Mevlevî Ma’ârifleri: Bahâeddin Veled ve Ma’ârifi (4)

Behram Şah, Nizamî-yi Gencevî’nin hamilerinden biri olarak da tanınıyordu. Nizamî, “Mahzenü’l-Esrâr” adlı eserini onun adına yazmıştı. Behram Şah, eşi İsmetî Hatun’un adına izafeten “İsmetiye” adı verilen medrese binasını en kısa zamanda inşâ ettirerek Hazret’in hizmetine tahsis eder. Bu gayrete karşılık olarak Mengücekoğulları sahasında talebe yetiştirmek için kolları sıvayan Hazret, Erzincan Akşehir’inde tam dört yıl boyunca öğrenci yetiştirir.

NİŞABUR’dan yelkenlerini mânâ rüzgarlarıyla doldurarak ayrılan kafilenin hedefinde Hilâfet merkezi Bağdat vardır. Eflakî’nin Bahâeddin Veled ve maiyetinin Bağdat girişinde, Halife’nin adamları tarafından görkemli bir şekilde karşılanmasına dair naklini, bazı yorumcular abartılı bulurlar. Ancak biz bu karşılama şeklinin bilinçli bir siyasî hesaba dayandığını düşünüyoruz.

Harzemşah Sultanı Alaeddin Tekiş ile Halife arasında kuvvetli bir husumet vardı. Sultan’ın Halife’yi tahttan indirerek yerine Hazreti Ali neslinden Tirmizli bir seyyidi geçirmek için bir ordu teşkil ederek Bağdat üzerine gönderdiğini biliyoruz. Ancak bu ordu, sefer yolunda tipiye tutularak telef olunca Sultan’ın bu teşebbüsü akim kalmıştı. Harzemşah Sultanı, Fahreddin Râzî’nin fikirlerine itibar ettiği için, mutasavvıf ve sufilerden pek hazzetmiyordu. Bundan dolayı ülkesindeki sufiler üzerinde ağır bir baskı uyguluyor, muhtemel tehlike gördüğü sufileri ya ülkeden sürdürüyor ya da öldürmeye kadar varan bir şiddete başvuruyordu. Nitekim Bahâeddin Veled’in ülkeyi terk etmesini isteyen Sultan, Kübrevî şeyhlerinden Mecdüddin-i Bağdadî’yi öldürtmekte de tereddüt etmemişti.

Sultan’ın bu tutumu, sufiler ve onlara sıcak bakan halk ile yönetim arasında bir duygusal kopuş oluşturuyordu. İşte Halife’nin Sultanü’l-Ulemâ’yı mutantan bir biçimde karşılatması, Harzemşah ülkesindeki bu muhalif tabanı kendine bağlama amacına dayanıyordu.

Halife bu amaç doğrultusunda Harzemşahlara muhalif olan Sultanü’l-Ulemâ’yı onun da ummadığı bir ilgi ve görkem ile karşılatmıştı. Öyle ki, kendi danışmanı olan Avârifü’l-Ma’ârif yazarı Şehabeddin Sühreverdî’yi, bizzat Bahâeddin Veled’i karşılaması için görevlendirmişti. Sultanü’l-Ulemâ ve maiyetinin Bağdat’a varış yılı, öngördüğümüz gibi 1217 yılı baharındaysa, kendi vatanında olaylar selinden kaçan Hazret, Hilâfet şehrini o yılın baharında taşarak her yeri istila eden bir Dicle nehri manzarası içinde görmüş olmalıdır. Böyle görkemli bir karşılamanın aynı nispette bir ağırlaması da olacağı için, Eflakî’nin rivayetinden anlaşıldığına göre Hazret ve ekibinin emrine, muhtemelen Hilâfete ait atıl durumdaki bazı konak ve kasırlar tahsis edilmişti. 

Ancak Hazret, bu şaşaalı yapılarda konaklamayı reddederek bir medresede konaklamayı tercih edeceğini bildirmiş ve kendisine Mustansırıyye Medresesi tahsis edilmiştir. Eski sarayın kalıntıları üzerine bina edilen bu medrese, o tarihlerde henüz vakfedilmemiş olduğu için faal bir medrese değildi ve muhtemelen inşâsı da tam tekmil olmaktan uzaktı. Bahâeddin Veled’e bu medresede konaklaması salık verilmese de onun bu yarı mamur binayı saray yavrusu kasırlara yeğ tutan bir mizaca sahip olduğunu gayet iyi biliyoruz.

Halife, Bahâeddin Veled ile bizzat görüşmemiştir ancak siyâsî düşmanı Harzemşahlara muhalif olan bu sufi müderrise iltifattan da geri durmamış ve bir Cuma vaazını onun vermesini talep etmiştir. Bu arada hayâllerinin şehirlerinden en önemlisi olan Bağdat’a yerleşen Bahâeddin Veled, kısa zamanda Hilâfet merkezindeki yönetim kokuşmuşluğunu yerinde gözlemleyerek acı bir hüsranı bizzat tadar.

