ŞEMS’İN Konya’ya gelmeden
önce ne işlerle meşgul olduğu ve kimlerle görüştüğüne dair büyük bir bilinmeyen
dönem vardır. Bu meçhul perdesi, kendi eseri olan Makâlât ve dönemin kaynakları aracılığıyla az da olsa aralanmaktadır.
Bu aralıktan bakınca ilk olarak Şems’in Erzincan havalisinde Kur’an-ı Kerim
öğreticiliği yaptığını görüyoruz.
Şems,
Kur’an öğreticiliği işinde son derece başarılı olduğunu belirtir ve bütün Kur’an’ı
üç ayda öğretecek bir yöntem geliştirdiğinden özellikle bahseder. Bu başarısına
rağmen belli bir yerde uzun bir müddet kalmak Şems’in şiarı değildir. Belirli
bir işten ayrılınca nafakasını çıkarmak için şalvar uçkuru ördüğünü söyleyen
Şems, Erzincan’dayken kılık değiştirip inşaat işinde çalışmaya teşebbüs
ettiğini, fakat çok zayıf olduğundan dolayı kimsenin kendisine iş vermediğini söyler.
Bazen
günlerce yemek yemediğini söyleyen Şems’in, beden gücü gerektiren inşaat işçiliğine
takatinin yetmeyeceği aşikârdır. Öyle anlaşılıyor ki Şems’in aldığı melamet
terbiyesi, onun sosyal hayat içinde sıradan biri olarak yaşaması için önemli
bir kazanımdı. Göze batmadan sıradan bir işçi, alt tabakadan bir zanaatkâr, bir
mahallede karın tokluğuna Kur’an öğreten bir muallim ve gezgin bir derviş
kimliğiyle kendine rahat bir hareket alanı açıyordu. Fakat Şems’in bu sıradan
görünüşünün altında kükreyen bir aslan yatıyordu ve bu aslan genellikle ulema
meclislerinde, medrese ve tekkelerde ortaya çıkıyordu.
Öncelikle
Şems, çetin bir cedel ve müzakere yeteneğine sahip bir veliydi. Muhataba
yönelttiği sorular, meselenin en can alıcı yerinden sorulur ve genellikle karşı
tarafı mat eden bir dizge izleyerek devam ederdi. Muhatabı mat ettikten sonra
izlediği hareket tarzı, yeni bir muhatap bulmak için o mekânı terk etmekten
ibaretti. Şems’in muhataplarını idrak zaafına sürükleyen soruları -daha doğrusu
eleştirel soruları- ona şaşmaz bir zafer serisi getirdiği için yüksek bir
özgüven elde etmişti. Bu özgüven sebebiyle Şems, kelamcıların meclisinde de
bulunur, inançsızların meclisinde de bulunur, dergâhlara da girer, müderrislerle
de muhatap olurdu.
Şimdi
söylediklerimizi daha rahat kavramak için Şems’in Makâlât’ta verdiği
bilgilerden hareketle, bulunduğu bazı meclislerdeki tutumunu yakından görelim.
Sühreverdî’yi
müdafaa
Şems,
Doğu Anadolu bölgesinde gezgin bir derviş olarak dolaşırken muhtemelen Sivas’a
da uğrar ve Sivas’ta yaşayan kelam bilginlerinden Esededdin Mütekellim’in
sohbetlerine katılır. Bu sohbetlerin birinde Şems’in Esededdin’e yönelttiği
soru mecliste gerginliğe yol açar. Şems, Makâlât’ta bu olayı şu şekilde anlatır:
“Esededdin bir
gün, ‘Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir”(Hadid, 4) ayetini
yorumluyordu. Halk önünde bir şey sorduğum için bana gücendi. Bir gün tekrar
sordum: ‘Sizinle beraberdir diyorsun, Allah sizinle beraberdir demek nasıl
olur?’ Bana şu cevabı verdi: ‘Senin bu sorudan maksadın nedir? Allah yumuşaklık
ve merhamet tarafındayken neyse, sertlik yönünde de öyledir. Uçuruma gidiyorsun,
dikkat et!’ Dedim ki, ‘Benim bu soruma ‘Maksadın nedir?’ demek uygun değildir.
