
“İMAMOĞLU yönetimindeki
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şeb-i Aruz programı düzenledi” haberini duyunca,
“Eyvallah, iyi etmiş” diyorsunuz. Lâkin anma programının mâhiyetini öğrendikçe
işin rengi değişiyor ve sonunda, “Zaten bunlardan başka türlüsü beklenmezdi”
diye bir iç çekiyorsunuz.
Hiç
şüphe yok ki, Mevlâna, son zamanlarda birileri onun hakkında ileri geri konuşsa
da Anadolu’nun en kıymetli değerlerinden biridir. O sekiz yüz küsur senedir
Anadolu insanına irfan öğretmeyi sürdürmektedir. Çocukluğumuzda babamızın bize
öğüt vermek üzere anlattığı kıssaların bir kısmının Mesnevî’den, bir kısmının Bostan’dan,
bir kısmının da İlahinâmeler’den olduğunu hayretle öğrenmiştim ileriki
yıllarda.
Anadolu
İslâm irfanının oluşumuna büyük katkı veren Mevlâna’nın ülkemizde iki tür
düşmanı var.
Bunlardan
birincisi, irfan ve hikmetten anlamayan zahirci, lafızcı ekoldür ki onlar
hayatı sadece duyu organları ile idrak eder ve ona göre yaşarlar. Bunlar
hakkında fazla söz söylemeye gerek yoktur; çünkü ne söylerseniz söyleyin, idrak
kabiliyetlerinin darlığı nedeniyle “eşeğimin odunu” misâli, “Çuha hikâyesine ne
diyecen? Kabak hikâyesine ne diyecen? Rüstem hikâyesine ne diyecen?” deyip
dururlar.
İkincisi
ise, dost gibi görünen düşmanlardır. Bunlar kendi inanç ve düşüncelerini Mevlâna’ya
söyletmeyi yol ve yöntem edinmiş kesimlerdir. Açık bir misâl vermek gerekirse,
“Kabala” öğretisini “Mevlâna Felsefesi” diye bize yutturmaya kalkan Sabaistleri
zikredebiliriz. Mevlevî görünümlü bu insanlar güya çok insancıl bir dil
kullanır ve Mevlâna’yı İslâm ötesi bir yerde göstermeye çalışırlar.
İstanbul
Büyükşehir Belediyesi bir dernek ile ortaklaşa düzenlediği programda, Mevlâna’yı
anma bahanesiyle Kur’ân-ı Kerîm’i tıpkı 1930’larkadaki gibi Türkçe olarak
okuttu.
(Gerçekte
bu kafa, Kur’ân-ı Kerîm’i çölden çıkmış bir Arap’ın uydurması olarak
görmektedir.)
Hâlbuki
kendisini anmak için program düzenledikleri Mevlâna, şiirlerini Farsça
yazmasına rağmen, Kur’ân-ı Kerîm söz konusu olduğunda onu Farsça okumaya asla
kalkışmadı. Çünkü tüm Müslümanlar gibi o da Kur’ân-ı Kerîm’in aslı ile muhafaza
edilmesi gerektiğine inanıyordu.
Dışarıdan
birinin anlaması zor olsa da Müslüman zihninde Kur’ân âyetlerinin apayrı bir anlamı
vardır. Bir Müslüman lügatî (tercümesini) anlamını bilmese bile herhangi bir âyet-i
kerimeyi duyduğunda bambaşka bir âleme intikal eder, Allah’ı, Peygamber’i ve
âhireti hatırlar. Bu yüzden İslâm tarihinin hiçbir döneminde Müslümanlar, hangi
kavimden olurlarsa olsunlar ve hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar, Kur’ân-ı
Kerîm âyetlerini teberrüken okumayı âdet edinmişlerdir. Bunu yaparken
tercümesinden okumaya kalkışmamışlardır. Bilakis, Allah’tan geldiğine inandıkları
orijinal şekliyle okuduklarında sevap kazandıklarına inanmışlardır.
Bunu
söyleyince, biraz önce sözünü ettiğimiz zahirci ve lafızcı kesimin şu itirazını
hemen duyarız: “Anlamadan okumanın ne anlamı var, Allah onu anlaşılsın diye
göndermemiş midir?”
Evet,
bunun için göndermiştir! Müslümanlar bin 500 küsur senedir Kur’ân’ı anlamak
için büyük çabalar göstermişler ve kütüphanelerin alamayacağı kadar çok tefsir
kitabı yazmışlardır. Hani şu Kur’ân’ı mealinden okuyunca Allah’ın tam murâdını
anladığını zannedenlerin kavrayamayacağı derinliklere vâkıf olmuşlardır.
Neyse,
mevzuu dağıtmadan tekrar Mevlâna istismarcılarına geri dönecek olursak,
yukarıdaki örnekte olduğu gibi, kimden sâdır olursa olsun, bilinen tasavvuf
geleneğin dışında ve İslâm hukukunun zıddına Mevlâna’ya atfen bir söz ya da
uygulama ile karşılaştığınızda, ondan uzak durunuz. Çünkü Mevlâna, “Ben
Kur’ân’ın bendesiyim; kim benden ayrı bir söz naklederse, ondan bîzarım!”
demektedir.