, yürümekte zorlanıyordum. Bir müddet sonra seni anneciğinle birlikte kapı önünde görünce heyecanımın ve sevincimin yerini korkulu bir telaş aldı. Okula yalnız gelmiyor olduğunu bir an için unutmuştum. Parmağınla beni işaret ediyordun. Nereden aklıma geldiyse ve nedense birden kötü bir şey yapmış olabileceğimi düşünmeye başladım. Kaçtım… 

Öğretmenler zili çalıncaya kadar başka bir sınıfta oturdum. Emanet durduğum sınıftan çıktığımda, koridorun sonunda bulunan müdür odasından çıktığınızı görünce başımın ciddî manada belada olduğu düşüncesi iyice yer etti bende. Büyük ihtimalle… Hayır, kesinlikle annen beni müdüre şikâyet etmişti. Hatta hızını alamamış müdüre de kızmıştır belki... 

Evet Mihriban, ders boyunca hep annenle müdür arasında geçen diyalog üstüne geliştirdiğim ihtimaller bir yaprak gibi beni oradan oraya savurup durdu. Omzuma dokunmasaydın, dersin bittiğinin bile farkına varamayacaktım. -Biliyor musun, o ne bahtiyarlıktı Mihriban?- Müdüre gitmemiz gerektiğini söylüyor ve gülümsüyordun. -O ne büyük mutluluktu Mihriban, biliyor musun?- Endişe edecek bir durumun olmadığını anlatmak ister gibiydin… 

Endişelenmenin gerçekten yersiz olduğunu, müdür taltif cümleleri kurmaya başladığında ben de anlamıştım. Hatta teşekkür mahiyetinde elime tutuşturduğun dolma kalemle birlikte sevinçten gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. Değerli bir hazine gibi yıllardır yanımdan hiç ayırmadığım, ayıramadığım o dolma kalemi ilk defa (belki de son defa) senin için, bu satırlar için kullanıyorum. 

***

Not: Mektup bu şekilde uzayıp gidiyor. Muhatabı bu mektubu okudu mu, bilmiyorum. Ama sararmaya yüz tutmuş bir kitabın sayfaları arasında -belki de- unutulmuşluğu, bu mektubun sahibinin eline geçmemiş olabileceği izlenimi uyandırdı bende. Yayınlandığı takdirde -hiç değilse bu vesile ile- bu mektup, muhatabını bulmuş olur diye düşündüm. Mektubu kimin yazdığına gelince… Sanırım bu çok da önemli olmasa gerek. Zira her insanın yüreğinde taşıdığı, sarı saçlarına deli gönlünü bağladığı bir Mihriban’ı yok mudur? Yok mu? Bu mektup da zaten “var” diyenler için...