Mevlevî Ma’ârifleri (3)

Bu mekânın ve şeyhin berekatıyla olsa gerek, çocuk Mevlâna, o Nişabur gününün gecesinde, rüyasında, parıltısıyla bulunduğu ortamı aydınlatan altı kollu bir şamdan görür. Devletşah’ın anlatımından hareketle bu rüyayı yorumlayacak olursak, altı kollu bu parlak şamdanın, bu rüyadan yarım asır sonra yazılan ve içerdiği mânâ nurlarıyla gönülleri aydınlatan altı ciltlik Mesnevi olduğunu söylemek yanıltıcı olmaz.

Bahaeddin Veled ve Ma’ârif’i

BAHAEDDİN Veled’in Belh’te Harzemşahlar yüzünden ters dönen talihi, Harzemşah ülkesini terk edip geldiği Gurlulara tâbi Çap Han’ın yönetimi altındaki Vahş’ta da yönünü değiştirmez. Hazret’in Vahş Kadısı İbrahim ile iyi gitmeyen münasebetleri, sultânü’l- ulema unvanı yüzünden tamamen bozulur. Bahaeddin Veled’in manevî bir lütuf saydığı bu unvanı kullanmadaki kesin karar ve ısrarı kadı tarafından tasvip görmez ve iş, kadının fetvalardan bu unvanı sildirmesine kadar varır. Sultânü’l-Ulema’dan hoşlanmayan Kadı, bu unvan meselesini fırsat bilerek Hazret’in itibarını sarsacak hamleler yapmakta gecikmez.

Bahaeddin Veled’i alanında yetersizlikle suçlayan Kadı, onun ilmî meydan okumalarından kaçınarak görüşme taleplerini geri çevirdiği gibi, Hazret’i destekleyen insanlar üzerinde de baskı kurmaya başlar. Kadı, bu düşmanca tutumunu sadece Sultânü’l-Ulema’ya değil, onun çocuklarına karşı da takınır. Kadı İbrahim, Vahş’ta belli bir etkisi olan Hacı Sıddık ve onun oğlu Nasih’i de yanına alarak karşıtlık tabanını genişletir. Bunlara Ümmü Şuayb adlı bir kadın da katılır. Ancak Bahaeddin Veled, bunların hepsine birden meydan okuyarak onları kendisiyle ilmî münazaraya çağırır.

Sultânü’l-Ulema’ya karşı tahminen 1208 yılında başlatılan bu muhalefet, Hazret’in tahmini 1211 yılı içinde Vahş’tan Kıtayların yönetimindeki Semerkant’a taşınmasına dek sürmüş olmalıdır. Bahaeddin Veled’in Vahş’tan ayrılmayı düşündüğünü ve bu küçük şehirde yaşamaktan hoşnut olmadığını biliyoruz. Ancak onun buradan ayrılmasının nedeni, şehrin Gurlular içinde el değiştirmesi de olabilir.

Hazret’in Belh’ten Vahş’a geldiği yıllarda şehir, Gurlulara tâbi olan Çap Han tarafından yönetiliyordu. Ancak Gurlu hükümdarı Bahaeddin Sam, şehri istila edip yönetimi Çap Han’dan aldığında Çap Han’ın veziri İmadülmülk, Bahaeddin Veled’e aracılık yapması için hükümdarla konuşmasını talep etmiştir. Sultânü’l-Ulema, halkın iki kısma ayrılarak kiminin Çap Han’ı, kiminin Sultan’ı desteklediği bir hengâmede, yönetimin kudretli olanın eline geçmesiyle zayıf olanın bu hakkı kaybettiğini ileri sürerek tarafsız kalır. Vahş’taki bu ikiye bölünmüşlük arasında kalan Hazret’in bu manzaradan rahatsız olarak Semerkant’a taşınma kararı aldığını ileri sürmek mümkündür.

Semerkant’a taşınmak da Bahaeddin Veled’in Belh’ten ayrıldıktan sonraki ters giden talihini değiştirmez. Şehir, 1212 yılında Hazret’in hasmı olan Harzemşahlar tarafından kuşatılarak ele geçirilir. Bu sırada beş yaşlarında bir çocuk olan Mevlâna, Fîhimâfih’te bu kuşatma esnasında mahallelerinde varlıklı, genç ve güzel bir kadının düşman eline geçmemek için yaptığı bir duayı aktarır. Bu dua neticesinde şehri işgal eden güçler, kadının bütün hizmetçilerini götürdükleri hâlde ona dokunmazlar.

Semerkant’ın işgaliyle tekrar Harzemşah yönetimiyle yüzleşmek zorunda kalan Bahaeddin Veled’in artık tek seçeneği kalmıştır; Harzemşahlar ülkesinden hicret etmek. Kaynaklardaki kafa karışıklığı da tam bu noktada başlar: “Acaba Hazret, Harzemşahlar ülkesinden ne zaman ayrıldı?”

