
MEVLÂNA, Zülkarneyn
mertebesine erişmenin kişide iki idrak bâtını oluşturma hususu üzerinde daha
çok durur. Bunun nedeni, Zülkarneynlik ile oluşan idrakler bâtınının insanda
hasıl ettiği iki zıt idrakten dolayıdır. Mevlâna bu idraklerden umumu kuşatan
ve herkesin harcı olan ilkine “yarasa hissi”, herkesin harcı olmayan biçimine
ise “inci saçan his” adını verir. Bu tür bir isimlendirme, Mevlâna’nın
Zülkarneynlik meselesini, yarasa hislerden kurtulmak için çıkılan ve inci saçan
hislere ulaşmak için uğraşılan bir yolculuk olarak gördüğünü ifade eder.
Yarasa
hissinin yönü batı, inci saçan hissin yönü ise doğudur. Batıya koşan yarasa
hislerin sahibi karanlığa batarken, doğuya koşan mânâ incilerinin sahibi ise
mana ışıklarıyla göz kamaştırır. Yolcu marifet güneşine ulaşıp inci saçan
hislere kavuştuğunda, artık onun için yön mefhumu ortadan kalkar. Artık o
nereye giderse gitsin, gittiği her yer doğudur. Doğu yani marifet güneşinin
otağı… Bu otağa ulaşan Hak eri, Zülkarneynlik payesini elde edeceğinden, bu zâtın
gittiği her yer doğu kesilir. Bu durumda âlemdeki doğular bile ona nisbetle
batı kalacağı için, bu âlemin fani doğuları bile, o Zülkarneyn’in batısına âşık
olurlar. Zira onun batısı da doğudur.
Yarasa
hisler Mevlâna’ya göre bizim dünya yolculuğumuzu belirleyen beş duyumuzdur. Mevlâna
bu beş duyuyu eşek, bizi de bu eşeğe binmiş bir şaşkın süvari olarak görür. Ve
bu süvariye hitap ederek şunları söyler: “Ey süvari! Bir eşeğe binmiş ve ters
bir yola girmişsin. Bu yol seni menzile götürmez ve bu tür bir yolculuk, sadece
eşeğe eziyet etmekten ibaret kalır. Böyle bir yolculuğa çıkmaktan utanmalısın!
Oysa bu beş histen yani bu topal eşekten başka beş his, yani rüzgâr ayaklı bir
küheylan daha vardır. Sen bakır değerinde olan şu beş his eşeğinden in de altın
değerinde olan bu beş hisse yani rüzgâr ayaklı küheylana bin. Zira seni menzile
götürecek olan binit, bu topal eşek değil, şu rüzgâr ayaklı küheylandır.”
Mevlâna,
marifet güneşinin bulunduğu yerde mahşer ahalisinin bulunduğunu söyler. “Mahşer
ahalisi kimdir?” diye sorulacak olursa, bunlar, Zülkarneynlik kaftanı giyen Hak
erleridir. Onlar altın dururken bakırı almayacaklarına göre, topal eşeğe
binerek bakır hislerin izini takip edenler bu pazara asla ulaşamazlar. Bakır
mesabesinde olan ve topal eşek gibi tökezleyerek yola düşen duyular, ten
duyularıdır. Ten duyularının tabiatında yarasalık olduğu için, bunlar gıdasını
ve yiyeceğini zulmetten yani karanlıktan temin ederler. Bunların meskenleri
karanlık olduğu için, bunların zulmet ve küfrünü yırtan her ışık gözlerini
kamaştırır.
Oysa
rüzgâr ayaklı bir küheylan olan altın hisler, beş histen gayrı beş hissin daha
olduğunu ihbar eden can duyularıdır. Bunların gıdası ise marifet güneşidir. O
güneşten beslenirler. Can duyularının küheylanına binip gayba ulaşanlar,
Zülkarneynlik kisvesi giyerler. Zülkarneynlik kisvesini giyen kişilerse Hakk’ın
seçkin kullarıdır. Bunlar o kisveyi giydikten sonra Musa gibi bir nebî de
olurlar, Hızır gibi bir velî de. Ancak bunların temel niteliği, ellerini
koyunlarından çıkardıklarında Musa gibi yed-i beyza göstermeleridir. Zira o el,
Musa’nın eli değil, Hakk’ın eli; o elin sokulduğu koyun da Musa’nın koynu değil,
marifet güneşinin koynudur!
