NOT: Bu yazı hayâl
ürünüdür. Olayları canlandırma ve bilinmeyeni hikâyeleştirerek asıl amacı anlatma
niyetiyle yazılmıştır. Elbette mezardan ve ukbâdan, orada olacaklardan Kur’ân-ı
Kerîm âyetleri ve Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in (sav) hadîsleri
dışında bir bilgi kâinat üzerinde bulunmamaktadır. Amaca hizmet etmek için
mübalağa ve gerçek dışı olgulara yer verdiğim bu yazımın yegâne amacı; önce
kendime ve sonra kıymet verip okuyanlara, pişman olmadan, ah etmeden önce bir
farkındalık vermektir.
***
Biraz
ütopik gelebilir size okuyacağım mektup! Zaten öyle de…
Düşündüm
de, ömrünü boşa harcamış bir insan, öldüğünde fırsat bulsaydı neler söylemek
isterdi? Ya da bir kabrin başında durduğumuzda bize ulaşabilse ne anlatırdı?
Kim
bilir?
Fakat
Allah’a inanarak ve O’nu anarak geçen bir ömrün sahibiyle, oralara hiç
uğramamış bir gâfilin söyleyecekleri, muhakkak birbirinden çok farklı olurdu.
Bir
yazımda ölmeden önce yapmamız gerekenleri önce kendime, sonra da satırlarıma
denk gelenlere hatırlatma isteğim baskındı. Şimdi de ölmeden önce yapması
gerekenleri hayattayken hiç keşfedememiş bir adamın, mezardan bize yollaması
muhtemel bir mektubu size aktararak, olayı bir de tersinden ele almak
niyetindeyim.
Amacın
tam yerine ulaşması hasebiyle, sizlerden bir ricada bulunmam gerekiyor.
Mevtanın mektubunu okurken o satırları kabirde dile getirdiğini tasavvur
ederseniz, beklenen etkiyi hep birlikte rûhumuza işleyebiliriz.
Kim
bilir, belki bu adamın mektubu bize hayatın anlamını fısıldar.
***
Gafil
Amca’dan mektup
Can taşıyanlara
selâm olsun! Benimki gitti! Ne can kaldı, ne nefes… Hiç olmayacakmış gibi duran
bu gidiş, şimdi hiç yaşanmamış gibi gelen bir hayatın tek gerçek akıbeti…
Beni el üstünde
tutanların, şimdi bu derin çukura bırakmış olmasının acı şaşkınlığındayım.
Kaç gündü,
hatırlayamıyorum. Birkaç dakika da olabilir. Çok hızlı ve anlamsız oldu her
şey… İlk başta bitmeyecek sanmıştım. Ya da en azından bu kadar çabuk bitmesini
beklemiyordum. O kadar gerçekti ki dokunduğum ve sahip olduğum her şey, bir
nefes verişle son bulması akla yatkın gelmiyordu. Dünyadan ayrılmak ve şimdi
yattığım bu mekâna sığmak fikri oldukça uzaktı. Evler, yollar ve gökyüzü
bitimsiz birer varlık gibiydi.
Şimdi mi?
Şimdi bu toz toprak
içinde pek var gibi durmuyorlar.
İlk gençlik
yıllarımda cennetin, bu yaşadığım hayattan başka bir şey olamayacağına
inanmıştım. Gençliğin ışıltısı, eğlence, sorumsuzluk… İlgi ve sevgi gördüm.
Kazandım, harcadım. Bazen kazanmadan harcadım. Çok sevdirdim kendimi… Sahte
insanlara… Sahteydiler; çünkü beni iyi bir insan olduğum için değil, maddî
konumum yüzünden sevdiler. Ben de sahteydim. Beni alkışlasınlar, el üstünde
tutsunlar diye az hebâ etmedim zamanımı… Neyse…
Benim adım Gafil!