1212 yılında Harzemşahlar Semerkant’ı ele geçirdiğine göre, ayrılmanın bu yılı izleyen yıllar içinde olacağı aşikârdır. Bu bahiste aydınlatılması gereken bir nokta da nereye gideceğidir. Öyle ya, bir insanın vatanını terk etmesi bir sorun ise, gideceği yerin neresi olacağı daha büyük bir sorundur. Hazret’in Vahş’ta iken kendi kendine sorduğu şu soru ve o soruya Hakk tarafından ilham edilen cevabî düşünce mühimdir: “Gönlümden niçin Vahş diye geçmeye başladı. Başkaları Semerkant’ta, Bağdat’ta veya Belh’te… Allah şu düşünceyi ilham etti: ‘Benimleysen ve Ben senin dostun isem ne Vahş’ta, ne Bağdat’ta, ne de Semerkant’ta, hiçbir yerde olmayacaksın.’”


Hicret nereye?

Bu durumdan anlaşılır ki, Bahaeddin Veled’in gönlünde yatan üç belde vardır: Belh, Semerkant ve Bağdat. Belh ata yurdu idi ancak Harzemşah yönetimi ile anlaşmazlığa düştüğü için ata yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Vahş’ı terk edip Semerkant’a geldiğinde ise hem geliş nedeni, hem de orada ne ile meşgul olduğu konusunda yeterli bilgimiz yoktur. Bu bapta bilgimiz olan şeyse Hazret’in Semerkant’ta bir buçuk iki yıl civarında kaldığı ve bu yılların da şehrin Harzemşahlar tarafından muhasara edildiği huzursuz ve sıkıntılı yıllar olduğudur.

Semerkant da düşman hâkimiyetine geçince Hazret’in elinde sadece yaşamak istediği şehirlerin sonuncusu olan Hilâfet merkezi Bağdat kalıyordu. Yine de “Niçin Bağdat?” diye sormak gerekiyor. Harzemşah Sultanı ile Halife arasında bir anlaşmazlık ve hatta düşmanlık vardı. Harzemşah Sultanı Alaeddin Tekeş, Hilâfet merkezini denetimi altına almak istiyor ve kendi görüşlerinin Halife tarafından gerekçesiz bir biçimde onanmasını bekliyordu. Ancak Bahaeddin Veled’in mübtedi yani bidat ehli olmakla suçladığı Sultan’ın İslâm anlayışında birtakım sorunlar vardı. Harzemşah Sultanı, Sünnî İslâm halifesine bu görüşlerini onaylatamayacağını anlayınca, onun yerine Hazreti Ali soyundan geldiğini iddia ettiği Tirmizli birisini geçirmek üzere bir ordu teşkil ederek Halife’nin üzerine gönderdi. Ancak bu ordu yolda bir tipiye yakalanarak telef olunca bu teşebbüsü akim kaldı.

Ayrıca Harzemşahların sufilere ve sufilik anlayışına karşı duyarsız, soğuk ve düşmanca bir tutum takındıklarını da tarihî belgelerin şahitliğinden çok iyi biliyoruz. Bilindiği üzere bu devletin sultan ve yöneticileri, Bahaeddin Veled’i bir buçuk asırdır ata yurdu olan Belh’ten Vahş’a sürmekte hiçbir beis görmemişti. Yine Harzemşahlarla bölgede etkili olan Kübrevîler arasında da soğuk bir münasebet vardı ve bu münasebet düşmanlığa dönüşerek Kübrevîlerin bölgedeki en önemli ismi Mecdüddin-i Bağdadî’nin öldürülmesine kadar varmıştı.  

İşte böyle bir ortamda Bahaeddin Veled ile Halife’nin Harzemşahlar karşıtlığı üzerinden zorunlu bir müttefik hâline geldiklerini öngörebiliriz. Bağdat meselesini ileride tekrar ele alacağımızı belirterek, tekrar Semerkant’a dönelim biz.

Semerkant 1212 yılında Harzemşahların eline geçince Bahaeddin Veled yeniden çatıştığı devletin tebaası durumuna düşmüş ve kaçtığına yakalanmış oluyordu. İşte bu kıskaçtan kurtulmak için Hazret, ata yurduna bir daha geri dönüşü olmayan zor bir hicret kararı almak zorunda kalmıştır. Şimdi mesele, bu hicret kararının ne zaman uygulanmaya başladığıdır.

Kaynaklara bakılırsa Hazret, kesin hicret yoluna 1216 ilâ 1221 yılları arasında çıkmıştır. Bu demektir ki, Hazret’in Harzemşah ülkesinden ayrılışı, Semerkant’ın düşmesini takiben dört ilâ dokuz yıl arasında gerçekleşmiştir. O hâlde aradaki bu boşlukta Hazret neredeydi ve ne yapıyordu?

