Mevlâna’nın “Zülkarneyn” ismine yüklediği hikmet: Marifet (1)

Zülkarneynlik payesi nedir? Hangi yöne doğru yola çıkılırsa çıkılsın, o yolculuğu tamamlamaktır. Zira sırat-ı müstakim, yön ile ilgili bir yolculuk değildir. Ön ve son ile ilgili bir yolculuktur. Bidayete giden de sırat-ı müstakim üzeredir, kıyamete giden de. Ama yolcu nereye giderse gitsin, yolculuğun sonunda gözünü kamaştıran yegâne güneş, marifet güneşi olacaktır.

İBN-i Arabî, Füsûsu’l-Hikem’de Kur’ân’da geçen peygamber ve hikmet sahibi şahıslar üzerinden mânâya ilişkin yorumlar yaparken, her şahsı bir hikmetin kaynağı ve özü olarak görür ve o peygamber yahut hikmet sahibi kişiyi o hikmet bağlamında ele alır. İbn-i Arabî’nin Füsûsu’l-Hikem’inde de Kur’ân’da Zülkarneyn, edebiyatta ise İskender-i Zülkarneyn adıyla bilinen peygamber yahut hikmet sahibi şahıs hakkında bir tespit yoktur. İbn-i Arabî Füsûs’ta, Zülkarneyn’i varaste tutarak diğer peygamber ve hikmet sahibi şahısların mensup oldukları hikmetleri üzerinde etraflıca durur.

Füsûs’ta Zülkarneyn’in bir hikmetin göstereni olarak ele alınmaması, İbn-i Arabî okuyucularının tecessüsünü tahrik eden bir durumdur. Acaba Şeyh-i Ekber Zülkarneyn’i ele alsaydı, onu hangi hikmetin tecessüm etmiş hâli sayardı? Elbette İbn-i Arabî’nin sadrından satırlara dökülen böyle bir metin olmadığı için, Hazret’in bu konuda nasıl bir yorum getireceği bilgimiz dışındadır. Elimizde veri olmadığına göre, böyle bir sualin cevabı sadece tahminlere dayanır ki bu da İbn-i Arabî’yi değil, yorumcuyu bağlar.

Kur’ân-ı Kerîm’de Zülkarneyn ile ilgili ayetler Kehf Sûresi’nde yer alır. Buna göre Kur’ân’da Zülkarneyn ile oldukça sembolik mahiyet içeren âyetler şunlardır:

“Sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki, ‘Size onunla ilgili bir parça okuyacağım. Gerçekten Biz onu yeryüzünde iktidar sahibi kıldık, ona (muhtaç olduğu) her şey için bir yol öğrettik. O da bir yol tutup gitti. Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar (gibi) buldu. Orada bir kavme rastladı. Bunun üzerine Biz, ‘Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandıracak veya haklarında iyi davranma yolunu seçeceksin’ dedik. O, şöyle dedi: ‘Haksızlık edeni cezalandıracağız, sonra o, Rabbine gönderilecek; Allah da ona korkunç bir azap uygulayacak. İman edip iyi şeyler yapan kimseye gelince, onun için de en güzel karşılık vardır.’ Ve ona işimizden kolay olanını buyuracağız.

Sonra yine bir yol tutup gitti. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık. İşte böyle oldu! Biz onunla ilgili her şeyi ayrıntısıyla biliyorduk. Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet iki dağ arasına ulaştığında, bunların ötesinde, neredeyse hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu. Dediler ki, ‘Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Ye’cûc ve Me’cûc bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana bir bedel ödesek kabul eder misin?’. Zülkarneyn şöyle cevap verdi: ‘Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet ve kudret sizinkinden üstündür. Siz bana kuvvetinizle destek olun da, sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım. Bana demir kütleleri getirin.’