İsmimle müsemmâyım. Buraya ilk geldiğimde ailemin haykırışlarını duyuyordum.
Öldüğüm için üzülüyorlardı. “Hayır!” diye haykırdım, duymadılar… “Öldüğüme
değil, şehâdetsiz öldüğüme ağlayın! Ağlayın ki, siz de böyle ölmeyin” dedim
defalarca. Ama duyuramadım sesimi. Ölür ölmez, “Eyvah!” dedim. Durdurmak
istedim Azrail’i…
Hak yemişim, “Haram?”
desen, çuval çuval… Kalp kırmak en rutin işlerimden biriymiş meğer. Bunları
geçtim de, hiç “Allah” dememişim ben! Demişim de, öylesine… Öyle kalpten
dememişim. “Allah” demenin gerekliliklerini yapmamışım.
Çocukken bir
camiye gitmiştim. Namazı anlattı hoca. Gereksiz gelmişti ilk duyduğumda. Sonra
namaz kılanları gördüm hayat boyu, ailemden, çevreden… Onlara dedim ki içimden…
Neyse… Bu kadarını da size yazamayacağım artık! Şimdi bunlar çok ağır geliyor.
Ben ne Kur’ân
okudum, ne başka bir kitap. Hâlbuki ilk emirmiş… Oku… Okusam belki bir yerlerde
denk gelirdim gafletime…
Ama annem çok
söyledi: “Oğlum, namazına dikkat et, hak yeme, şükretmeyi hiç unutma! Bunlar
seni iyi insan yapar.”
Yahu ben zaten iyi
insandım! Yani öyle sanmışım… İçten içe biliyordum olmadığımı ama bunu son
nefese kadar kabul etmek istemeyen kibrime ve nefsime dayanıyordum. Onlar beni
pohpohlayıp durdular. Kazandıkça kazanmanın, aldıkça almanın, yedikçe yemenin
ihtirasını sevdim ben. Nefsim de destekledi, sağ olsun!
Hem ben insanlara
ters davranmayı da hak görürdüm kendime. Hakir görürdüm çoğu zaman. Ben
önemliydim. Beni sevmeleri, saymaları ve ne dersem “Haklısın” demeleri en büyük
tutkumdu. Aksini gördüğümde kibrim, kalbimde bir nefret tohumunu büyütmeye
başlardı.
İşverendim ben.
Büyük şirketlerim vardı. En büyük hedefim, az maaş vererek çok iş yaptırmak,
kârın en büyük kısmını tek başıma yemekti. Ay sonu gelince ciroyu faize
yatırır, parayı büyütürdüm. Bu arada maaşların ödenmesi de gecikirdi. Bir gün işçilerden
biri yoluma çıktı. “Of!” dedim, “Bıktım bu fakir edebiyatından”… O an
söylediklerini duymamıştım. O gün duymadığım sözleri, şimdi çok net hatırlıyorum.
Bu mezar garip bir yer! Duymadıklarını, görmediklerini, yapmadıklarını ve
vermediklerini çok net hatırlıyorsun. O işçi, bükülmüş beli ve solmuş
gözleriyle şöyle demişti: “Ağam, evde ekmek kalmadı, çocuklar aş bekler.
Maaşlar ne zaman yatacak?”
Çok kibar ve
düşünceliydim. Dedim ki, “Beni bunlarla meşgul etmeyin. Muhasebeye git, onlar
sana söyler”. Bakın, ciddî söylüyorum, çok kibar olduğuma inandırmıştım
kendimi…
Ah insanoğlu!
Şimdi bana
sorsanız “Mezardayken en büyük pişmanlığın ne?” diye… “Bütün günahlarıma ve
kusurlarıma güzel sebepler üretmek” diyebilirim. Güzel bahanelerim vardı benim!