Allah’ın kelamına bu manayı nasıl veriyorsun? O sizinle beraberdir, evet, ama
Allah kul ile nasıl beraber olur?’. ‘Evet’ dedi, ‘Allah ile kulu, bilgi
yönünden beraberdir’. Dedim ki, ‘Bilgi Zat’tan ayrı değildir, hatta hiçbir sıfat
Zat’tan ayrı olamaz’. ‘Bu bayat soruları mı tekrarlıyorsun?’ dedi. Ne demek
bayat? Belki tazeliğinden ölüyor. Halk, ‘Kelamcı budur!’ diyor.”
Metinden
anlaşıldığına göre Şems, Esededdin’in yorumuna önce halk içinde karşı çıkmış ve
muhatap, cevap vermek yerine Şems’e gücenip tavır almış ama Şems meselenin
peşini bırakmamış ve bir gün Eseddedin’i tek başına yakalayarak aynı suali
sormuş ve cevap istemiştir. Bu soru daha önce sorulduğu için, muhtemelen soru
üzerinde kafa yorup kendince cevaplar bulan Esededdin, konuşmanın başında
bilgiç ve kendine güven dolu bir edayla soruyu cevaplamakta, ama yine de
Şems’in soru sormadaki maksadının kendisini küçük düşürmeye yönelik olduğunu
ima etmektedir. Başta rahat ve tehditkâr bir üslupla soruyu cevaplayan kelamcı,
Şems’in konuyu derinlemesine ele alan soru ve yorumları karşısında fazla
tutunamaz ve soruların bayat olduğunu söyleyerek durumu kurtarmaya çalışır. Ancak
bu cevabın bir kaçış olduğu çok açıktır.
Aslında
Esededdin Şems’e “Senin bu sorudan maksadın nedir?” derken, aralarında bir şey
olduğunu ve bu şeyin de pek olumlu bir şey olmadığını ima eder gibidir. Doğrusu
Makâlât’ta Şems’in, Esededdin hakkındaki fikirlerine bakınca onun bu imasının
altında yatan şeyin ne olduğunu çözüyoruz. Şems’in Esededdin ile görüşmesini
aktardığı yukarıdaki pasaja bakılırsa, bu ikili Sivas’ta en azından birkaç kez bir
araya gelmişler ve pek çok fikir ve kişi hakkında konuşmuşlardır. Makâlât’tan
anladığımıza göre bu konuşmalar yer yer münakaşa boyutuna tırmanan bir seyir
izlemiştir.
Şems
ile Eseddedin arasında anlaşmazlığa düşülen şahıslardan biri, yanılmıyorsak Esededdin’in
Avârifü’l-Ma’ârif yazarı Şehabeddin Sühreverdî hakkında ileri sürdüğü
tenkitlerdir. Şems eserin bir yerinde, Esededdin’in tenkitten ziyade saldırıyı
andıran hükümlerini ağır bulur ve “insafsızlık” olarak değerlendirir. Ancak
Esededdin, Sühreverdî hakkında ağır hüküm içeren tenkitlerle yetinmeyip, bir de
onu kâfirlikle itham etmiştir. Şems’in eserdeki karşı tepkisine bakılırsa, bu
kâfirlik ithamında Esededdin yalnız değildir.
Makâlât’tan
anlaşıldığına göre Şems, Sühreverdî’yi kâfirlikle suçlayan bu “köpeklere” karşı
oldukça hiddetlidir. Anlaşılan o ki Şems, bu öfkesinin bir neticesi olarak
Esededdin’i hedef almış ve onu halk nazarında mat etmek için böyle bir davranış
içerisine girmiştir. Zaten rüzgârın nereden estiğini anında anlayan Esededdin,
her iki ortamda da tehlikeyi savuşturacak taktik hamleler yapmıştır. Şems’e
göre Şehabeddin Sühreverdî (1144-1234), Sühreverdîlik tarikatını kuran amcası
Ebu Necip Sühreverdî’den (1097-1168) daha üstün bir sufidir.