İşte
duyu yüklerini bakırdan altına tebdil edenler, işin sonunda “İskender-i
Zülkarneyn” payesi alacaklarından, bir sıfata değil, birçok sıfata sahip
olurlar!
Sıfatlar bu âlemde kesret ifade ederlerken, o âlemde vahdet ifade ederler. Gökteki güneş sadece güneş olmak gibi bir sıfata bağlı iken, marifet güneşi ise bir sıfatlar ormanıdır. O güneşin kaftanını giydikten sonra Hak erlerinde muhtelif sıfatlar tecelli eder. Bazen güneş olup göğe ağarlar, bazen deniz olup yere yayılırlar. Bazen Kafdağı olup âlemi çepeçevre sararlar, bazen de o gayb dağına konup gayb ankası olurlar. Oysa o zâtın kisvesini giymeyip kendi zâtında kalanlar yani yolculuğu tamamlayamayıp zulmet iklimini aşamayanlar, kendi fani kaftanları içinde kendi ölümlü bedenleriyle başbaşa kalırlar. Bu durumda da vehimler içinde çırpınıp kesret batağına saplanırlar. Mevlâna, kişinin kendi zâtında ve kendi vehimleri içerisinde kalmasını, marifet güneşiyle temas edememek olarak görür. Yani kişi, kendi karnında kalır ve Zülkarneyn olamaz.
Zülkarneyn, son yolculuğunu iki dağ arasındaki bir vadiye yapar. İki dağ, iki farklı evren ve iki farklı bilinç düzeyidir.
“Can
yine bülbül oldu”
Zülkarneynlik,
Mevlâna’ya göre, kişinin vehimlerin bilgisinden yani ten hislerinin bilgisinden
ruh hislerinin bilgisine yani can hislerinin bilgisine bir özge yolla geçiştir.
Bu geçişi yapamayanlar karında kalıp Zülkarneynlik tacını takınamazlar. Bu
yüzden de Zülkarneynlik, Mevlâna’ya göre ten dilini terk edip can diliyle
konuşmaktır. Can dili, marifet lisanı ile konuşur.
Bu
itibarla Zülkarneyn, dünya lisanlarını aşarak marifet aklının ve marifet
bilgisinin lisanıyla konuşur. Marifet lisanı bir derya ise, dünya lisanları o
deryadan bir damladır. Bu yüzden marifet, Arapça ve Türkçeyle değil, başka bir
iklim ve başka bir heceyle konuşup dile gelen bir şeydir. Yani âlemdeki her şey
bir madde ve suret olduğu için, lisanlar da birer surettir. Dolayısıyla marifet
güneşi suretten müstağni olduğu için, onu suretlerde ve lisanlarda aramak
beyhudedir. Çünkü marifet güneşi ne surete sığar, ne de lisana. Bu yüzdendir ki,
Zülkarneynlik hırkası giyilmediği sürece, marifet güneşini kavramaya çalışmak
yoldakini de şaşırtır, yoldan çıkmışı da.
Mevlâna’nın
Mesnevîsi’nde Zülkarneyn ile ilgili ikinci veri şu şekildedir:
“Zülkarneyn,
Kafdağına gitti. O dağın saf zümrütten olduğunu gördü. Bütün âlemi halka gibi
çepeçevre çevirmişti. Zülkarneyn, o dağı görüp şaşırdı. Dedi ki, ‘Sen dağsan,
öbür dağlar ne? Onlar senin yanında bir oyuncak âdeta!’. Kafdağı dedi ki, ‘O
dağlar, benim damarlarımdır. Onlar güzellikte, alımda bana eş olmazlar. Benim
her şehirde gizli bir damarım vardır. Âlemin çevresi damarlarıma bağlıdır. Tanrı,
bir şehirde yer deprentisi yapmak isterse bana söyler, ben oraya varan damarı
oynatırım. O şehre ulaşan damarı kahırla oynattım mı, orada yer deprenir. Tanrı
‘Yeter’ deyince damarım yatışır. Durur görünürüm ama daima işteyim ben! Merhem
gibi dururum ama hayli iş görürüm. Akıl gibi hani; o da durur ama söz ondan
doğar, harekete gelir. Fakat bunu aklı kavramayana göre yer deprentisi yerdeki
buharlardan olur’.
(…) Zülkarneyn,
Kafdağı’nın konuştuğunu, söz incilerini deldiğini görünce, dedi ki, ‘Ey sırları
bilen ve her şeyden haberi olan, söz söyleyen dağ! Bana Tanrı sanatlarından
bahset’. Kafdağı dedi ki, ‘Yürü! Tanrı sanatları söylenebilmekten, söze
gelmekten çok üstündür.Yahut kalemin ne hâddi vardır ki sayfalara o sanatların
nişânesini yazabilsin!’.
