Mevlevî Ma’ârifleri: Bahâeddin Veled ve Ma’ârifi (6)

Mıknatıs yaklaştıkça nasıl ki demir tozları hareketlenip mıknatısla birleşmek isterse, kurbiyet makamındaki kişi de demir tozu gibi şevke gelip İlâhî mıknatısa doğru hareket eder. Zira o mıknatıs bir muhabbet, çektiği demir tozu da kendisinden kopup gurbete savrulmuş bir muhabbet parçasıdır. İşte Bahaeddin Veled’deki tüm görme tecrübelerini, kul ile Allah arasındaki bu hususî yakınlık zaviyesinden değerlendirmek gerekir.

BAHÂEDDİN Veled’in Ma’ârif’ini dolduran irfanî bilgiler aynı kaynaktan iki farklı mahiyette gelir: Görme ve duyma. 

Hazret’in görmekten kastı Allah’ı görmek, duymaktan kastı da Allah’ı duymaktır. Okuyucuya Sultânü’l-Ulemâ’nın Ma’ârif’i için sonda söylenecek sözü başta söyleyerek belirtelim ki, bu eserdeki irfanî bilgilerin kahir ekseriyeti görme cihetinden gelir. Şu hâlde Hazret’in mahiyet ve niteliği, bizden farklı olan bir görme kudretinden bahsettiği açıktır.

Eseri okuyanlar için fasılların başında gelen şu cinsten kısa cümleler çok şaşırtıcıdır: “Namaza girdim, Allah’a nazar ederdim (2. Fasıl), Gece kalktım, Allah’a bakayım dedim (3. Fasıl), Allah’ın yarattığı bu cemal sahibi harika güzellere nazar ediyordum (20. Fasıl), Allah’ı bütün sıfatların vasıtasıyla hayretle müşahede ederdim (133. Fasıl)”. 

Ancak üzerinde durarak eseri okuyanlar, bu görmelerin İlâhî tecellileri müşahede etmek anlamına geldiğini kavrarlar. Hazret, eserin ilk faslında bize, bakınca bütün güzelleri göreceğimiz ve tatlarını bütün hücrelerimizde duyacağımız bir pencere açar. Bu pencereden bakarken fark ederiz ki, bütün hücrelerimiz o güzellerin hücreleriyle kaynaşarak istediğimiz her sureti göreceğimiz binlerce aynaya dönüşür.   

Bahâeddin Veled’in, bakınca göreceğimizi söylediği güzellerin maddî manevi bütün varlıkları ifade ettiğini belirtmemiz gerekir. Bir an bakılır, o aynalarda Hakk’ın Kendisinden bize akseden yüz binlerce suret belirir. Bir an bakılır, bütün hücrelerimizde cümle çiçekler açmaya başlar ve beden adeta bir gülistana dönüşür. Biz, bizde beliren bu rengârenk çiçeklerin temaşasıyla hayran iken, Allah, bütün çiçekleri sıkıp gülsuyuna tebdil eder ve o suyun kokularından da Cennet hurilerini yaratır. Hazret’in bu müşahedeler silsilesi, İlâhî tecellilerin an içinde beliren ve an içinde mahiyet değiştiren dalgalar hâlinde geldiğini göstermesi açısından önem arz eder. Abartmadan söylemek gerekirse, Hazret’in Ma’ârif’inin temelini bu tecellilerden gelen irfanî bilgiler oluşturur. 

Bahâeddin Veled’in “Kendi cüzlerimin hepsinde Allah’ı görürüm” dediği hâli, “Allah bana verdiği nazar kadar kendini gösterir” demesiyle idrak etmek gerekir. Bu durumda Hazret demek ister ki, “Milyarlarca hücrem göz kesilir ve ben her göz ile Allah’ı görür, coşarım; bir de bakarım ki O’nun bana verdiği nazar kadarını görüyormuşum”. Evet, Hazret’in görmekten kastı budur ancak bu kadarı bile bahsi geçen göz ve gözler tecrübesinden uzak olan bizler için kolay izah edilecek bir şey değildir.

