
GÖRME, sultanü’l- ulemânın Allah ile olan münasebetinin en bariz unsurudur. Zira hazret kendi irşadını da bu görme ihsanına bağlar. Şöyle diyor:
“Allah beni her şekilde halka yol göstermem için vazifelendirdi. Ancak onun nazar ediş biçimine eşlik eden ayrılmaz bir ibadeti daha vardır ki o da zikirdir. Zikir ve nazar etmekten beni bir hüzün kapladı, Dedim: ‘Durup bakayım, nazar nereye kadar gider? Allah onu nereye kadar götürür?’ Gördüm ki Allah her an bir şeyleri yaratıyor ve nazarın eziyetini artırıyor. Sanırsın ki gözüm yuvasından, beynim başımdan ve kanım damarlarımdan çıkmak isterdi.”
Hazretin burada söylediklerine bakarsak, sanki bir mutasavvıfın değil de otobiyografi yazan çağdaş bir yazarın kendi durumuna ilişkin özel bilgileri okur gibi oluruz. Doğrusunu söylemem gerekirse, benim okuduğum mutasavvıflar içinde derunî macerasına değin sırları bu kadar açık ve cömertçe paylaşan ikinci birisine rastlamadım.
Bahaeddin Veled, derunî tecrübesi esnasında kendisiyle temas eden her tecelli ve görüngüyü muhatabıyla içtenlikle paylaşır. Hazret, başkalarının perde olarak adlandırdığı baş gözü ile derunî görüntü arasındaki engelleri bulut ve buz olarak niteler. Madde âlemi ile mana âleminin arasını bir bakışta bulut ve bir bakışta da buz gibi kaplayan bu engeller, özel bir an içinde bulut gibi açılıp buz gibi eriyince karşıda acayip ve sonsuz bir âlem belirir. Hazretin bu âleme acayip sıfatını vermesi, göz ile karşılaşılan görüntüler arasındaki bildik ünsiyetlerin ortadan kalkmasıyla alakalıdır. Zira tecellilerin büründükleri dünya nesneleri ile o nesneler üzerinden telkin ettikleri anlamlar arasında, kısmen rüyalarımızda şahit olduğumuz bir düzenek vardır.
Rüyamızda bir kelebek görsek ve rüya bize o kelebeğin filan kişi olduğunu telkin etse, uyandığımızda bu durumu anlatırken “Rüyamda bir kelebek gördüm, güya filan kişiymiş”diye anlatırız. İşte bizimle rüya arasındaki bu belirsiz ve muvakkat telkin ilişkisi, veli ile tecelli arasında bariz ve zaman kaydından azat bir mahiyet arz eder. Hazret, baş nazarına ârız olan bulutların aradan çekilerek can gözünün açıldığı o sancılı hengâmede, bir kısmına aşina olduğu fakat ekseriyetine bigâne kaldığı bir nesneler ormanı görür. Ne var ki burada aşinası olduğu nesneler, ondaki bir mana ve kuvvenin surete bürünmüş hâli olarak yüz gösterirler.
Hazret, bu acayip âlemde bir belirip bir kaybolan bildik somut dikenleri, bizdeki hayal kuvvesinin vücut bulmuş hâli olarak idrak ettiğini daha doğrusu o görüntünün o telkinle geldiğini söyler. Hazretin bu beyanından anlaşılır ki onların irfanî ifadeler içerisinde zikrettikleri kimi nesneler rüyadaki gibi kendi anlamlarını telkin eden nesnelerdir. Bu itibarla bu kelimeleri, nesne olarak değil, onun telkin ettiği manaların kılıfı olarak nitelemek gerekir. Hazretin perdesiz olarak gördüğü derûnî manzara içerisinde beliren dikenler, hayallerinin kendisine muhtelif dikenler hâlinde göründüğü cevherleridir. Hazret bu durumu, mahlûkun sıfatlarının Allah’ın yarattığı sıfatlarla yer değiştirmesi olarak niteler. Allah insanı kendisinden habersiz olarak yaratır ve ona işlerini çekip çevirmesi için de irade gücü verir. Ancak dikenin hayal olarak görünmesi Allah’ın insandaki nazarı kendisine açması demek olan kurb/ yakınlık hâli ile ilişkilidir. Nazarın Hakk’a açılmasının sebebi, insanın kendi mahiyetini kavraması içindir. Şayet bu kavrayış ve tanıma belli bir ölçüde artarsa bu duruma kurbun artışı denir. Kurb artışı kemal derecesine ulaştığında rü’yet adını alır. Rü’yet anı, bir tecelli aynasına dönüşen ârifin kendisi ile temas eden ve anbean değişen tecellileri hayranlıkla seyrettiği özel bir andır. Böyle özel bir anda, ârif baharda çiçek vermek üzere hazır bekleyen bir gül ağacına döner ve onun her cüzünden Allah tarafından verilmiş bir marifet goncası açılır ve ruhta her şey gonca olmak üzere ölüm uykusundan uyanır.
