Meyve tabağında sıfır elma

Sükûnet gülüşüne devamla “Öldün!” dedi, “Şimdi gerçekten intikal ettin hiçler dünyasına”. Aynı anda o da silindi görüntüden ve sonunda onun da aynası kırıldı. O da hiçler âlemine geçmiş ve benim gibi tüm ağırlığından kurtulmuş, sıfırlanmıştı. Her ikimiz de iki ışık noktası gibi sıfır olmanın hafifliği içerisinde “Bir”e doğru yükselmeye başladık. Ama yükselişimiz soyut bir aritmetik içinde yol almaya başlamıştı. Yoğun bir 1 ve 0 deryasında istikamet açıyorduk kendimize…

“ADINI bağışlar mısın?” diye sordu bel hizamın altında ve önümde durup. İnce uzun bir yüzü vardı. Öyle ki, tıpkı bir organik topaca benziyordu; tepesi seyrek, telli bir topaç… Aynı tellerin bir tutamı da çenesinden fırlamış gibiydi. Kafasının aksine vücudu, çömlekten imâl bir ayran yayığını andırıyordu. Bunların hiçbiri önemli ya da ilginç gelmiyordu bana; enteresan olan, birdenbire peyda olmasıydı peykemin ayakucunda. Dedim ya, dembeden… Korkabilirdim, korkmadım. Ürkebilirdim, ürkmedim. Şaşkına dönebilirdim, dönmedim. Koşup hücremin kapısındaki paslı mazgalı açar ve başımı engel çubuklarına dayar, “Gardiyan!” diye bağırabilirdim, “Kim bu Allah’ın cezası köse cüce?”…

Köse, garip bir şekilde boynunu büktü, ağlamakla gülmek arası bir ifadeyle, “Bak alındım şimdi Âdem kardeş!” dedi. Bu, kışkırtıcı bir ifadeydi ve kışkırttığı da tabiî ki hücrenin mahkûmu olan bendim. Yakasına yapışır, kovabilirdim mekânımdan. Bunu da yapmadım. Sadece bakakaldım. Dudakları iki pembe solucan gibi üst üsteydi ve münasebetini bozmadan yanaklarına doğru uzayıp uzayıp gidip geliyordu. “Okuyorum bak!” der gibiydi. Birden, yüreğimin titrediğini duydum. “Okudu!” diye geçiverdi şaşkınlığım alnımın solundan sağına. Yine okumuştu zira ukala bir eda ile aralanan pembe solucanları, “Okumak benim işim!” diye açıklamamıştı durumunu, ancak ima öyleydi.

Dudaklarının arasından fırlayan dişlerine takıldım bir anda. Araları seyrek, renkleri sarı ve uçları sivriydi. Dili ise kan yalamış gibi kıpkırmızı bir et parçası... “Evet, bilirim okumayı!” dedi, “Âlemin prestijli bir medresesinde tedris ettim ‘ledün’ü”. Ledün mü? He, ledün!
“Ledün” dedim ya, ona takıldı. 1’in 1 ettiği, lâkin 2, 3, 4, 5 ve diğerlerinin kendi kadar etmediği bir okulda okunuyor ledün. Hatta ne 2, ne 3, ne 4 ve ne de diğerleri vardı orada. Evet, 1, 1’di ve sonrası kocaman bir 0 (sıfır)! “Sıfır” dediysem, aslında sıfır, sıfır da sayılmazdı; hatta kesinlikle değildi! Şöyle izah edilebilir: Bir noktada 1 varsa, bir vardır ve ora birdir; ancak o noktada hiçbir şey yok ise, orada var olan sıfırdır. Değil mi? “Evet!”

A, ben de okumaya başlamıştım aniden!

“Dur hele!” dedim şaşkın ördeğime, “Daha neler okutacağım sana!”. Aslında ne bu sözleri dedim, ne de bir önceki kritik ettiğim matematik felsefesini. Sadece şuramdan geçirdim, alnımın arkasından… “Beğendim seni, okuyuverdin daha ilk derste.” Hatta ders bile sayılmazdı bütün bunlar; henüz ilk karşılaşmamızın ilk dakikalarındayız.