“Peki, Allah’ın verdiği kadarlık nazarın mahiyeti nedir?” diye soracak olursak, Hazret’in cevabı hazırdır: “Bendeki bilgi idrak, kudret, muhabbet, aşk, cemal, tedbir, görme, tutma, duyma gibi bütün sıfatlarım, Allah’ı görebilen gözlerimdir.” 

Hazret demek ister ki, insan her şeyiyle Allah’ı görmek üzere yaratılmıştır. Onun bu hükümden maksadı, Hakk’ın bizimle daimî bir temas hâlinde olduğudur. İlâhî tecelliyi bir kez gördük mü arkası gelir; önce bir gözle görürken tecelli rüzgârı değdikçe bizde yeni gözler açılmaya başlar ve bir de bakarız ki, Allah’a yakınlık, bizde nitelik hâlinde uyuyan her şeyi uyandırıp birer göz hâline getirir.


Bahâeddin Veled’in “Kendi cüzlerimin hepsinde Allah’ı görürüm” dediği hâli, “Allah bana verdiği nazar kadar kendini gösterir” demesiyle idrak etmek gerekir. Bu durumda Hazret demek ister ki, “Milyarlarca hücrem göz kesilir ve ben her göz ile Allah’ı görür, coşarım; bir de bakarım ki O’nun bana verdiği nazar kadarını görüyormuşum”.


İlâhî cazibe: Gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı olmak

Bahâeddin Veled, Allah’ı kurbiyet penceresinden gören bir zattır. Onun söylediklerinin tamamı, bu makamın idrakidir. Onda diğer makamlara doğru bir gidiş ve geliş olsa da Hazret’in asıl karar makamı, bu makamdır. Buradan anlaşılır ki, her veli, makamlar arası seyreder ve ulaştığı ölçüde de o makamların idrakine sahip olur ve ancak bunlardan birini asıl makam hâline getirir ki o makam, o zâtın temel ahlâkı olur. Allah’ın kula ve kulun Allah’a en yakın olduğu kurbiyet boyutunda bizde uyuyan her şeyin Hakk’ın bize yakınlığından dolayı uyandığı, Hazret’in ifadesiyle “göz kesildiği” görülür. Bu durum tam da bir mıknatıs ile demir tozunun ilişkisine benzer. 

Mıknatıs yaklaştıkça nasıl ki demir tozları hareketlenip mıknatısla birleşmek isterse, kurbiyet makamındaki kişi de demir tozu gibi şevke gelip İlâhî mıknatısa doğru hareket eder. Zira o mıknatıs bir muhabbet, çektiği demir tozu da kendisinden kopup gurbete savrulmuş bir muhabbet parçasıdır. İşte Bahaeddin Veled’deki tüm görme tecrübelerini, kul ile Allah arasındaki bu hususî yakınlık zaviyesinden değerlendirmek gerekir. 

Hazret’in elde ettiği tecrübeleri hiçbir şeyin arkasına gizlemeden olduğu gibi cömertçe sunma gibi bir ahlâkı vardır. O, Allah’a yakın olma hâlini elde etmenin yollarını kendine özgü bir sır gibi saklamaz. Bilakis bu hâli elde etsinler diye bildiklerini herkesin istifadesine sunmak ister. Zira ilmin temelinde cömertlik vardır. Cömertlik nedir? “Bende var; al, sende de olsun” tavrıdır. Ama irfanın temelinde fakr vardır. Fakr nedir? “Al, hepsi senin olsun! Bir dost, bir post yeter bana” tavrıdır. Çünkü fakr makamında veli Yunus Emre’nin tabiriyle “Bir tükenmez gence sataşır”. Yani bitimsiz bir define bulmuştur, verse de tüketemez. 

Fakrın lügat anlamı “çorak arazi” demektir. Malûm, çorak arazide tohum filizlenmez. Zira toprağı tuz istila etmiştir ve tuza atılan tohum da çürümeye mahkûmdur. Oysa veliler duruma bizim gibi bakmazlar, onlara göre bir yer ne kadar çoraksa o kadar verimlilik kuvvesine sahiptir. Bu ilkeyi cümle hayata teşmil etmekte de bir sakınca yoktur. En kurak yer çölse, en bitek yer de çöldür; belki de en zayıf yönümüz, en kuvvetli yönümüzü gizlemektedir. 