Ondaki her fidan; bir fikre, bir hâle ve bir vecde karşılık gelir. Onun vizyonları günlük, sıradan bir eylem üzerinden kalkarak bütün varlık ve varlık ötesiyle temas kuran bir genişleme istidadı gösterir.
Ârif bu hâl üzerindeyken Hakk’ın eylem ve benzersiz yaratıcılığıyla o kadar dolar ki birdenbire cemal ve kemalden uzak ve ne kadar noksan varlık varsa o varlığın cemalinden o kusurları silmeye çalışır. Tut ki varlık heykelinin nihaî tıraşını ârif yapmaktadır. İşte bu duruma kurbet ve rü’yetin kemali denir. Ârifler cümle muratlarına Allah vasıtasıyla kavuştukları için, onların belâ diye niteledikleri şey, Allah’ın onları bu muratlara kavuşturma hâlinden uzaklaştırmasıdır. Ârif, kurbiyet hâli içinden bakınca biri Allah’ı muhabbetle ta’zim etme diğeri de muhabbetsiz ta’zim etme olan iki yakınlık biçimi görür. Muhabbetle ta’zim hâlinde veli ne zaman Allah’ı zikretmek ve O’nu görmek istese neşe ve hayat nuruyla dolu o nazar ve o zikir Allah’ın hoşuna gider. Ancak hangi zikir ve nazarda hayat nuru ve neşe azalırsa bu ta’zîm, Allah’ın hoşlanmadığı ta’zim olur.
Bahaeddin Veled’e göre, Veli için Allah’ın zatından başka bakılacak bir yön ve meşgul olunacak bir iş yoktur. Allah demek, bütün melekelerin O olması demektir. Bu öyle bir deyiştir ki bu ses kalpteki muhabbetle birleştiğinde göz, kulak, akıl, ruh, gönül ve idrak o esnada külliyen ortadan kalkar. Bu melekelerin hepsi Allah’tan birer cüzdür. İşte Allah Allah diye zikre başlayınca ondan geçici olarak ayrı düşmüş olan bu cüzler, derhal o bütüne dahil olurlar. Bundan dolayı velayet yoluna ışık olan cevher gönül nuru ve o yolun gıdası da gönül zevkidir. Bu cevher ve bu gıda olmadan bu yolculuk menzile varamaz.
Sultanü’l-ulema bize bir velinin günlük hayatındaki rutinlerin nasıl bir şey olduğunu anlamamıza yarayan pek çok özel bilgi verir. Söz gelimi bir müminin sabahleyin bir mescide girip okunan Kur’ân’ı dinlemesi sıradan bir şeydir. Ama bu kişi hazretin kendisi olunca durum değişiverir. Şöyle söyler:
“Sabahleyin mescide geldim. İmam Kur’ân okumaya başladı. Nazar ettim cehennem ve cennette bulunan her şeyi kendi sıfatlarımla idrak ettim. Şimdi nazar ederim ki Allah benim idrakimin eserini hangi sıfata tebdil eder; semaya mı, arza mı, kâfire mi, mümine mi? Ansızın Allah’tan hayran olup mekândan mekânsızlığa, bu âlemden benzersiz âleme, mahlûkattan Hâlık’a ve kendinden kendisizliğe giderim. Görürüm ki bütün memleketler benim idrakimdendir.”
