
BAHÂEDDİN Veled, Harzemşah sultanı Alâeddin Tekiş’in şeriata aykırı bulduğu yönetim anlayışını, bir Cuma vaazında bizzat sultanın yüzüne karşı tenkit ettiği için Belh’i terk etmeye mecbur bırakılır. Bu durum üzerine hazret, bir buçuk asırdır cetlerinin yurdu olan Belh’i terk ederek tahminen 1206 yılında Gurluların hâkimiyeti altındaki Vahş’a hicret eder. Bazı kaynaklar bu taşınış yılını 1204 olarak gösterirler ancak bu takdirde Bahâeddin Veled ile Sultan Alâeddin Tekiş arasında cereyan ettiği söylenen tarihî ihtilaf mümkün olmaz. Zira Harzemşahlar yukarıda da değinildiği gibi Belh’i 1205 yılında zapt ederler.
Bahâeddin Veled ise o tarihte Belh’teki Nizamiye Medresesi’nde ders veren ve muhitinde namı olan bir hocadır. Harzemşahların yönetim anlayışıyla Bahâeddin Veled’in şeriat anlayışı arasındaki çatışma, bu fetihten sonra gerçekleştiğine göre, Bahâeddin Veled’in Vahş’a hicretini 1204 yılından başlatmanın tutarlı bir tarihî mesnedi yoktur. Galip ihtimal, Bahâeddin Veled’in Belh’i 1205 sonlarında veya 1206 başlarında terk ettiğidir.
Bahâeddin Veled’in bu zorunlu hicreti, oğlu Mevlâna’nın doğum yeri ile ilgili yaygın yanlış bilgileri tashih edecek bir kıymet de taşır. Kaynaklar, Mevlâna’nın doğum tarihini ittifakla 1207 olarak kaydederler ittifak ettikleri bir diğer husus da bu doğum yerinin Belh şehri olduğudur. Ancak 1204 tarihinde Bahâeddin Veled’in Vahş’ta bulunduğuna dair kaydı dikkate almasak bile hazretin 1205 sonları veya 1206 yılı başlarında Vahş’ta bulunduğuna tarihî bir hakikat gözüyle bakabiliriz. Aile, anılan tarihte Vahş’ta ikamet ettiğine göre bu durumun tabii bir neticesi olarak Mevlâna’nın 1207 yılında Vahş’ta doğduğunu söylemek daha makul bir iddia olur. Nitekim Mevlâna Mesnevi’nin dördüncü cildinde, “Cüz’î akıl şimşek yalımına benzer, şimşek ışığıyla Vahş’a erişmek mümkün müdür?” derken, şimşek münasebetiyle zihninde çocukluğunun ilk yıllarının geçtiği Vahş’a şimşeklerinin hatırası belirir.
Bugünkü Tacikistan sınırları içerisinde yer alan Vahş, ülkenin başkenti Duşanbe’ye 65 kilometre mesafededir. Ceyhun ırmağının ana kollarından biri olan Vahşâb’ın doğu kıyısında ve 38’inci Paralel’in kuzeyinde yerleşiktir. Kadim İslâm coğrafyacısı İstahrî’ye göre verimli ve bereketli bir bölgede bulunan Vahş beldesi, atları ve yük hayvanları ile ünlü olup ırmak ve dere kıyılarında kurulmuş muhtelif kasaba ve köyleriyle dikkat çekiyordu. Ne var ki Vahş, dağlık coğrafî konumundan dolayı, tarihi boyunca Maveraünnehr’in önemli yerleşim merkezlerinden biri haline asla gelemez. Bahâeddin Veled’in hicret ettiği yılda da Vahş’ın umumi durumu bundan ibaretti.
Ancak 1227’deki Moğol istilasından sonra 1330 yılında Vahş’ı ziyaret eden İbn Batuta, şehri su kanalları, geniş bahçeleri, bereketli yiyecekleri ve güzel mimarisi ile refah içinde yaşayan büyük bir kent olarak niteler. Seyyahın bu tespitinde Moğolların yörenin en büyük ve önemli kenti Tirmiz’i harap etmesinin de bir payı olmalıdır. Bölgenin merkez kenti olan Tirmiz, istila yıkımıyla eski azametini yitirince muhtemelen pek dokunulmayan Vahş, seyyahın gözüne daha mamur ve büyük bir belde gibi görünmüş olmalıdır.
Bahâeddin Veled’in Vahş’ta nasıl bir faaliyet içinde bulunduğunu kaynaklardaki kırık dökük bilgilerden ve Ma’ârif’teki biyografik verilerden hareketle kısmen çıkarmak mümkündür. Muhtemel ki Bahâeddin Veled, Belh’te yaptığı gibi, öğle ve ikindi namazı arasında herkese açık bir sınıfta fıkıh dersi veriyordu. İkindi namazından sonra ise talebelerine özgü olarak İlahî sır ve hakikatleri esas alan tasavvufî sohbetler yapar ve öğrencileri de bu sohbetleri kayda geçirirdi. Pazartesi ve Cuma günleri bütün halkı muhatap alan vaazlar verirdi.