“Haklısın” demedim bu sefer, sadece düşündüm.

“Bu kadar hızlı olacağına ihtimâl vermezdim. Neyse… Ben devam edeyim felsefeme…”

Nerede kalmıştık? Ha! Sıfırın analiziydi, değil mi?

“Evet!” diye düşündüm yine. “Sıfırın otolojik epistomu”…

Beğenmiştim adamımı. Ledüne hızlı dalışının yanında ağzı da laf yapıyordu hani. “Eğer bir sabite olarak sıfırdan söz ediyorsak, yani Hint allâmelerinden Arap’a, oradan Avrupa’ya geçen sıfırdan, doğal olarak bir mekândan da hâlli değiliz demektir. Ki böyle bir sıfır, avamî ya da havasîdir. Oysa ledünde sıfır, gerçekten sıfırdır. Yani ne kendi vardır, ne de sabitlendiği bir mekân. Bilmem anlatabildim mi sevgili şakirdim?”

İşte bu arada karışmıştı kafam! Yani iki tane mi sıfır vardı? Bir bildiğimiz sıfır, yani “Bir kere sıfır, eşittir sıfır” işleminde olan; diğeri sıfır olmayan sıfır. Hay Allah! Yine karıştırdım sıfır olan sıfır ya da hiç olmayan sıfırı, ha?

“Dur deli oğlan dur, relaks lütfen!”

“Duramam!”

Bak burada bir soru geldi aklıma, sormasam anlayamam şu ledün denilen her neyseyi, o hâlde sormalıyım: Bir tabakta bir elma olsun… Bunun aritmetiksel tarifi şu olsa gerek: “Tabakta bir elma var”… Ve sonra efendim, oburluğumuz tuttu ve o elmayı alıp attık ağzımıza… Bu durumda aritmetik tarif şu olmalı: “Tabakta sıfır elma var”… Gerçekte bu tarifte tabak var, lâkin elma yok. “Sıfır elma” olarak ifade edilen, somut değil, yani yok; ancak soyut ya da aritmetiksel olarak orada, tabağın içinde var mı denilmeli?

“Elbette! Şimdi mantığı güçlü biri olduğunu kanıtladın dostum!” diye geçirdim içimden. Çok sevindi. Hem de “köse ve cüce” diye küçümsediği biri tarafından taltif edilmiş olmasına rağmen... Bu iyiye alâmetti. Zira gide gide eşitleniyorduk ve ardından ben, tekrar onu geçecektim.

Buraya kadar iyi gitmiştim. Şimdi asıl sorumu sorabilirdim. “O hâlde!” diye başladım, “Söyle bakalım, senin sözünü ettiğin sıfır, tabakta yer tutan sıfır elma olmadığına göre nasıl bir şey?”.

Sorusu harikaydı Şakirdimin. Tam da istediğim sualdi bu ve ben, bu sualin cevabı olarak ona “sıfırı, kendimi ve ledün”ü bir dokunuşta izah edecektim. İki ince ve uzun kolumu iki yana açtım, “Harikasın be adamım!” derken kollarımı iki yanından yaklaştırdım ve omuzlarını kavradım. O an şiddetle sarsıldı tıpkı vücuduna güçlü bir akım boca edilmiş gibi. Vücudunun görünür yerleri kıpkırmızı kesildi bir anda, kahverengi gözleri pörtledi, dalgalı saçları diken diken oldu, küçük ağzı ve ince dudakları gerildi, kulakları sivrildi, tırnakları uzadı ve yamuk yumuk bir “Ah!” çıktı ağzından. Ve verdim beklediği cevabı, “Sen sıfırsın!” dedim, “Bak, bulunduğun tabak, yani hücren de yok artık, sen de yoksun! Bu durumda ‘Tabakta sıfır elma var’ denebilir mi? Yok! Zira elma olmadığı gibi, ortada tabak da bulunmuyor. Dolayısıyla burada matematik pepe oluyor; çünkü geometri namına herhangi bir nesne ya da cisim, doğru, hatta noktadan da söz edilemez yeni bir durumla karşı karşıyayız. Değil mi? Çünkü şu an durduğun yer ‘hiçlik âlemi’… Hiçlik âleminde, adı üstünde hiçbir şey yok değil hiç. Ne elma, ne tabak, ne onluk sistem aritmetiği, ne de geometri”.