Nihayet (vadiyi demirle doldurup) iki dağın arasını aynı seviyeye getirince, ‘Ateşi körükleyin!’ dedi. Artık onu kor hâline getirdiği vakit, ‘Getirin bana, üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim’ dedi. Artık onu ne aşabildiler, ne de delebildiler. Zülkarneyn, ‘Bu, Rabbimden bir rahmettir. Fakat Rabbimin vaadi gelince, O bunu yerle bir eder. Rabbimin vaadi haktır’ dedi. O gün (kıyamet günü) Biz onları, birbirine çarparak çalkalanır bir hâlde bırakmışızdır; sûra da üfürülmüş, böylece onları bütünüyle bir araya getirmişizdir.” (Kehf, 83-99)

Kur’ân’daki Zülkarneyn kıssası, müfessirlerin yorumlamakta en çok zorlandıkları kıssalardan birisi olmuştur. Bu kıssa, yoğun sembolik üslûbundan dolayı çok muhtelif yorum ve tevillere kapı açacak bir yapı arz ettiği için, söz konusu kıssanın yorumu ve tevili üzerinde izahlardan oluşan izah katmanları vardır. Bu yorum katmanları içerisine girildiğinde kıssanın mahiyet ve bağlamından uzağa düşmek ihtimâli oldukça kuvvetlidir.

Bu kıssayı Füsûs’ta İbn-i Arabî’nin yaptığı gibi bir hikmet üzerinden açıklamak fevkalâde olurdu. Ancak başta da söylediğimiz gibi, böyle bir yorum metninden mahrumuz. Bu kıssada Zülkarneyn’e yeryüzü iktidarı için muhtaç olduğu her şeyin verilmiş olduğu vurgusu çok önemlidir. Kıssanın nirengi noktasını bu vurgu teşkil etmektedir. Kıssaya göre, Zülkarneyn’in yeryüzü iktidarına, o iktidarı sürdürmesi için gerekli olan bilgiyi kullanarak ulaştığını göstermektedir.


Zülkarneyn’in yolculukları

Zülkarneyn’in kıssa boyunca üç yolculuk yaptığı görülür. Onun tutup gittiği bu yollar, kendisine öğretilen bilginin üç niteliğini vermektedir. Bu niteliklerden birisi, Zülkarneyn’in güneşin battığı yere gitmesi, diğeri güneşin doğduğu yere gitmesi, üçüncüsü de iki dağ arasındaki bir geçite ulaşmasıdır.

Zülkarneyn’in yolculukları boyunca vardığı her yerde farklı nitelikte kavimlerle karşılaşması, bu kıssadaki yeryüzü iktidarına malik olma meselisinin biraz daha açılmasını gerektirmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, buradaki “arz” kavramı “bütünüyle evreni” işaret etmektedir. Çünkü Zülkarneyn’in güneşin battığı noktaya gitmesi evrenin kıyametine, doğduğu yere gitmesi de evrenin bidayetine işaret etmektedir. Bu evren, Kur’ân’ın tabiriyle Zülkarneyn’in iktidarı altındaki arz, bidayet ve kıyamet sınırları arasına serilmiş olan bir arzdır. Bu arzın kıyameti, onun bidayet noktasıyla birleşmesi anlamına geldiği için, “arz” tabiri bu süreç içerisinde fâni ve geçici görüntülerle donanmış bir arayüzden başka bir şey değilmiş gibidir.

Bu arayüzü bir mevcut ve bir varlık olarak algılamamıza neden olan şey ise, arzın bidayet ve kıyamet arasına serilmesi esnasında işleyen zaman mahlûkudur. Bu durumda kıyamet evrenin değil, muhtemelen zamanın ölümüdür. Zira evren varlık suretlerine bürünmüş bir arayüz olduğu için zaten iğreti ve müstear bir varlıklar bütünüdür. Varlığı birbirine zıt iki aralığa seren, yayan ve onu mevcut olarak algılatan etmen, öyle anlaşılıyor ki zamandır. Zamanı aradan kaldırırsanız, gerilip yayılmış olan varlık, toplanıp dürülürek tekrar bidayet noktasına gelir. Bu durumda Zülkarneyn’in evrenin başı ile sonuna hükmeden bir İlâhî sultan ve bilge olduğu anlaşılır. Bu sonuç da bu şahsiyete neden “Zülkarneyn” sıfatının verildiğini açıklar. Zülkarneyn, “iki karn sahibi” demektir. “Karn” kelimesi “boynuz, batın ve çağ” anlamlarını içeren çok anlamlı bir kelimedir. Bu izaha göre Zülkarneyn, “iki boynuz, iki batın ve iki çağa malik” özel bir hükümdara verilen sıfat olur.

