Midelerimiz dolarken gönüllerimiz boşalıyor mu?

Rahmetli anacığım, çocukluğumuzda bizimle komşularımıza yemek gönderirken, “Gümüş yükünden umulmaz da yemiş yükünden umulur” derdi. Yediğimizden (köy şartlarında elimizde ne varsa) önce komşularımıza verir, ondan sonra sofranın başına otururduk.

EKİNCİ bir babanın çocuklarıyız biz. Yûnus Emre’nin alıç tanesince nefesi reddedip buğday istediği günden beri buğday kaygısındayız çoğumuz. Yûnus hiç olmazsa hatâsını anlayıp dünyaya sırtını dönebilmiş. Biz hâlâ dünyayı aradan çıkaramamışız.

Nerede olursanız olun, hangi mâkâmda bulunursanız bulunun, her gün aksatmadan yaptığımız iş, karnımızı doyurmak olsa gerek. Bir öğle üzeri dalın lokantanın kapısından içeri. Bir akşam vakti girin pide fırınlarına. İster kebap ya da köfte, ister nohut pilav satan tablacılara uğrayın; sıkmacıları, dürümcüleri ziyaret edin, boş yer olmadığını ve bu mekânların genellikle dolu olduğunu göreceksiniz.

Belediye ekmek büfelerinin önündeki kuyrukları zaten görmüşsünüzdür. “Lüks otellerde ‘aksırıncaya, tıksırıncaya’ kadar tıkınanların olduğu bir çağda bize ekmeği çok mu görüyorsun?” diye mırıldanmayın hemen. Sofraların(m)ız ekmeksiz kalmasın. Eviniz bereketle dolsun. Benim derdim başka!

Kimsenin ekmeğiyle, yediği içtiğiyle uğraşmak niyetinde değilim. Öyleyse derdim ne mi? Yazayım da sizinle bölüşeyim derdimi…

Hangi ev hanımıyla konuşursanız konuşun, vaktinin önemli bir bölümünü mutfak işlerine ayırdığını söyleyecektir size. Hattâ “Bugün ne pişirelim?” gibi mütevazı bir uzmanlık sorusuyla başlayan aile için öğün didişmelerinin olmadığı ev neredeyse yok gibidir. Demek ki yemek içmek fıtrî, normal bir şey. Elbette yaşamak için yiyeceğiz. Hem de helâl ve tertemiz yiyeceklerden tadacağız ki vücudumuz sağlıklı olsun. Helâl bir lokma için dökülen terin ne kadar kutsal olduğunu unutmayacağız. İnsan her şeye tahammül edebilir belki ama açlığa asla. Onun için, “Allah bizi açlık ve kıtlıkla sınamasın!” diye duâ eder büyüklerimiz. Anlayana ne mübarek bir duâdır bu.

Yiyoruz, içiyoruz. Soframızda ekmeğimiz her halükârda var. Soğan ekmek yiyen de, somon füme, rosto tüketen de dertli. Neden dersiniz? Dünyada milyonlarca bebek açlıktan ölürken yüzümüzün kızarmaması, içimiz sızlamadan lokmamızı yutmaya devam etmemiz, âdemelmamıza kemik batmaması, bu durum karşısındaki suskunluğumuz ayrı bir konu.

“Neler yedi bu diş; ne altın oldu, ne gümüş” diyen atalarımız konuyu bir cümleyle özetliyor aslında. “Can boğazdan gelir” deriz ancak canın boğazdan gittiğini de unutmamak gerek. Bilirsiniz, “Pisboğazla boşboğazın başı belâdan kurtulmaz” denilmiş.

Toprağa iyi bak! Doyduğunu gören var mı? Ağzını gözenek gözenek açmış bekliyor. Hep daha fazlasını istiyor. Sînesinde neler gizlemiş ama yine de doymak bilmiyor.

Ey insan! Senin de hamurun çamurdan. Sen de toprak kokuyorsun biraz. O yüzden pek doyacağa benzemiyorsun. “Gözünü kara toprak doyursun” sözü boşuna değil demek ki. Uhud dağı kadar altının olsa, bir o kadarını daha istersin. Merak etme, hepimizin gözünü bir avuç toprak doyurur.

Madalyonun diğer yüzü

Gelelim madalyonun öteki yüzüne…

Midemize gösterdiğimiz özeni gönlümüze de gösteriyor muyuz acaba? İnsan olduğumuza göre hem beden, hem de ruh taşıyoruz. “Bedenimizi mamur edelim” derken gönüllerimizi virân etmeye hakkımız var mı? Virâne gönüllerin bedenleri ne kadar sağlam görünürse görünsün, içi çürümüş ağaç gibi değiller midir? İnsan midesini yorar da kafasını yormaz mı? Tencereler kaynasın kaynamasına da kültür mutfağımızdan ne haber?

