
TASAVVUFÎ gelenek içinde “Makâlât” veya “Ma’ârif” adı verilen bir eserler silsilesi vardır. Bu eserlerin temel nitelikleri, bir tarikat önderinin tasavvufî sohbetlerini bir araya getirmeleridir. Bu tip eserlerin çok az bir kısmı bizzat müellif tarafından kaleme alınmıştır.
Genelde bu eserler, bir öncü veya kurucu mutasavvıfın sohbetlerinin veya bu sohbet sırasında sorulan sorulara verilen cevapların görevli kâtip dervişler tarafından yazıya geçirilmesiyle oluşur. Dervişlerin tuttuğu bu notlar, ilgili şeyh veya pir tarafından gözden geçirilir ve ardından da istinsah edilir. Bazen bu da mümkün olmaz ve o sohbetler sadece dervişlerin tuttuğu ham metinler hâlinde okuyucuya intikal eder.
Mevlevî geleneği içerisinde ma’ârif özelliği taşıyan beş meşhur eser vardır. Bunlardan ilki Mevlanâ’nın babası Bahâeddin Veled’e ait olan Ma’ârif’tir. İkincisi Seyyid Burhaneddin Tirmizî’ye ait olan Ma’ârif’tir. Üçüncü eser Şems-i Tebrizî’nin Makâlât’ı, dördüncü eser Mevlânâ’nın Fihi Mâfih’i, beşincisi de Sultân Veled’in Ma’ârif’idir.
Bu ma’ârifler içerisinde ilk dördü mensur olup, sonuncusu manzum olarak kaleme alınmıştır.
Bu yazı dizisinin amacı, bu ma’ârifler ve müelliflerini topluca ele alarak bu manevî mirasın nasıl bir irfanî birikim içerdiğine dikkat çekmek olacaktır.
Malûm, bir kültürün büyüklüğü, o kültür içerisinde üretilen eserlerin döne döne işlenmesine bağlıdır. Tarihî süreç içerisinde büyük eserler vermiş olabilirsiniz, ancak bu eserleri o büyüklüğe eşit bir anlama ve anlatma çabasından mahrumsanız, bu değerli eserlerin bir hükmü olmaz.
Bu bahsi burada bırakalım ve şimdi sözü, Mevlevî ma’ârif geleneğinin kurucusu Bahâeddin Veled ve Ma’ârif’ine getirelim…
Sultânu’l-Ulemâ Bahâeddin Veled’in hayâtı
Bahâeddin Veled, Ma’ârif nüshalarından çıkarılan yaklaşık bilgilere göre 1111-1153 yılları arasında Belh’te doğmuştur. Babası Belh’in vaiz ve din bilginlerinden olan Hüseyin Hatibî’dir. Bahâeddin Veled’in dedesi Ahmed Hatibî de yine Belh’te hatîp ve din bilgini olarak bilinen bir zâttır.
Görüldüğü üzere Bahâeddin Veled’in ceddi Belh’in köklü ve tanınmış ailelerinden biridir. Bahâeddin Veled’in tahsil hayatına dair elimizde kesin bilgiler yoktur ancak, onun doğumundan bir asır önce Belh ve civarı Gaznelilerden Selçuklulara geçmiş ve Selçuklular Belh’te bir Nizamiye Medresesi kurmuşlardı. Muhtemelen Bahâeddin Veled ve ceddi bu medresede okuyarak temayüz etmiş bir ulemâ sülâlesiydi. Bu durumdan hareketle, Bahâeddin Veled’in tahsil hayatının aile ve büyük ölçüde medresede şekillendiğini söyleyebiliriz.
Babası Hüseyin Hatibî’yi henüz üç yaşındayken kaybeden Bahâeddin Veled, tersine bir durum yoksa dedesinin himayesinde yetişmiş olmalıdır. Ancak o tarihte dedesi Ahmed Hatibî’nin hayatta olup olmadığına dair bir kayda sahip olmadığımızı da belirtmek şartıyla… Eflâkî’ye göre, Hüseyin Hatibî’nin şöhreti Belh sınırlarını aşmış ve Râziyeddin Nişâburî gibi bazı bilginler ondan ders almaya gelmişlerdir. Bahâeddin Veled’in -babasının erken yaşta ölmüş olmasından dolayı- kardeşleri yoktur. Ma’ârif’ten öğrendiğimize göre “Mâmi” diye hitap ettiği annesiyle birlikte yaşamıştır. Huysuz ve geçimsiz bir karaktere sahip olan annesinin Belh’ten kesin hicretine kadar yanında bulunduğu bilgisine sahibiz.