Halife, şeriat hükümlerine bigâne bir biçimde sefih bir hayat sürüyor ve bu hayatın idamesi için dönen rüşvet çarkının da en tepesinde bulunuyordu. Ülkesine geldiği Halife’nin ülkesinden kaçtığı Sultan’dan bir farkı olmadığını gören Hazret, gördüklerini dile getirmede dilsiz şeytanlığı tercih eden ulemanın aksine, Cuma vaazında bu gerçekleri bir bir sayıp dökmekten çekinmedi. Halife’ye bunlardan kaçınması için, vaazı dinleyen adamları üzerinden dinin gereği olan nasihat ve tavsiyelerde bulundu.

“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” atasözünün hükmü burada da tecelli etti ve bu vaazdan sonra Hazret ve ekibi, Bağdat’ın ortasında kendi hâllerine bırakıldılar. Medreseden atılmadılar ama cümle tahsisat ve iltifat kesilerek nazikane bir şekilde kapı dışarı edildiler. Vakur bir mümin ve cesur bir âlim olan Bahâeddin Veled, bu vaazın böyle bir sonuç vereceğini elbette biliyordu. Ancak Hakk’ın buyruğunu kulun iltifatına yeğ tutan bir ahlâka sahip olan Hazret’ten başka türlü bir davranışın sadır olması da mümkün değildi. “Din nasihattir” Peygamberî buyruğu, onun temel hareket noktalarından biriydi ve muhatabına bu nasihati en münasip yerde vermiş olduğu için kalben müsterihti.

Bahâeddin Veled’in Bağdat macerasının da hüsranla sonuçlanması dış tarafında üzücü olmakla beraber, iç tarafında Vahş’taki İlâhî telkinin hilafsız gerçekleşmesi yönünden sevindiriciydi. Malûmdur ki Hazret, Belh’ten Vahş’a gittiğinde “Başkaları Belh, Semerkant ve Bağdat’ta iken ben niçin Vahş’tayım” diye durumunu sorgulamış ve gönlüne düşen İlâhî bir ilham, “Benimleysen ve dostumsan bu üç şehirde de olmayacaksın” uyarısında bulunmuştu. İşte bu vaazdan sonra bu İlâhî uyarı gerçekleşmiş ve kafile koca Bağdat içinde yapayalnız kalmıştı.


 

Zorda aranan hayır

Bu hâdisenin Hazret ve okuyucu açısından sevindirici tarafı, Bahâeddin Veled’in gönül denizine düşen İlahî ilhamların şeytan telkini ve vehim eseri olmayıp doğrudan doğruya Hakk’ın lütfu olarak gelmesinin kavranmasıdır. Bu durumdan hareketle onun Ma’ârif’inde yer alan İlâhî telkinleri bir hakikat ve hikmete dayanan lütuf ve ihsan telkinleri olarak ele alabiliriz ki bu tutum, eseri değerlendirmek isteyenler için önemli bir ölçüt olabilir.

Belh’ten hac niyetiyle kalkıp yola düşen bir kafile için Bağdat elbette bir ara duraktır ancak biz, Hazret’in “Bulunduğum yerlerden biri neden Bağdat değil” şeklindeki sorgulama tavrından hareketle onun, şartların umduğu gibi gerçekleşmesi hâlinde kafasındaki ikâmet yerinin hac dönüşü tekrar Bağdat olacağını ileri sürmek yanıltıcı olmaz. Nitekim ana kaynağımız Eflakî de aynı durumu teyit eder.

Ne var ki, İlâhî takdir, Hazret’in tedbirini bozunca artık Bağdat’ta alınan her nefes, kafileye ilâve bir yükün altına girmek ve orada yenen her lokma, namert sofrasına el sunmak gibi bir zillete katlanmak anlamı taşıyordu. Nitekim Bahâeddin Veled, bir buçuk ay civarında kaldığı Hilâfet merkezini, en kısa zamanda terk etmekte hiçbir tereddüt göstermeyerek bir daha dönmemek üzere şah gibi girdiği Bağdat’tan hak bildiğini yapmış vakur bir derviş gibi çıkıp gitti.

Hac farizasını yerine getiren kafile, hac sonrası tekrar Bağdat’a dönemezdi. Bu durumda Bahâeddin Veled, kadere kısmet diyerek 1217 yılının Mayıs ayı sonları veya Haziran ayı başlarında Eyyubiler yönetimindeki Şam’a geldi. Şam’da yine bir medrese ve müştemilatında konakladığını sandığımız kafile, Eyyubilerde kendilerini himaye edecek bir devletlü bulamamış olmalıdırlar. Zira Hazret’in birkaç aylık Şam ikâmetinde onunla Eyyubi yönetimini temsil eden herhangi bir yetkili zat arasında en ufak bir temas olduğuna dair bir bilgimiz yoktur.