Ağzımdan dökülen bir elif miktarınca keskin âhın biber acısı, dudaklarımı ateşle dağlanmışa döndürmüştü. Gözlerimi bu acının tesiriyle mi, yoksa birdenbire çakan flaş aydınlığından mı kapamıştım, bilmem, akabinde açtım ama şaşkınlığım göz kapaklarımı yırtmıştı şimdi de. Artık burası, gerçekten de ora değildi. Yani az önce bulunduğum küçük oda… Şu an karşımda duran da çeneden sakallı, yedi karışlık Bebe Ruhi sayılmazdı asla. Boylu poslu bir genç adam… En hayret verici şey ise, binlerce ayna panelin sağdan sola, yukarıdan aşağıya, tavana ve tabana yerleştirildiği, buut sayısı çokları geçmiş bir mekânın ortasında oluşumdu. Yani tıpkı onun dediği gibi elma ve tepsinin olmadığı bir hiçlik parselindeydik. Ha? Muhatabım ancak bu kadar tatlı gülümseyebilirdi, “Dedik ya!” diye düşündü.

Ve ben, birebir anlamıştım: “Gerçek sıfır noktasındayız şu an, yani hiçlikler âleminde… Lâkin kafamda küçük bir alan, belki de tek hücreden müteşekkil bir bozguncu zerre habire fitne üretiyordu. Aklım, oraya girip girip çıkıyordu. Bunca aynanın ortasında, her kadrajdan görüntümüzün alındığı bir mekâna nasıl ‘hiçlik’ diyebilirdik ki? Anlıyordum, ancak buna rağmen anlamakta zorlanıyordum. Mutlaka anlatacaktı ledün künhünce. Yine o tatlı tebessümüyle baktı bal rengi gözlerinden, “O hâlde şu etrafındakilerden hangisi sensin?” diye sordu. Sahi, hangisiydim? “En sen olan sandığına dokun ve işaret et hadi!”

Teklifle birlikte kendim sandığım bedenime dokundum. “Bu işte!” diyecektim ki, büyük bir şangırtıyla dokunduğum ayna bir anda kırılıverdi. Kırıklar kum gibi ufalandı ve buhar olup hava tarafından absorbe oldu. Dokunduğum benden çıkmıştı cam şangırtısı ve ben, o andan itibaren bir başka görüntüyü ben sanmaya başlamıştım. Yanılıp yanılmadığımı anlamak için “Ben buyum!” demeye hazırlanırken ikinci “ben”e dokunduğumda da aynı neticeyle karşılaştım. Yine cam şangırtısı ve tuz buz olup havaya karışan ayna kumları…

Üçüncü kez kendime dokunacağımı anlamış olmalı ki “Fazlasına gerek yok!” demedi, “Bir görüntün tuz buz olurken, bin görüntün şekilleniyor âlemde. Ve sen daha çok var zannetmeye başlıyorsun kendini. Bu nedenle daha fazla ağırlaştırma düşünceni!” diye eklemedi, ancak anladım öyle düşündüğünü. Devam etti eliyle boşlukta bir daire çizerken: “Ağırlaşan düşünceniz nedeniyle, siz insanlar sıfırın sıfır değil, değersiz bir ifade olduğundan uzaklaşıyor ve onun da bir değer olduğu yanlışına kapılıyorsunuz…”

Hay Allah! Yine başa, yani sıfıra dönmüştük. Bu yabancı neden bu kadar çok duruyordu sıfırın üstünde? Anladı tabiî aynımdan geçen düşünceyi, “Sıfır sensin de ondan!” dedi.