Çuval çuval para
biriktirmişim. Hepsine evlâdım gibi bakıyorum. Gelmiş bir densiz (!), demez mi
“Hac vazîfeni yaparsın artık”, sinirlendim. Yapmam gerektiğini bana
hatırlattığı için nefret ettim ondan. Param kıymetliydi. Hem Kâbe’ye gidince ne
olacaktı ki? Çok mu lâzımdı? Paraya kıyılır mıydı? Ah, ben bilemedim o “densiz”
dediğim adamın İlâhî bir mesaj için vesîle olduğunu! Rabbimin beni, bir kulunun
sözlerini vesîle kılarak çağırdığını bilemedim. Bilmek istemedim.
Ya yetimlere geçinmelik
isteyen o yaşlı kadın? Şirketimdeki o lüks, temiz ve herkesin ulaşamayacağı
kadar yüksek mâkâmıma utana sıkıla girdiğinde, gereksiz bir insanla geçecek
birkaç dakika için hayıflanmıştım. Gereksiz benmişim meğer! “Üç yetim çocuk var
beyim, siz hâli vakti yerindesiniz, duydum ki hayır işlerinde de geri
durmazmışsınız. Şu yetimlerin hakkı için kime gittiysem geri çevirdi. Sizi
söylediler de geldim. Rahatsızlık verdim beyim, affedin!” dedi.
Ah teyzem!
Duymadım ki ben bu sözleri. Duysam hiç geri çevirir miydim? Hem de öfkeyle…
Yani kulaklarım duymuştu duymasına da, kalbim duymamıştı. Şimdi mezarda
duyuyorum. “Yetimlerin hakkı için…” sözleri çınlıyor sürekli.
Cehennemi merak mı
ediyorsunuz can taşıyanlar? Burada zaman ve mekân sınırlaması olmayan bir acı
içindeyim. “Yetimlerin hakkı için…” Ömrünüzde biri gelip bu cümleyi kurar ve
duymazsınız, sonra burada, bu kara toprakta hiç susmayan sesler bu cümleyi
söyler durur. Kalbinizi deşe deşe… Yanarsınız!
Beni mezara
koyduklarında, başımda Kur’ân okundu. Gözlerim ve kalbim bana ait değildi artık
ama ben ağladım. Dünyadaki ağlamalara benzemiyor bu. Mezarda ağlamak derin bir
kuyu… Dünyadayken annem ne zaman Kur’ân okusa, “Arapça seni uçuracak mı anne?”
diye aklımca lâf sokardım. Şimdi mezardayken bu Kur’ân hiç bitmesin istiyorum.
Kur’ân okunurken diğer sesler susuyor. “Yetimlerin hakkı için” demiyor sesler…
Ya da haramlarım, günahlarım, zulümlerim konuşmuyor. Yalnız Kur’ân okunurken
her şey susuyor burada. Dinlemek farzmış çünkü. Her şey ve herkes dinliyor. Toprak
ve böcekler bile susuyor. “Nasıl?” demeyin! Toprağın da konuştuğunu burada
öğrendim. O da benden şikâyetçi…
Hem “ahlar,
vahlar” hiç bitmiyor burada… Kimdir, kimlerdir, bilmiyorum. Ama benim gibi
gafil olmalılar ki onlar da pişman! Bir “eyvah” imiş cehennem. Bir “Ne yaptım
ben?”, cehennemin resmiymiş. Öyle bir tasvir ki, karşımda sürekli bu görüntü
var: “Ben ne yaptım, neden bunu yapmadım, neden ibadet etmedim, neden yetimin
hakkını gözetmedim, komşuma neden iyi davranmadım, neden zekât vermedim?” Bu
sorular birer tasvir olmuş, bana bakıyor. Gözlerim benim değil ki kapatayım da
görmeyeyim günahlarımın resmini…
Can sahipleri, iyi
dinleyin beni!