Şam’da bulunmanın kafile için en güzel yanı, aynı tarihlerde “Şeyhü’l-Ekber” namıyla maruf olan İbn Arabî’nin de orada bulunuyor oluşudur. Hazret burada İbn Arabî’nin sohbet halkasına çocuk yaştaki oğlu Mevlâna ile birlikte katılmış olmalıdır. Gerçi böyle bir kutlu meclise dair, çocuk yaşta katıldığı rivayet edilen Mevlâna’nın eserlerinde hiçbir kayıt yoktur. Ama Eflakî bize, Şeyh’in sohbetine babasının arkasında giden çocuk Mevlâna’yı gören İbn Arabî’nin, “Sübhanallah! Ne acayip bir şey görüyorum. Bir deniz, bir ırmağın peşinden geliyor” dediğini aktarır. Bu rivayet bizim için, İbn Arabî’nin ileride “Mevlâna” namıyla tanınacak o çocuğa feraset gözüyle bakarak babasından daha büyük bir âlim ve sufi olacağını müjdelemesi açısından son derece önemlidir.

Ancak Şam’daki o zamanki sosyal ve siyâsî atmosfer ne Bahâeddin Veled, ne de İbn Arabî için uygun bir hayat ortamı sunuyordu. Bahâeddin Veled, 1217 yılının en geç Eylül-Ekim ayları arasında Şam’dan ayrılıp bir müddet de olsa Selçuklu hâkimiyetindeki Malatya’da konaklamıştır. Ondan bir yıl sonra da İbn Arabî, 1218 yılı içinde Şam’ı terk ederek gelip Malatya’ya yerleşmiştir.

Bahâeddin Veled’in Malatya’da iken kafilesini himaye edecek bir hami arayışında olduğu açıktır. Çok geçmez, bu hamiyi Mengücekoğulları sahasında bulur. Mengücekoğulları şahı Behram Şah ile dindar ve hayırsever bir kadın olan eşi İsmetî Hatun, adamları vasıtasıyla Hazret ve ekibini başkentleri olan Erzincan’a davet ederler. Hazret’in kafilesi bu davete icabet ederek Malatya’dan Erzincan’a doğru yola çıkar.



Ancak Erzincan’da Ermeni ağırlıklı bir gayr-ı Müslim nüfusun bulunduğunu ve burada bu nedenden dolayı alenen şarap içildiği bilgisini alan Bahâeddin Veled, bu beldeye gitmek istemez ve bugün itibarıyla tarihî mevkii meçhulümüz olan Erzincan Akşehir’inde konaklar. Hazret’in başkentlerine gelme hususunda gösterdiği tereddüde rağmen İsmetî Hatun ve Behram Şah, Akşehir’e gelerek Bahâeddin Veled ile tanışırlar ve davetlerini tekrarlarlar. Hazret ise onlardan Erzincan’a gitmek yerine, kendisi için Akşehir’de bir medrese yaptırmalarını talep eder.

Âlim ve sanatkârlara karşı özel bir sevgi ve alâkası olan Behram Şah, Hazret’in bu isteğini kabul etmekle kalmadığı gibi, önce eşi, ardından da kendisi ona mürit olurlar.

Behram Şah, Nizamî-yi Gencevî’nin hamilerinden biri olarak da tanınıyordu. Nizamî, “Mahzenü’l-Esrâr” adlı eserini onun adına yazmıştı. Behram Şah, eşi İsmetî Hatun’un adına izafeten “İsmetiye” adı verilen medrese binasını en kısa zamanda inşâ ettirerek Hazret’in hizmetine tahsis eder. Bu gayrete karşılık olarak Mengücekoğulları sahasında talebe yetiştirmek için kolları sıvayan Hazret, Erzincan Akşehir’inde tam dört yıl boyunca öğrenci yetiştirir.

Bugün nerede olduğu meçhulümüz olan Erzincan Akşehir’i için, meraklı ve mütecessis tarihçi ve arkeologlara bazı ipuçları vermek yerinde olacaktır. Bu mevki, öyle anlaşılıyor ki Malatya, Erzincan, Sivas ve Tokat illerinin ortasında bir yerde bulunuyordu. Müstevfi’nin “14’üncü asırda, Zara’nın doğusuna iki gün, Erzincan’ın batısına üç gün mesafede bulunan bir kasaba var” diye tarif ettiği yer burası mıdır, bilmiyoruz. Mevlâna, Fihimafih’te, “Antalya çok sıcaktır, Tokat’a gitmek gerektir” diye bir cümle söyler. Buradan Hazret’in Erzincan Akşehiri’nde iken o yöreden babasına talebe olarak gelen kişilerle Tokat’a gittiği sonucunu çıkarabiliriz. Bu durumda bu yerin Tokat’a da mücavir bir yer olduğunu ileri sürebiliriz.

(Devam edecek…)