Meseleye iki boynuz açısından baktığımızda, boynuzun bütüne ait bir parça olduğu görülür. İki boynuz vurgusu, mitolojik algı döneminden yadigârdır. Çifte boynuz, mitolojide kadim kültürlerde rastladığımız mukaddes boğa figürüne ilişkin bir veridir. Mitolojide mukaddes boğa, yeryüzü iktidarıyla alâkalıdır. Mukaddes boğa ilk önce Sümer mitolojisinde gök tanrısı Anu ve yer tanrısı Enlil’in sembolü olarak karşımıza çıkar. Mısır mitolojisinde mukaddes boğa olan “Apis”, hem yeryüzü hükümdarı Osiris’in, hem de gök tanrısı Horus’un sembolüdür.

Kişi marifet güneşine doğru gidip menzile yetince “Zülkarneyn” sıfatına malik olur. Zülkarneynlik, öyle her isteyenin giyip çıkardığı bir kaftan değildir. Bir kez giyildi mi, giyende bâki bir kaftan olup kalır.

Sümer ve Antik Mısır’daki mukaddes boğa figüründeki boynuzlardan biri yeryüzü saltanatına, diğeri de gökyüzü saltanatına işaret eder. Bundan dolayı, bu mukaddes boğa sembolünü bir nevi Zülkarneyn saymamız yanıltıcı olmaz. Zira her bir boynuzu bir âlem sultanlığına dair olan bu mukaddes boğa, çifte boynuzla iki zıt evrene hükmeden bir Zülkarneyn’dir. Zira bu iki boynuzdan birisi yersel iktidarı, diğeri ise göksel iktidarı imlemektedir. Hitit mitolojisinde gök tanrısı Teşup ve yeryüzü ilâhı Hepat’ın sembolleri de boğa ile ifade edilir. Bu itibarla biri yere, biri de göğe hükmeden bir Zülkarneyn durumunun varlığını Hititler’de de görürüz.

Türk mitolojisindeki Oğuz Kağan’ın da Zülkarneynlikle ilgisi olduğu ileri sürülebilir. Zira “Oğuz” kelimesini “Öküz” yani “Boğa” kelimesiyle ilişkilendiren etimolojik yaklaşımlar olduğunu biliyoruz. Oğuznâmelere bakıldığında Oğuz Kağan’ın bütün dünyayı fethetmek üzere yola çıkan bir cihangir olduğu görülür. Oğuz Kağan, bütün dünyanın hâkimi olmak için yola çıkmış, yedi iklimin hükümdarlarına baş eğdirerek bu fikrini gerçekleştirmiş ideal bir Zülkarneyn’dir.

Yeryüzü iktidarına sahip olanların boğa figürüyle temsil edilmesi geleneğine bakarak Oğuz’a, “öküz/boğa” anlamına gelen “Oğuz” isminin isimden ziyade “lakap” olarak verildiği ileri sürülebilir. Çünkü bu durumda Oğuz’un anlamı “Zülkarneyn” demek olur. Nitekim Vanî Mehmet Efendi Tefsiri’nde Zülkarneyn’in Oğuz Kağan’dan başka biri olmadığı iddiasının ileri sürülmesi, bu ihtimâli oldukça kuvvetlendirmektedir. Zaten Oğuz’un evliliklerinin birinin gökten gelen bir kızla diğerinin de ağaç kovuğundan çıkan yere mensup bir kızla olması, onda Zülkarneynlikle ilgili bir durumun varlığına işarettir. Zira Oğuz’un boynuzunun biri yeri, biri de göğü temsil ettiği için, o, Zülkarneyn sıfatını almış özge bir hükümdardır.

Zülkarneyn’in “çifte batın sahibi” olması hususuna gelince, bu batınlardan birisini maddî âlem, diğerini de manevî âlem olarak düşünmek mümkündür. Bu husus bize, Zülkarneyn’e öğretilen İlâhî ilmin Hızır’a öğretilen ledün ilminden farklı olduğunu düşündürüyor. Hızır ledün ilmiyle gaybî bilgileri bilen bir bilge kişi konumundayken, Zülkarneyn’in iki zıt yönün bilgisine yani birbirinden farklı iki ilim usulüne sahip olduğunu gösteriyor. Bu durumda Zülkarneyn’i hem nâsut, hem de lâhût âlemlerinin bilgileriyle donanmış birisi olarak nitelemek mümkündür.        

