Mevlâna’yı anlamak

Evet, Mevlâna aşk insanıdır. Bu doğru. Ancak onunla beraber, istikamet sahibi bir aşk insanıdır. Mevlâna’yı bütün bu güzel çizgisi ve istikameti yerine basit bir hoşgörü ve sıradan bir aşk iklimiyle tasavvur etmek mümkün müdür? Böyle bir şey Mevlâna’ya hakaretin en yükseğidir.

“HER gün bir yerden dönmek ne iyi. Her gün bir yere konmak ne güzel. Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. Dünle beraber gitti cancağızım ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni bir şeyler söylemek lâzım...”

Bizim medeniyetimiz gözyaşı medeniyetidir, gül medeniyetidir. Bizim medeniyetimiz sevda ve aşk medeniyetidir. Bizim medeniyetimiz ahlâk ve edep medeniyetidir. İşte bu medeniyetin sevda ve aşk kalesini yapan ve neredeyse bir asırdır o kalenin en büyük burcunda, aşk, şevk, muhabbet, edep ve güzel ahlâk bayrağını dalgalandıran bir büyük insandır Mevlâna Celaleddin-i Rumî. Onu anlamak, onun prensiplerini, düsturlarını, tavsiyelerini anlamak ve yazmak bir hayli zor bir iştir ve bu yazının boyutunu aşar. Ancak, karınca kararınca, gayret edelim.

Mevlâna, 6 Rebiu’l-evvel 604 (30 Eylül 1207) tarihinde, bugün Afganistan toprakları içinde kalan Belh şehrinde doğmuştur. Asıl adı Muhammed Celaleddin’dir. “Mevlâna” ve “Rumî” isimleri, kendisine sonradan verilen isimlerdir.

“Mevlâna” ismi “Efendimiz” anlamına gelmektedir. Bu isim ona çok genç yaşlarında, Konya’da ders okutmaya başladığı zamanlarda verilmiştir. Bu ismi Şemseddin-i Tebrizî ve Sultan Veled’den itibaren Mevlâna’yı sevenler kullanmış, adeta adı yerine sembol olmuştur.

“Rumî” ismi de “Anadolulu” demektir. Mevlâna’nın “Rumî” diye tanınması, geçmiş yüzyıllarda “Diyar-ı Rum” denilen Anadolu ülkesinin vilâyeti olan Konya’da uzun müddet oturması, ömrünün büyük bir kısmının orada geçmesi ve nihayet türbesinin orada olmasındandır.

Mevlâna’nın babası, “Sultanu’l-Ulema” diye bilinen Bahaeddin Veled, annesi de Mümine Hatun’dur. Bahaeddin Veled, ailesi ile birlikte Belh’ten ayrıldıktan sonra Bağdat’a, buradan da hac için Mekke’ye gitmiş ve daha sonra Anadolu Selçuklularının en ihtişamlı dönemlerinde Anadolu’ya geçmiştir. Malatya, Erzincan, Akşehir yoluyla Larende’ye (bugünkü Karaman) gelip yerleşmiştir. Bu yolculukta Feridüddin Attar ile bir karşılaşmaları vardır ki birçok yönden enteresandır. 

Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad’ın daveti üzerine 1228 yılında Konya’ya geldikten üç yıl sonra babası vefat eden Mevlâna, babasının vefatından bir yıl sonra babasının müritlerinden olan Muhakkık-i Tirmizî’den 9 yıl süreyle hem ders almış, hem de ona müritlik yapmıştır. Mevlâna, Muhakkık-i Tirmizî’nin ölümünden sonra medreselerde bir süre ders vermiştir. Verdiği dersler Selçuklu Sultanı ve vezirleri tarafından da takip edilmiştir. 1244’te Şems-i Tebrizî ile tanışmış, bu tanışma onu sahip olduğu ilmin yanında bir gönül adamı yapmıştır.

Bundan sonraki yıllarda en yakın arkadaşı olarak kendisine sırasıyla Selahaddin Zerkubî ve Hüsameddin Çelebi’yi seçen Mevlâna, 1273 yılında Konya’da vefat etmiştir.

“Aşk gibi muallim yoktur”

Mevlâna aşk insanıdır. Aşkın insanı ve aşkın bir insandır, sevda insanıdır. Mesnevî’sinde, “Ger der âyed âkılî gu râh nist/ Ver der âyed âşıkî sad merhaba” (Bir akıllı gelirse ona de ki, ‘Yol yok sana’/ Bir âşık gelirse ona da yüz kere ‘Merhaba’ de) diye seslenecek kadar aşkındır Mevlâna. Daha da ileri giderek, her şeyin aşk ve sevgiden doğduğunu, aşk ve sevgiyle var olduğunu, aşk ve sevgiyle varlığını sürdürdüğünü söyler.