Kaynaklarda bu yıllara ait bir kayıt yoktur ancak geri dönülmeyecek bir yola çıkılacağına göre Hazret’in bu zaman zarfında ata yurdu olan Belh’e dönerek bu büyük yolculuğun hazırlık ve tedarikiyle meşgul olduğunu söyleyebiliriz. Bu varsayım bizi, bu konuda çelişkilerine rağmen tek kaynağımız olan Eflakî’nin, Hazret’in Belh’ten görkemli ayrılış törenine ilişkin anlatımıyla da uzlaştırır.

Başka bir uzlaşı da Mevlâna’nın çocukluğunun Belh’te geçmesiyle ilgili Eflakî anlatılarının anlaşılır hâle gelmesidir. Mevlâna’yı 1207 yılında Vahş’ta doğmuş kabul edersek (zira babası 1206 yılından itibaren Vahş’ta idi) Semerkant’ın Harzemşahlara geçtiği yılsa beş yaşında olduğu anlaşılır. Şayet aile bu yıl Belh’e döndüyse, Mevlâna’nın beş yaşından itibaren Belh’te bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda Eflakî’deki şu menkabevî anlatım, yerine oturur: (Çocuk Mevlâna) Celâleddin ve arkadaşları, Belh’in toprak damlarında oyun oynamaktadırlar. Tam bu esnada Celâleddin, birdenbire çocukların şaşkın bakışları arasında kuş gibi semaya doğru uçup tekrar dama konar.

Eflakî’deki bu menkabevî hâdisesinin Mevlâna beş ya da altı yaşlarında iken gerçekleştiğini çıkarabiliriz. Meselenin önemi, bu anlatının gerçek olup olmamasından çok, Mevlâna’nın o yaşlarda iken Belh’te bulunup bulunmadığıdır. İşte bu anlatı, bize Mevlâna’nın beş yaşından on yaşına kadar Belh’te bulunduğunu haber verdiği gibi, aynı zamanda da Bahaeddin Veled’in 1212 yılında yeniden Belh’e dönmüş olduğunu göstermesi açısından son derece kıymetlidir.

Pekâlâ, Bahaeddin Veled, bu durumda Belh’te kaç yıl kaldı ve geri dönülmez yolculuğuna hangi yıl içerisinde iken çıktı?

Kaynaklardaki rivayetler arasında bize en makul gelen yıl, yine Eflakî’nin verdiği 1217 yılıdır. Öyle anlaşılıyor ki, Sultânü’l-Ulema, beş yıl içinde çıkacağı büyük sefer için Belh’teki hazırlıklarını yapıp tedariklerini tamamlar, ardından da 1217 yılında hac vazifesini eda etmek niyetiyle Belh’ten ayrılır. Hazret’in göç kafilesi anlatılanlara göre üç yüz kişiden ibarettir. Sultânü’l-Ulema, muhtemelen sefer zahmetine dayanamayacak olan yaşlı annesini, kızı Fatma Hatun ile eniştesini Belh’te bırakarak, 1217 Nisan’ında, kalabalık bir uğurlama ordusunun dua ve gözyaşları arasında, neredeyse iki asırlık ata yurdunu terk eder. Yanında aile bireyleri olarak eşleri ile oğulları Mevlâna ve Alaeddin vardır.

Sultânü’l-Ulema’nın yolculuğunu Devletşah’ın anlatımları üzerinden takip edersek, Belh’ten yola çıkan göç kafilesini ilk durakları olan Nişabur’a ulaşmış buluruz. Hazret’in Nişabur’a vardığı sırada ünü Nişabur sınırlarını aşarak İslâm coğrafyasının bütününe yayılan Mantıku’t-Tayr müellifi Feridüddin Attar orada bulunuyordu. Devletşah Tezkiresi bize, Attar’ın bu kafileyi büyük bir hürmetle karşıladığını ve o sırada on yaşında bir çocuk olan Mevlâna’ya “Esrarnâme” adlı eserinin bir nüshasını hediye ettiğini söyler. Attar, mânâ nazarıyla baktığı Mevlâna’daki manevî cevheri görür ve babasına, “Bu çocuk gelecekte, âlemde aşk ile yanan gönüllerin ateşi olacaktır!” müjdesini verir.

Bu mekânın ve şeyhin berekatıyla olsa gerek, çocuk Mevlâna, o Nişabur gününün gecesinde, rüyasında, parıltısıyla bulunduğu ortamı aydınlatan altı kollu bir şamdan görür. Devletşah’ın anlatımından hareketle bu rüyayı yorumlayacak olursak, altı kollu bu parlak şamdanın, bu rüyadan yarım asır sonra yazılan ve içerdiği mânâ nurlarıyla gönülleri aydınlatan altı ciltlik Mesnevi olduğunu söylemek yanıltıcı olmaz.

Bu menkabevî rüya, Mesnevi’nin güneşinin parlaklığı ve sabahlarının aydınlığı ile ünlü Nişabur’da mânâ âleminden altı kollu bir şamdan suretinde kendisini göstermesi açısından önem taşır.

(Devam edecek…)