Zülkarneyn’in “iki çağ sahibi” demek olan mânâsı ise, başta söylediğimiz zaman mefhumuyla alâkalıdır. Burada Zülkarneyn’in evrenin baş ve sonunu yani yaratılış ve kıyametini gören bir şahit olduğunu söyleyebiliriz. Demek olur ki, evrenin bidayet ve kıyametine şahit olan Zülkarneyn, bizzat Cenab-ı Hakk tarafından her iki uca da tasarruf etme kudreti verilen özel bir kişidir. Zülkarneyn’in birbirine zıt iki ufka, güneşin doğduğu ve battığı yerlere yaptığı yolculuklar, özel öğretilmiş Hakk bilgisinin eseri olan yolculuklardır.

Zülkarneyn’in hem madde batınına yani maddî evrene, hem de mânâ batınına yani manevî evrene yaptığı yolculuklara ait muhtaç olduğu bilgiler, bizzat Hakk tarafından bu iki âleme de muktedir olması için öğretilen bilgiler olduğu için, Zülkarneyn bu iki batında bir an bile şaşmadan yol alabilmiştir.

Şimdi bu bağlamdan hareketle, “Zülkarneyn” ismindeki hikmetin Mevlâna tarafından nasıl ele alındığı meselesine geçebiliriz.


Marifet ve Zülkarneyn

Mevlâna, “Zülkarneyn” ismini Mesnevî’de iki kez kullanır. Bu kullanımlardan birisi Kur’ân’daki tabiriyle Zülkarneyn, diğeri de edebiyat ve mitolojideki tezahürüyle İskender’dir. İlk önce Mevlâna’nın İskender’i yani İskender-i Zülkarneyn’i hangi bağlamda ele aldığına bakalım.

Bu babda Mevlâna, şöyle bir girizgâh yaparak sözü İskender’e bağlar ve İskenderlikten ne anlamamız gerektiği hususunu şerh eder:  

“Ey gün ışıtmak için yer altını./ Bırakıp gitmelisin bu gülşeni// İrfan güneşin anlatmak ne mümkün,/ Akıl ve can üstüne doğar, o gün.// Sırra mensuptur olgunluk güneşi,/ Gece gündüz ışık saçmaktır işi.// Güne doğru git İskender’sen ey er!/ Sonra nereye gitsen kesilmez fer.// Nereye gitsen doğu olur artık,/ Kesilir doğular, batına âşık.// Yarasa hissin batıya koşturur,/ İnci saçan hissin doğuya yürür.// Duyu eşek yoludur ey süvari!/ Eşeğe eziyetten utan bari!// Beş histen başka beş his daha vardır,/ Onlar altın gibidir, bunlar bakır.// O pazarda mahşer sakinleri var,/ Altın dururken bakırı almazlar.// Zulmet azığını yer ten duyusu,/ Bir güneşten beslenir can duyusu.// Ey duyu yükünü gayba taşıyan!/ Çıkar Musa gibi elin koyundan.// Sıfatların bilgi günüyken kardeş,/ Bir sıfata bağlıdır, gökte güneş.// Bazen güneş olursun bazen derya,/ Bazen Kaf dağısın, bazen de anka.// Kendi zatında ne osun, ne busun,/ Vehimlerden fazla ve çoktan çoksun.// Ruh, akıl ve bilgiyle dosttur ey yar!/ Arapçayla Türkçeyle ne işi var?// Bunca suret içinde yoktur izin,/ Tevhit ehli de, şüpheci de şaşkın.”

Mevlâna burada iki güneşten bahseder: Birisi bildiğimiz güneştir, dünyanın üstüne doğan, bağımızı bahçemizi aydınlatan ve sonra batarak diğer karanlık köşeleri aydınlatan dünya güneşi… Mevlâna bu güneşin yanında irfan yani marifet güneşi olarak nitelediği bir güneşten daha bahseder. Ancak bu güneş, âlem güneşi gibi görülen, gözlenen ve yörüngesi bilinen bir güneş değildir. Marifet güneşi akıl ve can dünyasının üstüne doğan bir güneştir. O güneş hem marifet güneşi, hem de olgunluk ve kemâl güneşidir. Ancak bu güneş için ne gece vardır, ne de gündüz. O, her daim ışık saçan bir güneştir. Zaten marifet güneşinin niteliği de budur. Zira onun için zaman, mekân ve yörünge mefhumu yoktur. Onun için zaman, mekân ve yörünge bir sırdır. Ancak bu sır, Hakk sırrıdır ve marifet güneşi, irfanını Hakk sırrına mensup olduğu için elde eder. Bu niteliğinden dolayı ışığına ön ve son yoktur. Âlem güneşi sararıp solup sönerken, marifet güneşiyse her daim zinde ve ışık saçıcıdır.