“Aşk gibi bir muallim (eğitici-öğretici) yoktur” sözü ona aittir. Bununla kalmaz Mevlâna, “Aşk olmasaydı, bu evren nereden olurdu? Ekmek nasıl olurdu da kendini sana yedirip senin vücuduna katılır ve sen olurdu? Bil ki ekmek, o aşk sayesinde kendini sana verdi ve sende yok olarak sen oldu” diye, “Aşk ölü ekmeğe bile can bağışlıyor, fani olan canını sana katıyor, ebedileşiyor” diye, “Bil ki, içi ilâhî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır. Belki hayvandan da aşağıdır” diye, “İki dünya bir gönül için yaratılmıştır. ‘Sen olmasaydın, sen olmasaydın, bu evreni yaratmazdım’ hadisinin mânâsını düşün” diye, “Aşk ve sevgi, acıyı tatlıya, toprağı altına, hastalığı şifaya, belâyı nimete ve kahrı rahmete dönüştürür. Demiri yumuşatan, taşı eriten, ölüyü dirilten aşk ve sevgidir” diye seslenir.

Ancak ondaki aşk ve sevda, kâinatın yegâne sahibi olan Allah’a (cc) ve O’nun Peygamberi Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sav) duyduğu aşk ve sevdadır. Genel olarak ve sıklıkla söz edildiği gibi, Şems ile olan bir aşk ya da bir başka insanla olan bir yakınlık değildir Mevlâna’nın yüreğinde yanan sevda ateşi. Çünkü Mevlâna iyi bir Müslümandır ve çizgisi çok nettir ve “Ey Allah’ım! Ben Sana kul oldum, kul oldum, kul oldum. Ben Sana kulluk görevimi gereği gibi yapamadığım için utandım, başımı önüme eğdim. Ey Rabbim! Her köle azat olunca sevinir, ben ise Sana kul olduğum için seviniyorum” diye haykırır. Bununla da kalmaz, “Ben sağ olduğum müddetçe Yüce Kur’ân’ın kölesiyim, kuluyum. Ben Muhammed Mustafa’nın (sav) mübârek ve nurlu yolunun tozuyum. Kim benden bundan başka söz naklederse, o kişiden de, o sözden de şikâyetçiyim” der.

“Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerini ve Peygamberimizin (sav) hadis-i şeriflerini okumadan evvel kendini düzelt. Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara” diye nasihat eder. “Kur’ân-ı Kerim’in mânâsını, ancak heva ve hevesini ateşe verip kül etmiş (yani nefsini ve benliğini yok etmiş), böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve ruhu Kur’ân kesilmiş kimseler anlar” diye seslenir. “Kılınan namaz, tutulan oruç ve yapılan cihat Müslümanın dinine, imanına şahitlik etmektedir” diye haykırır.

Peygamberimiz (sav) için, “Gel ey gönül, hakikî bayram, Hazreti Muhammed’e (sav) ulaşmaktır. Cihanın aydınlığı Hazreti Muhammed’in cemalinin nurundandır” diye söyler. Bir başka yerde de, “Bizim Peygamberimizin yolu, ilâhî aşk ve ibadet yoludur. Onun için biz ibadet ehliyiz ve aşkzadeyiz. Anamız aşktır. Ben O’nun özelliklerini eğer durmadan söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de yine bitiremem” diye yazar.

Evet, Mevlâna aşk insanıdır. Bu doğru. Ancak onunla beraber, istikamet sahibi bir aşk insanıdır. Mevlâna’yı bütün bu güzel çizgisi ve istikameti yerine basit bir hoşgörü ve sıradan bir aşk iklimiyle tasavvur etmek mümkün müdür? Böyle bir şey Mevlâna’ya hakaretin en yükseğidir. Çünkü Mevlâna, vasiyetinde dahi, “Size her zaman her yerde Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, isyankâr olmamayı, günahlardan kaçınmayı, oruç tutmayı, namaz kılmayı, aptal ve cahil kişilerle oturmamayı, konuşmamayı, şehvetinize gem vurmayı, her türlü cefaya karşı dayanıklı olmayı, güzel ahlâklı ve olgun kişilerle oturup kalkmayı ve insanlara faydalı olmayı vasiyet ediyorum” diye seslenen bir insandır.


“Kur’ân bendesi, Peygamber’in ayak tozu”

Mevlâna, insanları bütün kusurlarına, din ve inanış farklılıklarına rağmen kucaklayabilmenin, sevginin, şefkatin ve uçsuz bucaksız merhametin adıdır. O beş kıtaya sevgi, saygı, kardeşlik, birlik ve beraberlik muştusu sunarak bütün beşeriyeti bağrına basmış, “Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel!” çağrısıyla gönülleri sevgiyle, sevginin ateşiyle dağlamıştır. O “Kur’ân’ın kölesi, Peygamber’in ayak tozu” olmak düşüncesiyle yola çıkmış, insanlığa yüce kâinat felsefesi sunmuştur. O, İlâhî nurdan aldığı feyzle idrakleri Hakk’a kanalize etmiş, gönülleri tutuşturmuş bir dâhiler dâhisidir.