Ulema kıyafeti giyip devlet hazinesinden belli bir miktar maaş alan Bahâeddin Veled, sade bir hayat sürer ve vakıf malına asla el sürmezdi. Belh’te iken Horasan’ın her bölgesinden müşkül konularda fetva almak için ona gelenler, Belh’ten 250 kilometre uzakta bulunan Vahş’a o kadar sık gelmeseler de yine bir şekilde ulaşmış olmalıdırlar.
Ma’ârif’ten anlaşıldığına göre Vahş’ta bazı müritlerinin olduğunu yazan Bahâeddin Veled, korkutmaktan çok sevgi odaklı bir müfredat takip etmiştir. Vaizliği sevdiğini söyleyen Bahâeddin Veled, haftanın beş günü vaaz vermesinin yanı sıra öğrencilerine, tefsir ve diğer dinî ilimlere dair dersler de verir. Ders dili olarak Farsça’yı tercih eden hazret, bu dersleri Arapça ile verebilecek seviyede Arapça bildiğini de ayrıca aktarır.
Hazretin astronomi ve tıbba ilişkin özel bir merakı vardır hatta bir ara Hekim İmadeddin’den tıp tahsil etmeyi düşündüğü bile olmuştur. Kelâma ilişkin konularda vaazlar veren Bahâeddin Veled’in en önemli karakter özelliği, şeriat kurallarına sıkı bir bağlılık olup bu kurallara karşı ihmal ve gevşeklik gösterenlerden nefret ettiğini özellikle beyan eder. Hazretin Vahş’taki öğrenci ve mürit sayısı elbette Belh ölçüsünde kalabalık değildi ancak yine de ona Vahş’ın yakın çevresinden ve Tirmiz’den öğrencilerin geldiği bir gerçektir.
Bahâeddin Veled, daha sonra oğlu Mevlâna’nın şeyhi olacak olan Seyyid Burhaneddin Tirmizî’yi burada iken ders halkasına katarak yetiştirmiş olmalıdır.
“Hükmü olmayan hükümdar”
Günlerini vaaz verip ders anlatmak, öğrenci yetiştirmek ve ara sıra fetva vermekle meşgul olan Bahâeddin Veled, acaba içinde bulunduğu durumdan hoşnut muydu? Bu bapta en iyisi kendisine kulak vermek olsa gerek:
“Bazen gönlüm; hükmü olmayan bir hükümdar, fetva yetkisi olmayan bir kadı, makamı olmayan bir makam sahibi, parası olmayan bir zengin olduğum düşüncesiyle dolar. Böyle düşüncelerse mal mülk, makam hırsı ve haset duygularını açığa çıkarır. Kendini bu duygularla meşgul eden kişi, kendini alçaltmaktan başka bir şey yapmaz. Bunların hiçbirinin bizde kalmaması için ruhu İlahî sıfatlarla sıfatlandırmak gerekir... Hırslar, uzun ve yüksek bir merdivene benzerler. Hırs sahipleri bu basamakları adım adım cansiperane bir şekilde tırmanırlar ancak şunu iyi biliyorum ki merdivenin ortasına gelmeden oradan aşağı düşeceklerdir.”
Görüldüğü üzere içinde, içine düştüğü vesveselerden kurtuluşun yolu olarak İlâhî ahlâk ile ahlâklanmayı öğütleyen Bahâeddin Veled, bu bilinç sayesinde hırs merdivenine tırmanmaktan uzak durmuştur. Ancak sınırlı bir çevre içerisinde bir tanınırlığı olan Hazret, kendi kapasitesinin yüksekliğinin farkındadır. Bahâeddin Veled’in kendi meziyetlerini fark edişi, onda bu yeteneklerini ortaya koyacağı daha büyük beldelerde bulunmaya dair bir istek doğurur. Bu durumunu şöyle nakleder:
“Gönlümden ‘Niçin Vahş?’ diye geçmeye başladı. Başkaları Semerkant, Bağdat veya Belh gibi büyük şehirlerde. Bense şu bomboş, sıkıcı ve unutulmuş köşeye tıkılıp kaldım. Allah şu düşünceyi ilham etti: ‘Benimleysen ve Ben senin dostunsam, ne Vahş ne Bağdat ne Semerkant, hiçbir yerde olamayacaksın. Ne herhangi biriyle olacaksın ne zahiren sevilip sayılacaksın ne de erdem ve hünerlerin sahibi olacaksın. Ama Benimle beraber değilsen, nerede olursan ol, kalbin sıkışacak, alçaltılacak ve söz dinlemez olacaksın. Benim dostluğumu bilmeye yanaşmayan hiç kimse benden başkasıyla dostluğun küçültücülüğünü taşıyamaz.’”