Şems’in
Esededdin’den sonra bir müddet de ateist ve materyalist (dehrî) filozoflardan
biri olan Şihâb-ı Herevî ile münasebeti olmuştur. Şihâb-ı Herevî, akıl ve
mantığı temel alan, vahyi, mucizeleri ve yeniden dirilmeyi reddeden, bunların
sıradan halk için yararlı olduğunu savunan ve ölümü eziyet çekmekten kurtuluş
sayan bir anlayışa sahipti. Bu anlayışın tam karşı tarafında duran Şems ile
Herevî’nin tek ortak yönleri, insanlarla ülfeti külfet sayıp onlardan uzak
durmalarıydı. Şihâb’ın pek çok konuda bilgili olduğunu kabul eden Şems, onun
için “Şihâb hoş bir kâfircikti. Her ne kadar küfür söylüyorsa da ruhanî ve safî
idi” demektedir. Bu ifadelerden Şems’in Herevî’ye verdiği değerin mizaç
benzerliğinden ziyade, onun mana ve safiyete yatkınlığıyla alakalı olduğu
anlaşılmaktadır. Şems, onun bu özelliğinden dolayı hakikati bulacağını ummuş
olmalıdır. Ancak bu zatın inkârında mı devam ettiğini, yoksa fıtratındaki
ruhaniyet ve saflığın icabı olarak hakikate mi erdiğini bilmiyoruz. Şems bu
konuda bilgi vermiyor, fakat eserdeki sükûta bakarak Herevî’nin tutturduğu
yolda yürüdüğünü tahmin ediyoruz.
İbn
Arabî’ye hem tenkit, hem övgü
Şems’in
Makâlât’ında adı geçen şahsiyetlerden biri de Şeyh Muhammed’dir. Bu ismin kim
olduğuna dair Şems ve Mevlana uzmanları bazı tahminlerde bulunmuşlardır. Bu
tahminlerin kesişme noktası, bu ismin İbn Arabî olduğuna dairdir. Ahmed Eflakî
de Şems’in Makâlât'ta “Şeyh Muhammed” diye bahsettiği kişinin İbn Arabî
olduğunu söyler. Şems ile İbn Arabî’nin aynı yıllarda Şam’da bulundukları
tarihî bir hakikat olduğuna göre, bu bilgiyi doğru kabul etmekte bir mahzur yoktur.
Bu konuda Şems’in anlattıklarından çıkardığımız şey, İbn Arabî ile inişli
çıkışlı bir münasebet içerisinde bulunduğudur.
İbn
Arabi’nin diğer âlim ve düşünürleri sık sık yanılgıya düşmekle suçladığını belirten
Şems, bizzat kendisinin de hataya düştüğünü vurgular. Şems onun, “Ben şeriat
erlerinin kuluyum” dediğini, ama onlara uymadığını belirtir. Ama Şems’in asıl
tepkisini çeken şey, onun “Muhammed bizim perdedarımızdır” demesidir:
“İbn Arabî’ye dedim
ki, ‘Kendinde gördüğün şeyi Hazreti Muhammed’de niye görmüyorsun? Herkes
kendisinin perdecisidir’. Dedi ki, ‘O yerde marifet hakikati vardır, davet
nereyedir? ‘Yap’, ‘Yapma’ hitabı nerede kalır?’. Dedim ki, ‘O Peygamber içindir
ve fazladan bir fazilettir. Ettiğin inkârdan vazgeç ve bu tasarrufu bırak ki davetin
tam kendisidir. Hem davet ediyor, hem de davet etmemelidir diyorsun’.”
Şems,
İbn Arabi’yi çok şefkatli ve büyük bir dost olarak görür. İbn Arabî, ilim ve
irfanda dağ gibi heybetli ve çok şaşırtıcı biridir. Ancak Şems, İbn Arabi’yi Peygamber’e
uyma konusunda eksik ve hatalı bulur: “Biri
dedi ki, ‘O Peygamber’e uymanın özüydü’. Dedim ki, ‘Hayır, O’na uymuyordu’.”
Şems
hadis hakkında İbn Arabi’ye sorduğu bir soruyla onu açmaza sokar, İbn Arabî
ise, “Evlat, beni dövmekten beter ettin!” diye cevap vermiştir. Bu cevaptan
anlaşılıyor ki Şeyh-i Ekber, karşısındaki zatın değerini takdir etmekte, ilim
ve irfanını da onaylamaktadır. İbn Arabî gibi bir dehayı sıradan birinin zor
duruma düşürmesi mümkün değildir. Zaten Şems de İbn Arabî’yi hakikat arayıcısı
olarak niteler. Lakin Şems’in söylediklerine bakılırsa manada ona öğretecek çok
şeyinin olduğu anlaşılmaktadır.