O nefisleri tasavvufla islah ederek hak ve adalet nizamında ebedî aşkın temellerini sağlamlaştıran, çağlar ötesine derin mesajlar sunan ahlâk ve iman timsalidir. O yaptığı ilâhî çağrıyla dünyanın ilgisini çekmiş, her insana almak istediği özü sunmuş, iman potasında hercümerç olanlara manevî köprü olmuştur. O, “Şefkat ve merhamette güneş gibi ol./ Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol./ Sehavet ve cömertlikte akarsu gibi ol./ Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol./ Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol./ Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyerek asırlar öncesinden sosyal ve toplumsal konsensüsün temellerini oluşturmuştur.

Bütün bunların yanında Mevlâna, ince ruhluluğun ender örneklerinden biridir. “Ba’d ez-vefat türbet-i mâ der-zemin mecûy/ Kalbhâ-yı müminân türbet-i mezâr-ı mâst” (Biz vefat ettiğimizde türbemizi yerde arama, bizim türbemizi müminlerin gönüllerinde ara) diyecek kadar mütevazı ve candandır.

Mevlâna, “Bu cihan bir zindandır. Biz de bu zindanda mahpuslarız. Zindanı del de kendini kurtar. Sen zamanın Yûsuf’usun, gökyüzünün güneşisin. Bu çölden, bu zindandan çık, yüzünü göster. Surette sen küçük bir âlemsin ama gerçekte en büyük âlem sensin” diye seslenerek dünya hayatı içinde insanın konumunu  belirten büyük bir gönül insanıdır.

Mevlâna’da bütün insanlığa hitap eden, şekil ve suretleri aşarak onların gönüllerine seslenen bir kudret vardır. O bir şehri, bir ülkeyi, bir dönemi, bir çağı aşan beşerî bir büyüklüğe ulaşmış, ışığını ve gücünü Kur’ân’dan, Peygamberimizden (sav) alan güzeller güzeli bir insandır.

Mevlâna’nın, “Ey birâder tû hemin endîşe-i/ Mâ-bekaa tû üstuhân ü rîşe-i” (Ey kardeş, sen yalnızca duyuş ve düşünüşten ibaretsin; geri kalanla sadece et ve kemiksin) şeklindeki ifadesi son derce anlamlıdır.

Mevlâna, kalbin bir ayna veya berrak suya benzediğini, dış âlemdeki suretlerin o suya aksettiğini, fakat su veya ayna bulanık olursa suretlerin onda görünemeyeceğini söyler. O, “Mademki kalp duru berrak bir su gibidir, gayb âlemindeki hakikatlere ve esrara bir aynadır, bu İlâhî sırlar kalbin parlaklığı nispetinde ona akseder. Herkes görüşü nispetinde gaybı, hayrı ve şerri bilir. Kim gönlünü daha çok cilâlamışsa daha çok görür. Ona gayb âleminden suretler daha çok görünür. O insan zerrede bekâ güneşini, katrede denizin tümünü görür. Gözünü tozdan gizleyen bir katrede Dicle’yi görür” demektedir. Hayattan maksat, katrede denizi görmek ve onda da Cenab-ı Hakk’ı görmektir.

Mevlâna “Mesnevî” ve “Divan-ı Kebir” adlı eserlerini şiir olarak yazmıştır. Ancak onun için şiir bir gaye değil, bir vasıtadır. Engin ruh âleminden gelen İlâhî sesleri şiir kalıbına dökmekle onlara daha cazip bir şekil ve ifade güzelliği kazandırmıştır. Mevlâna, yaşama sevincini, mutluluğunu, iç dünyasındaki güzelliklerle irtibatını kaybeden insanlara bir şifa gibi gelir. Onların mânâ alemindeki yaralarını sarar, kopan uçları birleştirir, içle dış, madde ile mânâ, zahir ile bâtın arasındaki dengeyi sağlar.

Mevlâna aynı zamanda bir edeb ve hayâ abidesidir. “Âdemoğlunun eğer edepten nasibi yoksa âdem değildir. Âdemoğluyla hayvan arasındaki fark, edeptir. Gözünü aç da bak cümle kelâmullaha, Kur’ân’ın bütün ayetlerinin mânâsı edepten ibarettir” diyen Mevlânâ, hayat boyunca bütün hizmetini din ve Allah yolunda yaparak insanların gaflet ve maddecilikten kurtulmalarını sağlamak için çırpınmıştır.

Allah (cc), Resûlullah (sav) ve Kur’ân-ı Kerim, Mevlâna’nın hayatının, varoluşunun her zaman için tek rehberi olmuştur. O, Allah yolunun hakikî yolcularından biridir. “Bizim Mesnevî’miz vahdet dükkânıdır. Onda Allah’tan gayrı ne görürsen, o puttur” demiştir.

Onun sözleri son sözümüz olsun: “Anladım ki susmak bir cüsse işi. Derin denizlerin işi… Serin sular en hafif rüzgârları bile coşturabiliyor. Derin denizleri ise ancak derin sevdalar… (…) Gerçekten de öyle olmuştu. Sonsuza götüren bir denizin kıyısına varmıştım. O zaman anladım ki, susmak bir cüsse işi. Derin denizlerin işi… Sığ suları en hafif rüzgârlar bile coşturabiliyor. Derin denizleri ise ancak derin sevdalar… Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki, susan her şey derin ve heybetli.”

Öyleyse susalım.