Mevlâna’nın “marifet güneşi” dediği şey, aslında bir kişiyi sembolize etmektedir. “Bu kişi kimdir?” diye Mevlâna’ya sorulacak olursa, Hazret, o kişinin güneşe doğru giden bir Hakk eri yani İskender-i Zülkarneyn olduğunu söyleyecektir. Dikkat edilirse, Mevlâna burada bahsettiği Zülkarneynlik durumunu, herkesin ulaşacağı ideal hedef olarak görmekte ve göstermektedir. Ancak İskender olmanın temel şartı, güneşe doğru gitmektir. İskender’in kendisine doğru gittiği güneşin ışığı, marifeti yani ilâhî bilgeliği asla kesintiye uğramayan güneşler güneşi Cenab-ı Hakk’ın ziyasından başkası değildir.

Bu açıdan bakılırsa, Mevlâna, Zülkarneyn’in yolculuklarını batıya da gitse, doğuya da gitse marifet güneşine doğru gidilen bir yolculuk olarak anlar ve anlatır. Bu durum, tevhidî bir bakışla teferruat ve kesretin ortadan kaldırılışıdır. Mevlâna, İskender-i Zülkarneyn’in doğuya ve batıya yaptığı yolculukları “marifet güneşine yapılan birer yolculuk” olarak nitelediği için, bu yolculuklar ancak marifet sırrına mensup biri tarafından yapılabilir. Bu niteliğine bağlı olarak bu yolculukta herhangi bir yön aramaya gerek yoktur. Zira doğuya gittiğimizde de, batıya gittiğimizde de, bidayete vardığımızda da, nihayete erdiğimizde de menzilimizde hep marifet güneşi olacaktır.

Bu durumda bu yolculuktan yani sırat-ı müstakimden kasıt, bizi marifet güneşine götüren yolculuktur. Zira bu yolculuğun mesafesi, bir hidayet mesafesidir. Demek olur ki, hidayet mesafesi tamamlanmadan marifet güneşine ulaşmak mümkün değildir. Bu durumda her yolculuk, özünde bir ulu yolculuk olan hidayet yolculuğundan çeşniler taşır. Bu hâl öyle bir incelik taşır ki “Dalâlette bile hidayet çeşnisi vardır” desek yanıltıcı olmaz. Niye böyledir? Zira dalâlet denilen hâl, sırat-ı müstakimden çıkılan noktanın adıdır. Neticede dalâlet noktasına kadar yapılan yolculuk, hidayet adımlarıyla yürünmüş bir yolculuk anlamına gelir. Çünkü yola çıkmadan yoldan çıkılmaz. Yolculuğun dalâlet noktasına kadar olan kısmı bile hidayet olduğuna göre, bütün yolculuklar o ulu yolculuktan birer nişanedir.

İşte bu ulu yolculuğu tamamlayan biri, Zülkarneynlik payesi taşır. Yani İskenderliği elde eder. Zülkarneynlik payesi nedir? Hangi yöne doğru yola çıkılırsa çıkılsın, o yolculuğu tamamlamaktır. Zira sırat-ı müstakim, yön ile ilgili bir yolculuk değildir. Ön ve son ile ilgili bir yolculuktur. Bidayete giden de sırat-ı müstakim üzeredir, kıyamete giden de. Ama yolcu nereye giderse gitsin, yolculuğun sonunda gözünü kamaştıran yegâne güneş, marifet güneşi olacaktır.

Kişi marifet güneşine doğru gidip menzile yetince “Zülkarneyn” sıfatına malik olur. Zülkarneynlik, öyle her isteyenin giyip çıkardığı bir kaftan değildir. Bir kez giyildi mi, giyende bâki bir kaftan olup kalır. İşte bu güneşe erişerek başlarına çifte boynuzlu saltanat tacı takınan erler, bir daha ne kuvvet ve kudretten, ne de nur ve ferasetten mahrum kalırlar. Bu durumda Mevlâna’nın, “Güneşe doğru git İskender’sen ey er/ Sonra nereye gitsen kesilmez fer” demesini, Kehf Sûresi’nin 84’üncü ayetinin tefsiri olarak nitelemek mümkündür. Zira kesilmeyen fer, kuvvet ve kudret alâmeti olduğu için ayetteki “Gerçekten Biz onu yeryüzünde iktidar sahibi kıldık” hükmünün bir başka yönden ifadesidir.