Kim demiş zifirî karanlıklar içinde parlak güneşler yok diye? Gece vakti dünyan kabına kesif bir karanlık olan gasik dolduğunda ve her şeyi en şedit karanlıklar ihata ettiğinde, felak’ın Rabbi’nin o zifirî gecenin rahmine bir güneş tohumu attığını ve seher vaktinde o boğucu gecenin hamile kaldığı parlak güneşi doğurduğunu ve üstelik bunun her gün tekrarlandığını görmüyor muyuz? Kim demiş “Ümitsizlik dipsiz kuyudur” diye? O kuyunun dibinden Nahşep dolunayı gibi parlayan bir Hazreti Yûsuf çıkmadı mı? Kuyuya düşerken yırtılan beşer gömleğinin yerine vahiy gömleği giyinip Mısır azizi olmaya, o kuyudan bir ulu yol bulup o yola revan olmadı mı?   

Zaaflarımızın inatçı kabuğunu kırdığımızda, içinde erdemlerin boy atmak için fırsat kolladığını görürüz. Eblehliğimiz dehamızın sancağını sallamakta, uyuşukluğumuz kanatlanıp uçmamızı gizlemekte ve inkârımız, imanımızın gücünü örtmektedir. Belki de dinimizin en mühim ilim beldeleri olan Halep ve Şam’a “Müslümanlar zebun düştü” diye, zalim küffar orduları şarktan ve garptan sancaklar çekip borazanlar çalarak girdiler ama günün sonunda kudretleri zillete dönüşecektir. Tuzakları bozan O olduğu gibi, tuzakların en alâsını kuran da yine O’dur. Bir sivrisinek vesilesiyle Nemrut’un kafasının tokmaklanması ve Medyen’de sıradan bir ağaçtan kesilmiş mütevazı bir asa ile de Firavun’un kol ve kanadının kırılması, aczin, kendini kudret sahibi sananlara galebesi değil midir?

“Nasıl oluyor da acz, kudrete üstün geliyor?” denilecek olursa, Sultânü’l-Ulemâ’nın hayrü’l-halef evlâdı Mevlana’nın, Firavun’un büyücüleriyle Hazreti Musa’nın müsabakası bahsinde mucizeyle büyü arasındaki kıyasından -“Mucizede Hakk’ın rahmeti, büyüdeyse lâneti var” demişti- mülhem olarak deriz ki, “Aczde Allah’ın nusreti, Hakk rızasından kopuk kudrette ise Hakk’ın lâneti vardır”. Zira ilkinde kulluk, ikincisindeyse şirk vardır.    




Mağara

Bütün bunları neyin delâletiyle söyledik? İrfanın velut tarlası olan fakrın delaletiyle… Velinin fakra ulaşması, gönül ikliminde dünya tohumlarının çürümesine mukabil, onların yerinde daha bitek ve gümrah olan mânâ tohumlarının filizlenmesidir. Zira bir şey çürüyüp ortadan kalkmayınca öbür şeye yer açılmaz. Nitekim Hazret, marifetin kapısı olan ilme’l-yakîni anlatırken şöyle diyor: “İlme’l-yakîn, Allah’a ibadetle hâsıl olur. İnsan dünyaya rağbet etmediği zaman ancak ibadet ve hayra lâyık olur.” 

Dünyaya rağbet etmemek nedir? Elbette fakrdır. Dünyanın fena bulmadığı bir gönülde mânânın ihya olmasını bekleyemeyiz. Sözün ihyaya gelmesi beyhude değildir. “Ey yorum atı doludizgin giden kalem süvarisi, ardından yetişemiyoruz, sen belagat divanını kapat da bize Sultânü’l-Ulemâ’yı lâyıkıyla anlayacağımız bir anahtar kelimecik ver ki biz onunla Hazret’in gizli hazinelerinin kapısını açalım!” denilirse, “Bu kelime ihyadan başkası değildir” deriz. İhya anahtarını ele alınca yapmamız gereken şey, o anahtarla “Hayy” esmasının sandığını açmaktır. Hazret’in bu esmaya sakladığı hazine nedir? El-cevap: Kur’ân-ı Kerîm’dir. 