Zülkarneyn, ‘Ona ait küçük bir hikâye olsun söyle… Tanrı’nın şaşılacak
kudretlerinden bahset ey iyi huylu âlim!’ dedi. Kafdağı dedi ki, ‘İşte sana üç
yüz yıllık yol olan şu ova! Padişah, onu kar dağlarıyla doldurmuştur. Dağ,
dağın üstüne sayısız olarak yığılmıştır. Daha da her zaman oraya kar yağıp
durmada! Bir kar dağının üstüne başka bir kar dağı yığılıp durmada. Karın
soğukluğu, ta yerin dibine kadar işlemede! Anbean o uçsuz bucaksız, o büyük
ambardan kardan meydana gelen bir dağ üstüne kardan bir dağ daha yığılmada! Padişahım,
böyle bir ova olmasaydı, cehennemin harareti beni mahvederdi!’…”
Mevlâna
bu metinde Zülkarneyn ismini İskender’den ayrık bir biçimde kullanır. Bu
metinde de yine Zülkarneyn’in bir yolculuğu üzerinde durulur. Bu kurgusal
metinde Zülkarneyn, Kafdağı’na gider. Saf zümrütten bir dağ olan Kafdağı, bütün
âlemi halka gibi çepeçevre kuşatmıştır. Dağın bu niteliği Zülkarneyn’i şaşırtır
ve Kafdağı’nın ihtişamı karşısında diğer dağların âdeta bir oyuncak mesabesinde
kaldığını görerek şaşırır. Zülkarneyn, Kafdağı’na kendisiyle diğer dağlar
arasındaki farkı sorunca, Kafdağı, o dağların kendisinin damarları olduğunu, bu
yüzden de güzellik ve cazibede bunların kendisine eş olamayacaklarını söyler.
Kafdağı, bütün yeryüzüne bağlı gizli damarları olduğunu ve bütün âlemin o damarlarla
kendisine bağlandığını söyler. Cenab-ı Hakk bir yerde deprem oluşturmak isterse
bunu Kafdağı’na söyler, Kafdağı da o yerle irtibatlı olan damarlarını yani
faylarını harekete geçirerek o mevkide deprem oluşturur. Cenab-ı Hakk “Yeter”
deyince, Kafdağı, faydan damarlarını yatıştırarak depreme son verir.
Kafdağı,
kendisinin sabit görünmesinin kimseyi aldatmamasını, zira daima bir iş üzere bulunduğunu
söyler. Kendi durumunu akılla kıyaslar. Nasıl ki akıl yerinde durduğu hâlde söz
ve hareket kendisinden doğarsa, Kafdağı da durur gibi görünüp her an yeni bir
eylem gerçekleştirir. Bu inceliği kavrayamayanlar ise depremin yer kabuğundaki
buharlardan yani sismik dalgalardan oluştuğunu sanırlar.
Mevlâna’nın kurgusal boyutta Zülkarneyn’e bir Kafdağı yolculuğu yaptırması ilginçtir. Zülkarneyn’in bu yolculuğu Kafdağı’na yapması ve Kafdağı’nın da bu evrendeki dağlara benzemeyen farklı bir dağ olması, Zülkarneyn’in bu yolculuğu evren dışı bir evrenin nihaî hudutlarına yaptığını düşündürmektedir. Burada Kafdağı mânâ âleminin hududu, Zülkarneyn de öğrendiği kudret ilmi sayesinde bu âlemin son hududuna giden ilk yolcudur. Bu evrendeki her şeyin, o evrendeki bu dağ silsilesiyle belli damarlar yani gizli hatlarla birbirine bağlı olması hususu son derece dikkat çekicidir. Mevlâna, evrende suretlere bürünerek muhtelif şekilde görünen varlıkların tabir-i caizse cansız ceset gibi olduklarını, bu itibarla da hareket ve fiil kudretinden mahrum kaldıklarına işaret etmektedir. Burada harekete geçen ve eylem hâlinde bulunan her şeyin asıl hareket ettiricisi o evrendedir. O evrende Kafdağı harekete geçmedikçe bu evrende hiçbir nesne kımıldamamakta, o evrende bir rüzgar esmedikçe bu evrende hiçbir yaprak sallanmamaktadır. İlmini bu evrendeki sahte hareket ve fiillerden alanlar, o evrendeki durumu kavramayanlardır. Buradaki bilgiler sanı, oraya ilişkin bilgiler ise marifettir. Dolayısıyla oraya ilişkin marifet olmadıkça bu evrendeki varlıkların eylem ve hareketleri doğru teşhis edilemez ve hakikî mânâlarıyla ölçülemez.