Tahsil hayatını tamamladıktan sonra Belh’te ata mesleği olan Hanefî mezhebi üzere hatiplik ve fakihlik görevini sürdüren Bahâeddin Veled, kısa zaman içinde kendisini gösteren yetenekleriyle Belh’in merkez şahsiyetlerinden biri hâline gelmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, derslerine civar illerden gelen ilim ve irfan talibi talebeler iştirak etmeye başlamış ve bu halka zaman içinde genişleyerek “Bahâeddin Veled mektebi” diyebileceğimiz özgün bir ilmî-irfanî karaktere dönüşmüştür.
Bahâeddin Veled, Belh’te sadece vaazlar verip fikhî konularla meşgul bir bilgin portresi çizmez. O, taliplerine sadece şer’î konularda bilgi veren bir âlim değil, aynı zamanda onlara tasavvufî bilgilerde önderlik eden bir âriftir.
İşte bu noktada Bahâeddin Veled’in herhangi bir tarikata mensup olup olmadığı meselesi ortaya çıkar. Eflâkî gibi menakıp kaynakları, doğru bilgiden ziyade şeyhin manevî portresini tekmil etmeye odaklanarak onu Necmeddin-i Kübrâ’nın halifeleri sırasında gösterirler. Ancak bu bilgi, başta Bahâeddin Veled’in Ma’ârif’i olmak üzere hiçbir Mevlevî ma’ârifinde yer almaz. Eflakî’deki bu kaydın Bahâeddin Veled’in şanını yüceltmek amacına dayandığını göz önünde bulundurmak lâzımdır.
Tarihî hakikatleri kendi anlatı amacına uygun bir şekilde bozarak onu yeniden kurgulayan Eflâkî, sadece Bahâeddin Veled’in değil, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ve Sultan Veled’in biyografilerinde de gerçek sanılan pek çok yanlışın sahibidir. Ama üzerinde olduğumuz dönem ve şahsiyetler için yegâne kaynak olmasından dolayı vazgeçilemez bir karakter taşıdığını da teslim etmek gerekir.
Gerçek şudur ki, Bahâeddin Veled ne Necmeddin-i Kübrâ’dan, ne onun Horasan bölgesinde irşat faaliyetleri yürüten halifesi Mecdüddin-i Bağdadî’den, ne de Kübrevîlikten bahseder. Bahâeddin Veled, şu anki bilgilerimize göre, şeriat edebinden ayrı düşmeyen, Hazreti Peygamber’e uymayı esas alan ve Ehl-i Sünnet’in mutedil çizgisinde yürüyen bir tarikat anlayışını bizzat kurmuş veya ailede bu niteliklere doğru evrilen bir anlayışın esas kurucusu olmuştur.
Eserine bakıldığında, onun kimseden ders almadığı, ancak nerede olursa olsun onun meclisine gelip yüksek feyzinden istifade eden âlim ve talipler bulunduğu görülür.
Bahâeddin Veled’in birden çok evlilik yaptığı anlaşılıyor. Mevlâna Celâleddin-i Rûmî ve ağabeyi Alaeddin’in annesi olan Mümine Hatun’dan başka, biri Kadı Şeref’in kızı olan Bibi Alevî ve Türkân adlarında iki eşi daha vardır. Bu eşlerden çocuk sahibi olup olmadığını bilmiyoruz. Kaynaklar, babasının adını verdiği “Hüseyin” adında ve muhtemelen erken yaşta ölen bir oğlundan bahsederler. “Fatma” adındaki kızının ise Bahâeddin Veled’in Anadolu’ya hicreti esnasında eşiyle birlikte Belh’te kalmış olduğunu biliyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, Bahâeddin Veled’in diğer eş veya eşlerinden doğma Fatma ve Hüseyin adlı iki çocuğu daha vardır.
1043 yılında kesin olarak Selçukluların hâkimiyetine giren Belh, 1152’de Gurluların, 1154’te Oğuzların, ardından Karahıtayların ve 1198’de de tekrar Gurluların hâkimiyetine geçer. Bu yönetim karmaşasına rağmen Belh’teki dinî anlayış, tesis edilen Nizamiye Medresesi’nin müfredatına uygun olarak Ehl-i Sünnet çizgisinde devam eder. “Ümmü’l-bilâd” ve “Belhü’l-behiyye” sıfatlarıyla meşhur olan Belh, Bahâeddin Veled’in tahminen 53 yaşında olduğu 1205 yılında Harzemşah Sultanı Muhammed Alâeddin Tekiş’in hâkimiyetine girer. Sultan, Belh’e vali olarak da bir Türk komutanı olan Çağrı veya Cafer’i atar.