Bu bapta sözü Hazret’e verelim: 

“Bütün Kur’ân’ı eleyip aktardım. Ondaki her ayet ve kıssanın özeti olarak şu hikmeti buldum: ‘Ey kul, Benden başkasını bırak! Başkasından bulacağın her şeyi halka minnet etmeksizin Bende bulursun. Lâkin bende bulacağın şeyi hiç kimsede bulamazsın. Ey Bana sarılıp yapışan kişi, Bana daha fazla sarıl ve yapış!’ 

Namaz, zekât ve oruç bizi Allah’a ulaştırır. Bu ibadetler, Allah’a ulaşmanın araçlarıdır. Her ulaşma, tıpkı bir maşukun yanı başında oturmanın ve başını onun omuzuna koymanın tadı gibi bir tat verir. İster başından, isterse sonundan başlayarak okuyun, Kur’ân şudur: ‘Ey benden kopan, bağlan Bana! Zira Hayy’dan ayrılan, ölülerdendir.’”  

Evet sevgili okur, alıntıladığımız bu metni biraz daha yakından okursan, Hazret’in karanlığa ok atanlardan ve yorumcularını da o okun peşinde meçhule salanlardan olmadığını anlarsın. Onda, anlattığı şeyi yalın, açık ve somut bir şekilde anlatmak bir melekedir. Yukarıda bir yerde İlâhî bir mıknatıstan bahsetmiştik ya, işte Hazret, Kur’ân’ı o mıknatıs, bizi de demir tozu gibi görüyor. “Daima Kur’ân ile meşgul olmak, bizi bir müddet sonra onda daima diri olan mânâlarla temas ettirir” demek istiyor. Ancak şu farkla o zaten diridir; Hazret’in söylemek istediği ise Kur’ân ile temas yoluyla bizim dirilmemizdir.

Hazret, Kur’ân’ı “Hayy” esmasının bir tecellisi olarak görüyor. Bizde ister kuvve hâlinde olsun, isterse fiil hâlinde olsun, her şey gaflet, uyku ve ölüm hâlindedir. Tıpkı mıknatıs gelmeden önceki demir tozu yığıncığı gibi… Kur’ân üzerinde daimî tefekkür etmek, bir müddet sonra bizdeki kuvveleri uyandırmaya ve diriltmeye başlar. Zira o, Hakk’ın vahyidir. Vahyi de baş kulağı değil, can kulağı duyar. O sesi duyan kuvvelerimiz, Ashab-ı Kehf’in mağaradaki uzun uykularından uyandıkları gibi uyanırlar ve mağaradan taşra çıkarlar. Bu ne demektir? Gaflet, uyku ve ölüm kozasının yırtılması ve içimizdeki her kuvvenin ayrı bir kelebek gibi gülistana doğru kanat çırpmasıdır. Bizdeki kuvve ve sıfatlar bir an farklı farklı kelebek olup uçarlar, bir an cins cins çiçeklere dönüşürler, bir an göz kesilip mânâ dilberlerinin temaşasıyla mest olurlar. Ama ne olurlar, neye dönerler ve neyi seyrederlerse etsinler, hepsi Hakk’ın her an belirip yok olan yahut titreşen tecellilerinden başka bir şey değildir. Hazret’in “Allah’ı görüyorum” demesinin ardındaki mantık, bizdeki bütün sıfatların O’nu görmek için yaratılmış gözler olduğunu kavramasından dolayıdır. Ona göre bu kurbiyetin kapısı Kur’ân’dır. Kur’ân ile hemhâl olup içindeki uyurları diriltmeyenler, kör gelirler, köre giderler; onunla hemhâl olanlar ise kör gelirler, göregiderler. 

(Devam edecek…)      



1. Bahâeddin Veled (2018), Ma’ârif, Çevirenler; Şadi Aydın-Elvir Musiç, Rûmi yayınları, Konya.