Yarasa hissinin yönü batı, inci saçan hissin yönü ise doğudur. Batıya koşan yarasa hislerin sahibi karanlığa batarken, doğuya koşan mânâ incilerinin sahibi ise mana ışıklarıyla göz kamaştırır.
***
Hırkada
dil, hırkanın ipliğinde dil, kırçılında dil, dilde zikir
Mevlâna
dil meselesini, idrak içinde idraklere bağlı gören bir düşünce yapısına
sahiptir. Bu yüzden onda, dil düzeyleri diyebileceğimiz dil bilinçleri vardır.
Her dil bilincinin dayandığı duyular, diğer dil bilinçlerinin duyularından
farklıdır. Ten duyusuna dayanan dil bilinciyle sadece dünyadaki insan
topluluklarının dillerinin bir kısmı anlaşılabilir. Türkçe bilen birisi
Arapları anlamayabilir; Arapları anlayan birisi İngilizceden bîhaber olabilir.
Oysa ten duyusuyla elde edilen dil bilinci, buradaki ölçütlere göre dünyanın en
gelişmiş iletişim dili gibi görülür. Mevlâna’ya göreyse bu dille hakikati
kavramak, körlerin fil tariflerine benzer.
Mevlâna’nın
bu konuda üzerinde durduğu en önemli husus, nesnelerdeki dil kabiliyetidir.
Nesnelerdeki dil kabiliyeti ve nesnelerin diliyle temas etmek için can
duyularıyla algılanan bir bilinç düzeyine geçmek gerekir. Bu bilinç düzeyinde
nesnelerin lisan kudretleri ânında fark edilir. Zira ister surete bürünsün,
ister suret kaydından ârî görünsün, her şey birbiriyle bir iletişim dili
ihtiyacı içindedir. Her şey, kendi lisanınca konuşur. Filizlenen bitkiler filiz
diliyle, titreşen nesneler titreşim diliyle, dalga yayan şeyler dalga diliyle,
ışınıma sahip olan varlıklar ışınım lisanıyla sürekli bir iletişim ve
kesintisiz bir beyan hâlindedirler. Bu itibarla maddî ve manevî âlemin her şeyi
sadece lisandır. Bu lisanı anlayıp çözümleyecek olan ise Zülkarneynlik tacı
takan insandır.
Her
şeydeki dil, insanla temas etmek için vardır. Ama hangi insanla? Topal ten
merkebine binmiş olan insanla değil, rüzgâr ayaklı can küheylanına binmiş olan
insanla… Zira lisan, muhatap seçer! Kabuğundan çıkamayan insan, sadece kabuk
içindeki âlemin diliyle yetinir. Çünkü ten duyuları kabuğun dışına sirayet
etmez. Kabuğun dışındaki evrenleri ve oradaki lisanların muhatabı, can
duyusuyla kabuğu yırtarak kendi parçasını külle eriştiren insandır.
Mevlâna,
Kafdağı’yla konuşan Zülkarneyn örneğinde bize bir şey söylüyor. Söylediği şey
şudur: Mânâ âleminde her şey marifet diliyle konuşur. Marifet diliyle söylenen
her bilgi ise, şaşmaz hükümler ifade ettiği için hikmet olur. Bu itibarla
marifet dilinin bir hikmet olduğu, hikmetinden sual edilmeyecek kadar aşikârdır.
Zülkarneyn
Kafdağı’nın marifet diliyle konuştuğunu görünce onun Hak sırlarını bilen ve her
şeyden haberdar olan bir dağ olduğu gerçeğini kavrar ve Kafdağı’ndan Cenab-ı
Hakk’ın sanatları konusunda bilgi ister. Bu diyalogda Kafdağı’nın Zülkarneyn’e
Hak sanatlarının yerinin sözün üstünde bir yer tuttuğunu söylemesi muhteşem bir
tespittir. Zira Kafdağı, burada Zülkarneyn’e marifet dilinin üstünde de diller
olduğunu ihsas etmektedir. Şayet kişiye verilen ilim bu dillerin kapısını
açacak anahtara malik değilse, o hazine başka bir kâşifi bekler. Öyle anlaşılıyor
ki, Zülkarneyn’e verilen ten ve can duyularına dayanan ilim, onu ancak mânâ âleminin
hududlarına götürmekte, lâkin Hakk’ın Sânî Esmasına dair marifetlerin diliyle
temas etmesine mâni olmaktadır. Zira burada başka bir duyu topluluğuna malik
olmak gerekir.