Bahâeddin Veled’in Belh’ten hicreti
Bahâeddin Veled, doğru bildiği sözü meclisten esirgemeyen, cesur, pervasız, şeriat esaslarından ve Ehl-i Sünnet çizgisinden taviz vermeyen bir kişilikti. Otuzlu yaşlarından itibaren bu özelliğiyle temayüz eden bir şahsiyet olduğunu varsayarsak, şehir yönetimi sık sık el değiştirse bile şehrin yeni hâkimleri onun bu özelliğine saygı göstermişler ve toplumu bu yolda irşat etmesine herhangi bir engel çıkarmamışlardır.
Bahâeddin Veled’in atalarıyla beraber Belh üzerinde bir asırdır hüküm süren manevî otoritesi, şehre Harzemşahların hâkim olmasından sonra sarsılır. Bu sarsılmanın temelinde ise Sultan Alâeddin Tekiş’in dinî otorite olarak dönemin önemli ismi İşrakî filozof Fahreddin Razî’ye itibar etmesi yatar.
Alâeddin Tekiş’in Belh’e hâkim olan diğer sultanlardan farklı bir dinî tutum sergilemesi, mevcut dinî uygulamaların dışına çıkan bir anlayışla hareket etmesi ve özellikle etrafındaki Fahreddin Razî ve diğer din bilginlerinin tesiriyle sofilere karşı soğuk ve mesafeli bir tavır takınması, öyle anlaşılıyor ki Bahâeddin Veled’i oldukça rahatsız ediyordu. Bu gerilimin bir gün bir yerde kopacağı aşikâr görünüyordu. Zira Bahâeddin Veled, özellikle Cuma vaazlarında Harzemşahların bu anlayışlarını tenkit ediyor ve devlet görevlileri de şüphesiz bu vaazları üstlerine rapor ediyorlardı.
Bahâeddin Veled ile Harzemşah yönetimi arasındaki bu tatsız ilişki bir müddet sürüp gitmiş, ancak ipler bizzat Sultan Alâeddin Tekiş ve maiyetinin Belh’te Bahâeddin Veled’in bir Cuma vaazını dinlemelerinin ardından kopmuştur. Bahâeddin Veled, Cuma vaazı için gelenlerin kim olduklarına bakmadan, doğru bildiklerini hükümdar ve çevresinin yüzüne açık açık söylemekten çekinmemiştir. Bahâeddin Veled, Ma’ârif’te bu olayı şöyle anlatır:
“Harzemşah, Fahr-i Râzî, Zeyn-i Kişî ve diğer birkaç mübtediye dedim: ‘Sizler yüz binlerce geniş gönlü, tomurcukları ve devletleri bırakıp şu birkaç karanlığa kaçmışsınız ve birkaç mucize ve bürhana takılıp kalmış ve birkaç hayâle tutulmuşsunuz. Zira akıl gurbettedir ve nefs kendi memleketindedir. Ve o memleket şeytanlara aittir. Bu dünya gayb kapısına bir perdedir. Akıllılara göre bu dünya gayb kapısının perdedarıdır…”
İşte bu vaaz, Bahâeddin Veled’in Belh’teki son vaazı olmuştur. Bu vaazdan sonra sultanın adamları tarafından gece vakti istiskale maruz kalan Bahâeddin Veled, Harzemşah iktidarda olduğu müddetçe bir daha Belh’e dönmeyeceğine yemin ederek en kısa zamanda ailesini yanına alıp Gurluların hâkimiyetinde olan Vahş’a hicret etmiştir.
Bahâeddin Veled’in bu hicretinin 1206 yılında vukuu bulduğunu söylemek mümkündür. Zira 1205’te Belh, Harzemşahların eline geçmişti. Onların Belh’teki icraatlarını bir yıllık bir süre içinde izleyen ve gidişin hiç de hayra alâmet olmadığını gören Bahâeddin Veled, gözünün önünde yürüyen bir din sapmasına kayıtsız kalamamıştır. Bu durumu, vaazlarında tenkit etmiş ve bu tenkitlerin dozunu onları bidat ehli gösterecek düzeye kadar da yükseltmişti.
(Devam edecek…)