Yukarıda alıntıladığımız metin, Bahâeddin Veled’in eserinin hemen hemen umumî havasını veren bir metindir. Hazret’in gönlünde ne zaman nefsî ve dünyevî bir düşünce belirse o düşüncenin ardından mutlak surette Cenab-ı Allah’tan bir ilham, bir varidat, bir sünuhat, bir düşünce veya telkin gönlünün kulağına, o düşünceye uyduğu takdirde neyi kaybedeceğini veya o tür bir telkine kapılmanın neye mal olacağını anında bildirir.
“Sultânü’l-Ulemâ” unvanı almasının hikâyesi
İki Mevlevî menakıbnamesi olan Sipehsâlâr Risâlesi ve Menâkıbu’-l-Ârifîn, Bahâeddin Veled’e muhalif olan üç yüz kişilik bir âlim ve dindar kitlesinin aynı gece rüyalarında hazreti peygamberi gördüklerini ve Hazreti Peygamber’in onların hepsine birden bundan sonra Bahâeddin Veled’e “Sultânü’l-Ulemâ” diye hitap etmelerini buyurduklarını yazarlar. Abartı üslubu, menâkıbnamelerin bir özelliği olmakla birlikte bu abartıların, temeldeki bir veriden kaynakladıkları da açıktır. En iyisi bu konuyu Bahâeddin Veled’in eserinden takip etmektir.
Bahâeddin Veled, Hakk’ın seçtiklerinden aziziler azizi birinin kendine gelerek gördüğü bir rüyayı naklettiğini bildirir. Bu zat, rüyasında göğe yükselen nuranî bir pirin Bahâeddin Veled için şöyle dediğini işitir: “Ey sultânü’l-ulemâ! Ortaya çık da dünya nurlarla dolup şu gaflet karanlığı yok olsun!”
Bahâeddin Veled, böylesi manevî işaretlerle dolu bir rüyada kendisine bu unvanın verilmesinin tesiriyle o Hakk dostunun bu rüyasını, mânâ âleminden haberdar dostlarından biri olan Mervli Hoca’ya anlatır. Bahâeddin Veled’in bu rüyayı anlatması üzerine Mervli Hoca, rüyayı yorumlamak yerine Hazret’e, kendisinin de rüyasında, “Sultânü’l-Ulemâ’nın dostlarına yardım et” diye bağıran bir bölük mânâ eri gördüğünü söyler.
Görülüyor ki, yukarıda adını andığımız menakıpnameler, Bahâeddin Veled’in eserinde “Sultânü’l-Ulemâ” unvanına dair geçen bu bahiste, ilk rüyaya değil de Mervli Hoca’nın rüyasında “Sultânü’l-Ulemâ’nın dostlarına yardım et” diye bağıran mânâ erlerine odaklanmışlardır. Burada geçen “bir bölük mânâ eri” tabirini de Bahâeddin Veled’e muhalif üç yüz kişilik âlim ve dindar bir kitleye kişiye dönüştürmüşler ki bu tip tasarruflar menakıpnamelerin amaca uygun üslûplarıyla alâkalı bir durumdur.
Bahâeddin Veled, eserinde kendisiyle ilgili dostları tarafından görülen bazı rüyaları da aktarır. Rüyasında Peygamber’i görmek için dua eden Râzî Mahmud Abdürrezzak adlı bir dostu, bu duaların ardından rüyasında Peygamber’i görmemiş ancak Allah dostlarından birisi olarak Bahâeddin Veled’i görmüştür. Abdullah-ı Hindî adlı başka bir dostu da rüyasında Bahâeddin Veled’i, Vahş sultanı ve maiyetinin önüne kurulan bir tahta oturmuş ve şehirdeki herkesi de onun ayağını öpmek için meydana toplanmış bir hâlde görür.
Bahâeddin Veled, mânâ âleminde kendisine “Sultânü’l-Ulemâ” unvanının verildiğini müjdeleyen bu rüyalar üzerine dualarının kabul olup düşmanlarının lânetlendiği sonucunu çıkarır ve fetvalarında bu unvanı kullanmaya başlar. Ancak Vahş’ın dinî otoritesi konumunda olan Vahş kadısı, Bahâeddin Veled’in fetvalarında kullandığı bu unvanı hâliyle onaylamaz ve onun fetvalarındaki bu unvanı sildirir. Bahâeddin Veled’in Vahş kadısı ile ilgili nakilleri bize Hazret ile kadı arasında pek de iyi gitmeyen bir ilişki olduğunu gösterir. Hazret’e göre Vahş kadısı, kendisine karşı beslediği düşmanlık yüzünden fetvalarındaki bu unvanı silmektedir. Vahş kadısının bu menfî tutumunu değiştirmesi için Allah’a dua ettiğini belirten Hazret, onun bu teşebbüsü sırf şanını artırıp arzularını tatmin etmek için yaptığını belirtir.
(Devam edecek…)