Yani?
“Yanisi şu ki… Ben sana, kendini anlatmakla görevli biriyim. Hani öykünün başında sormuşun ya bana ‘Kimsin sen?’ diye, işte cevabım bu: ‘Sıfıra sıfır olduğunu anlatma görevlisi’…”

Yeniden karışmaya başlamıştı anlağım. Ben niye sıfır olacaktım ki? Bedenim kırk sekizdi, kırk iki numara ayağa sahiptim, kilom yetmiş dört, boyum bir yetmiş üç… Tabiî ânında anlıyordu düşüncemi ve her verdiğim rakama alaycı bir tavırla dudak büküyordu. Kızdım, “Daha da tarif edeyim mi kendimi?” diye sert çıktım.

Onun cevabı bu kez çok somut olmuştu. Sağ elinin iki parmağını şıklattı ve ben, ânında var olan bir kantarın üzerinde buldum kendimi. Tartı aletinin dijital kadranını işaretle “Bak!” dedi, “Kilonu yazıyor”. Gayrıihtiyari kaydı gözüm göstergeye. Onun dediği gibi sıfır kilodaydım.
İki elini, “E öylesin, ne yapabilirdim ki?!” der gibi iki yana açtı. Çaresiz, uzatmadım ben de inadımı ve tıpkı onun gibi kollarımı yana açarak “Kabul!” dedim, “Ben sıfırım, hem de gerçek sıfır!”.

Bu kabulümle birlikte garip bir şey oldu ve etrafımı kuşatan aynalar galerisi, makineli tüfek tarrakası gibi sesler çıkartarak peşpeşe şangırdamaya başladı. Aradan çok geçmedi ki, tüm aynalar tuzla buz oldu ve ortada hiçbir şey kalmadı. Ben dâhil… Zaten anladığım kadarıyla aynalardaki görüntüden ibaretmişim ve son aynanın kırılmasıyla “ben” dediğim imaj da yok oldu. Yani yok “oldum”! Buna rağmen düşünebiliyordum…
Garip, bu durum beni korkutmadı. Aksine, bir “korku hapishanesi”nden özgürlüğe kavuşmuş gibi oldum ve müthiş derecede rahatladım. İstem dışı olarak ağzımdan “Oh!” çıktı kırk elif miktarınca. Merakla muhatabıma döndüm, “Ne oldu?” diye sordum.

Sükûnet gülüşüne devamla “Öldün!” dedi, “Şimdi gerçekten intikal ettin hiçler dünyasına”. Aynı anda o da silindi görüntüden ve sonunda onun da aynası kırıldı. O da hiçler âlemine geçmiş ve benim gibi tüm ağırlığından kurtulmuş, sıfırlanmıştı. Her ikimiz de iki ışık noktası gibi sıfır olmanın hafifliği içerisinde “Bir”e doğru yükselmeye başladık. Ama yükselişimiz soyut bir aritmetik içinde yol almaya başlamıştı. Yoğun bir 1 ve 0 deryasında istikamet açıyorduk kendimize. Tüm sayılar olmayan bedenimden geçiyor ve düşünceme doluşuyordu. O an anladım bu aritmetikle yeni bir dünya kuracağımı, hem de geometrinin en girift cisimlerini kullanarak.

Bu anlayışa ulaştığımda, “Hadi başla asıl tedrise!” dediğini hissettim. Ve onun yönlendirmesiyle ilk geometrik oluşumu şekillendirdim. Bu, bir geometrik saraydı ve bir anda oluşan mimarisinde sadece 1 ve 0’ı kullanmayı murad etmem yetmişti. Merakla, “Şimdi neler oluyor ey dost?” diye sordum.
Soruma cevabı sonraya hazırlamak niyetiyle, “Benim geri dönme zamanım geldi!” dediğini hissettirdi, “Zira bundan sonrası sana ait olacak, ben dışarıda kalacağım”.

Nedenmiş o?

“Zira bundan sonrası, kendi cennetinin sahası… Kolay gelsin ey ledün mimarı! Şahsî mimarin hayırlı olacak…”