Hazretin oturması da suretâ bir oturuştur:
“Oturmuştum, dedim ki neyle meşgul olayım? Allah ilham verdi, zâtı sana onun için verdim tâ ki bana hayran olduğunda ve gönlün benim kurbetimden yorulduğunda kendine nazar edesin ve kendinle meşgul olasın. Dedim ki o hâlde iki varlık var, birisi Allah diğeri de ben. Allah’a bakarsam hayran kalırım, kendime bakarsam endişelenirim. Kendime baktığımda Allah’ım bu murdar, acı ve tatsız bir lokmadır, bunu önümden al da senin cemalin perdenin ardından ortaya çıksın.”
Hazret bize yine Allah ile veli arasında çok hususî bir hâl olan ilhamın kendi bünye ve psikolojisinde oluşturduğu tesiri sır olmaktan çıkarır. Hazrete Hak’tan ilham yoluyla bir marifet geldiğinde onda uyku galebe çalar ve yavaş yavaş düşüncesinin şiddeti azalır. Hazret bu durumda kendisini toprağa gömülmüş bir tohuma benzetir. Bu hâlden uyandığında filizlenir ve başı topraktan dışarı çıkar. Sanki bedeni bir ağaçtır ve o ağaçtan tefekkür tomurcukları peyda olur. Bu esnada diliyle zikretmeye başladığında kendisini meyve veriyormuş gibi hisseder. Böyle bir perde içinde perde hâline girdiğinde kendisinden acayip şeyler zuhur eder. Ondan zuhur eden bütün bu şeyler sanki o anda yokluğun ağzında durmakta ve yokluk da ağzını keremen onun ağzına koyarak bunları hasıl etmektedir.
Bahaddin Veled’in Ma’ârif’i, bir velinin tecelliler ormanına benzer ve biz O’nun nazar dediği ve gözle alakası olmayan emsalsiz kuvve üzerinden bu ormandaki her fidana yakından bakabilme imtiyazı yaşarız.
Ancak şunu açıkça söylemek gerekir ki ondaki her fidan; bir fikre, bir hâle ve bir vecde karşılık gelir. Onun vizyonları günlük, sıradan bir eylem üzerinden kalkarak bütün varlık ve varlık ötesiyle temas kuran bir genişleme istidadı gösterir. Kendisini dinleyelim:
“Sabahleyin mescitte oturmuştum. Herkes selam verip hürmet gösteriyordu. Dedim ki, Allah benim ruhumu süsleyip onlara gösteriyor. Onlar bende Allah’ın eserlerini gördükleri için hürmet gösteriyorlar. Bu zamanlarda şükrümü daha da artırırım ve görürüm ki Allah benim ruhumu başkalarının ruhuyla düğümlüyor ve bazen de onlarda çözüyor. Yine kendi sıfatıma baktım gördüm ki Allah bir tayfayı zemheri cezasına çarptırmış diğer bir tayfayı da ateşlere yakmış. Tekrar cihana baktım, âlemi yerli yerinde gördüm. Tekrar tekrar cihana baktım, sonsuz bir deniz ve büyük inciler gördüm. Bir de baktım ki ne bir parça ne de genişlik kalmış. Tekrar kendimden ve cihandan geçerek sonsuz sıfatlara nazar ettim. Gördüm ki onda hiçbir deniz yok ve her şey yok olup gidiyor. Anladım ki bu nakışları önümde çizen Allah bana vücud giydirerek beni süslüyor.”
Hazret, varlığın yokluğa ve yokluğun varlığa anbean tebdil oluşunu izlerken bütün bunları baş gözü ve gönül gözü önünde birbirinin peşi sıra çizenin Allah olduğunu idrak eder. Ancak bu idrak ediş, insandaki menfî duyguların müspet duygulara tebdil olduğu bir idrak ediştir. İşte bu esnada yukarıda bahsini ettiği acayip alem içinden beliren ve kendisini hayal olarak telkin eden dikenler birer yasemine dönüşür. Bu durumda yasemin de hayalin zıddı olan gerçeğin ta kendisidir. Zira o telkin bu telkini içerir. (Devam edecek…)