En son ne zaman kitap aldınız? Sinemaya ya da tiyatroya gitmeyeli hayli zaman olmuş olsa gerek. Sahi, evinize ne zaman misafir gelmişti? Bir hastayı ziyaret etmeyeli, çantasız, kalemsiz, deftersiz okula giden öğrencilerle konuşmayalı, soğuktan ayakları donan bir garibana ayakkabı almayalı, şöyle can kulağıyla bir dostun gönül sohbetini dinlemeyeli ne kadar zaman geçti? Kabristanda yatan ölülerimize ne zaman uğradınız? Yüreğinizin yangınıyla gözlerinizden üç beş damla yaş akmayalı ne kadar zaman geçti, kim bilir? Hâlâ mı gönlünüzü sımsıcak duygular sarmadı? Bütün dertlerinize kalın bir sünger çekip secdeye kapandınız mı hiç? Güngörmüş bir seccâde öpsün ki alnımızdan, dinsin dünya dertleri.

Soframıza oturup lokmalarımızı iştahla boğazımıza götürürken açlar geliyor mu aklımıza? “Kendi karnımı zor doyuruyorum, ben ne yapabilirim?” deme sakın! Fırından yeni çıkmış taze ekmeğinizi ikiye bölemez misiniz? Komşunuza bir tabak kuru fasulye, bir tabak pilav, bir kâse çorba veremez misiniz? Lütfen verin! Kendi yiyeceğinizi bölüşün insanlarla. Rahmetli anacığım, çocukluğumuzda bizimle komşularımıza yemek gönderirken, “Gümüş yükünden umulmaz da yemiş yükünden umulur” derdi. Yediğimizden (köy şartlarında elimizde ne varsa) önce komşularımıza verir, ondan sonra sofranın başına otururduk.

Bölüşün elinizdekileri. Bölüşün ki, ders olsun dünyanın en zengin on adamına. Belki onlar da bu mutluluğa hasret. Sizin yüreğinizdeki merhamet yangını, bir bakarsınız Kara Afrika’ya, Doğu Asya’ya, Lâtin Amerika’ya ulaşır. Bir de bakarsınız ki, açlıktan ölen insanların çâresizliği karşısında yeryüzündeki zenginlerin tüyleri diken diken oluverir sizin gibi. Kazandıklarının çok az bir kısmıyla dünyada aç ve açık bırakmazlar. Çok mu zor? Mazlumlardan aldıkları bir duâyla yatağa uzanmanın huzurunu, insanlara yardım etmenin dünyanın en büyük zevki olduğunu ah anlayabilseler!

Tımarhanelik bir hayâl mi görüyorum? Bütün kalpleri evirip çeviren, dağları yeryüzüne çivileyen, gökleri direksiz olarak havada durduran, felekleri usanmadan döndüren Yüceler Yücesi, kalpleri evirip çevirmiyor mu?

Midelerimizi doldururken gönüllerimizi aç bırakmayalım. Yaşamak için yemez de sadece yemek için yaşarsak hayvandan ne farkımız kalır? Bazen bir tatlı tebessümün, sıcacık bir ilginin, yürek dolusu sevginin, kederli anlarımızda omzumuza dokunan elin, sevgiyle bakan bir çift gözün, bir çift hikmetli sözün dünya servetinden daha değerli olduğunu unutmayalım. Gönüllerimizi arındıralım ki insan olalım, insan kalalım.

Yüreği insanlığı kucaklayacak kadar geniş olmayanlara, Ebû Bekir misâli herkes için yanmayı göze alamayanlara, kendini bilmeyene, kendine gelmeyene ne demeli, bilmem ki… Evine götürdüğü gündelik ihtiyaçlarını “Bir gören olur da canı çeker” diyerek üstünü kapatıp evine götürme nezâketinde bulunan insanlarken, görgüsüzce yiyip içtiğimizi sanal dünyada paylaşmaktan zevk alan kimseler durumuna nasıl geldik acaba? Başka şehirlerden gelen yakınlarımıza, arkadaşlara “Yiyip içtiğin senin olsun. Gördüğün güzelliklerden bahset” denir, yiyip içtiğini söylemek de, sormak da ayıp sayılırdı bir zamanlar.

Dünyadaki yangını görüp de hâlâ yiyip içmekten başka bir şey düşünmeyen, düşünemeyen, dertsiz, dâvâsız insanlara ne söyleyebiliriz ki? Afiyet olsun(!)…