Zülkarneyn,
Hak sanatlarının nişanesinin yazılacağı kalem ve kâğıdın kendi ilminin dışında
olduğunu öğrenince, bu kez dağdan Cenab-ı Hakk’ın şaşılacak kudretlerine dair
bir şeyler öğrenmek ister. Bunun üzerine Kafdağı, Zülkarneyn’e, “İşte senin
ilminle üç yüz yıl içinde yol alabileceğin şu ovaya bak!” der. Elbette Kafdağı,
bugünkü bilgilerimize göre üç yüz ışık yılıyla yürünen bir ovadan
bahsetmektedir. Bu ovanın özelliği ise, baştan başa kar ve buzulla kaplı
olmasıdır. Bu ova, muazzam bir buzul dağı üstüne buzul dağı hâlindedir. Bu
buzul dağları bu ovanın altına öyle dondurucu bir soğukluk vermektedir ki bu
muazzam soğukluğun hikmeti, Kafdağı’nı cehennemin hararetinden korumaktır.
Şayet bu tedbir olmasa, Kafdağı cehennemin hararetiyle eriyip gidecektir. Bu
itibarla Kafdağı, Zülkarneyn’e, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudretini kavraması için
bir ipucu vermektedir: Cenab-ı Hakk’ın kudreti o kadar büyük ve derin bir
kudrettir ki, üç asırlık ışık yılında yürünücek bir ova, yerden göğe buz
dağlarıyla muazzam bir ambar olarak sadece Kafdağı’nın erimemesi için
yaratılmıştır.
Hazret,
“Diğer şeylerin erimemesi için nasıl bir kudrete ihtiyaç duyulacağını var,
buradan kıyasla!” demektedir.
Mevlâna,
Zülkarneyn ile Kafdağı arasındaki bu diyalogdan hareketle her insanın bir Kafdağı
olduğunu ve Cenab-ı Hakk’ın onu, cehennem ateşinden korumak için de üç yüz bin
ışık yılı mesafeli buz dağları yaratarak cehennem ateşinden koruduğunu
söylemektedir. Her fert için böyle bir buz dağının yaratılacağını düşünürsek,
Cenab-ı Hakk’ın merhamete ilişkin kudretinin sadece bir vechesini kavrayabiliriz.
Nerede kaldı ilme, kelâma ve sevgiye ilişkin kudretinin künhünü kavramak!
Mevlâna,
Zülkarneyn’deki hikmetin ne olduğuna dair bilgiyi, İbn-i Arabî gibi tasnif
ederek vermemiştir. Ancak onun Mesnevî’de İskender-i Zülkarneyn’e ilişkin
oluşturduğu kurgusal metinlere bakılırsa, Zülkarneyn’deki hikmetin marifet özü
(fass) olduğu görülür. Zülkarneyn’e verilen iktidar, marifetten gelen Hak
kudretinin tecellisidir. Ancak bu tecelli, o kudretin bütünü değil, sadece bir
parçacığıdır. Zülkarneyn bu marifet kudreti parçacığıyla bile maddî ve manevî âlemin
nihayetine kadar hiçbir şeye ihtiyaç duymadan büyük yolculuğunu gerçekleştirebilmiştir.
Bu kudret, karşılaştığı her şeyin diliyle temas edebilen özel bir kudrettir.
İşte bu vasfından dolayı Zülkarneyn, son yolculuğunu iki dağ arasındaki bir
vadiye yapar. İki dağ, iki farklı evren ve iki farklı bilinç düzeyidir.
Zülkarneyn’in yaptığı şey, kendi gittiği yolun kendisi tarafından silinmesi,
kendi açtığı kapının kendisi tarafından kapanmasıdır. Çünkü marifet güneşinin
altında çatısız ve gölgeliksiz olarak yol alabilmek her yolcunun harcı değildir.
Zülkarneyn’e
serin bir yol olan bu vadi, o hırkayı giyemeyenler için çetin bir azap yoludur.
Zira bu yolculukta asâ kimdeyse Musa odur, mühür kimdeyse Süleyman odur. Benim
elimdeki asâ ve senin parmağındaki yüzük ise ilim değil, vehimdir!