İbadet, can varken
yapılıyor. Mezarda yalvarıyorum, bir namaz kılayım da tüm ömrüme bedel olsun
diye. Mümkün olmuyor! Beni musallaya koyduklarında nasıl çırpındığımı
bilemezsiniz. Görünürde bedenim yatıyordu. Rûhum delirdi âdeta! “Yalvarıyorum,
geri gönderin beni! Allah aşkına, bir şans verin! Gideyim Kâbe’ye, tövbe
edeyim. Dönünce üç değil, yüz üç yetime bakayım! Beş vakit namazımı kılayım.
Yaşlılara, fakirlere, evsiz-barksızlara el uzatayım. Kuşları, kedileri
doyurayım.” diye haykırdım. “Tövbe Ya Rabbim!” dedim.
“Perde açıldı,
sırlar göründü” dediler. Tövbe, perdeden önceymiş. Bir saniye öncesinde bile
tövbe etsem kabul olurmuş meğer.
Şimdi ben, “Allah”
diyemeden geçen bir ömrün pişmanlığında, gereksizliğimin ve kulluktan günbegün
düşüşümün resmini izlerken; yetimlerin, açların dünyadayken işitmediğim
sözlerini dinlerken, hakkını yediğim insanların ocaklarındaki yangını tâ içimde
yaşıyorum, bilin istedim!
Bir secde için
şimdi dünyaya dönsem; malım, mülküm, gençliğim, hayâllerim, varlığım, servetim,
mâkâmım, zevklerim, neyim varsa veririm! Bir secdem bile olsaymış, yanımda
olurmuş meğer… Bir sadaka verseymişim, beni burada yalnız bırakmazmış. Onlar bana
destek olurlarmış...
Ben bir taşı
kaldırmıştım fâni ömrümde, meğer o taş elim bir kazayı önlemiş. Haberim yok!
Ondan, başımda Kur’ân okunurken duyuyormuşum. Sonra yüklü yüklü günahlarım
affedilmiş. Fâtiha okuyanlarım da olacakmış. Bir taş… Sadece bir kuru taş… Bir
taş, bana mezarda huzur verdi. Onca günahımın, haramımın yanında bana bir
destekçi o!
Bir de diğerlerini
yapsaymışım, ibadetlerimi ihmâl etmeseymişim… Ah, mezar bana zindan oldu! Size
bir cennet köşesi olsun inşallah!
İmza: Gafil Amca.
***
Gafil
Amca kâbustan uyandı. Kan ter içindeydi. Mezardan mektup yazarken görmüştü
rüyasında kendini. Ama sanki rüya değil de gerçek gibiydi. Uzun süre kendine gelemedi.
Gerçek hayata dönemedi. Yaşıyor oluşuna inanamadı. Sanki gerçekten ölmüş,
mezara girmiş ve bir de oradan mektup yazmıştı.
Bu
mektup yazma işi o kadar abes bir durumdu ki ancak bu düşünceyle gördüklerinin
bir kâbus olduğuna ve artık uyandığına inanabildi. Ağladı, ağladı, döktü içini…
Ailesine anlattı tüm pişmanlıklarını… Ve bir abdest aldı, secdeye vardı… Tövbe
etti…
Malının
zekâtını vermeye, elinden geldiğince herkesin derdine koşmaya adadı kalan
ömrünü. Bu rüyadan birkaç zaman sonra vefât etti. Ölürken şehâdet getirişini
herkes duymuştu. Bir tövbeyle, gaflet ile geçen ömürden sonra birkaç gönülden
secdeyle, şehâdetle ölmeyi başarmıştı.
Şehâdetle
ölmek…
Bir
ömrün sonunu bu kadar anlamlandırabilecek tek bir şey daha var mı? O hâlde,
şehâdetle ölebilmek uğruna şimdi tövbe zamanı, şimdi ibadet ve secde zamanı!
Şimdi yetimlere el uzatma, akraba ve komşuya hatır sorma, yaşlıları sevindirme
zamanı!
Haydi, hep beraber şimdi başlamalı!