İbn Arabî Şems’i, görüşlerini tartışmadan onaylanacak bir yetkinlikte bulur, onu tasdik edermiş. Ancak Şems gibi soru sormaya ve tartışmaya düşkün birinin bu durumdan hoşlanmayacağı açıktır. Şems’in söylediğine göre İbn Arabi onunla sırdaş olmayı istemiş, ancak Şems bu isteği, onda gördüğünü söylediği Peygamber’e uyma eksikliği yüzünden geri çevirmiştir. Şam’daki bu tartışmadan sonra Şeyh-i Ekber’in Peygamber’e uyma (mutabaat) konusundaki eksiğini tamamlayıp tamamlamadığı, onun üzerine çalışan uzmanların cevaplayacağı bir husustur. Ancak Füsûsu’l-Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye ihsanlarına nail olan Şeyh’in başlangıçtaki bu nakıs görüntüsünü tamamladığına en iyi delil, adı geçen eserleridir.
Konya’dan
önceki son durak
Şems’in
Konya’ya gelmeden önceki arayışının son durağı da Evhededdin-i Kirmanî’dir.
Evhededdin-i Kirmanî başta Sühreverdîlik tarikatıyla ilişkiliydi. Ancak “şahidbazlık”
zaafından dolayı Ebu Hafs Sühreverdî, onu “sapkın” diye meclisine almıyordu.
Ancak Evhededdin coşkusu yüksek bir sufiydi ve bu özelliğiyle Bağdat’ta önemli
bir cazibe merkezi idi. Ünü kısa zamanda yayıldı ve dergâhı önemli uğrak
merkezlerinden biri haline geldi. Şems, İbn Arabî’den sonra yeni bir mürşit
bulmak için arayışına devam eder ve bu bağlamda Evhededdin’in Bağdat’daki dergâhına
uğrar.
Ahmed
Eflakî, Evhededdin-i Kirmanî ve Şems’in Bağdat’taki buluşmaları çok ilgi çekici
bir sahnede kurgular. Bu kurguda, Şems’in muhatabını ölçmek için başvurduğu
temel yöntemi olan karakteristik soru sorma sahnesinin yer alması, diyaloğun
doğruluğu konusunda fazla kuşku uyandırmamaktadır. Bu diyalog şöyledir:
Evhededdin-i
Kirmanî, bir su leğenine eğilmiş ve her şeyden ilgisini kesmiş bir halde
tefekkür etmektedir. Onu bu halde gören Şems, Evhededdin’e “Ne ile meşgulsün?”
diye bir soru sorar. Evhededdin-i Kirmanî bu soruya, “Dolunayı leğende seyrediyorum”
diye cevap verir. Kirmanî’nin bu cevabına Şems’in verdiği mukabil cevapsa tam
bir final cevabıdır ve ona özgü bir tarz olan şah-mat üslubundadır: “Boynunda
çıban yoksa başını kaldır da göğe bak, dolunay göktedir!”
Aslında
bu diyaloğun sembolik bir konuşma olduğu açıktır. Eflakî, bu sembolik konuşmayı
bir mekân-zaman üzerinden kurgulayarak teatral bir edaya sokmuştur. Sanki
Evhededdin-i Kirmanî sokak ortasında bir leğendeki suya bakmakta, Şems ise
yoldan geçerken merak edip soru sormaktadır. Kanaatimizce bu diyalog, geçse
geçse Evhededdin-i Kirmanî dergâhında geçmiş olabilir. Çünkü gezgin olan Şems,
yerleşik olansa Evhededdin’dir. Bu diyalogdaki tasavvufî remizleri çözerek ele
aldığımızda, Şems Evhededdin’e manevî gelişimiyle ilgili bir soru sormakta ve
onun hangi aşamada olduğunu anlamaya çalışmaktadır.
Evhededdin-i
Kirmanî’nin verdiği cevap, “Ben yeryüzünde Allah’ın tecellisini seyrediyorum”
anlamındadır. Bu cevap, Evhededdin’in o dönem henüz ilahî seyrini tamlamamış
olduğunu göstermektedir. Bu seyrin en üst aşaması, Allah ile seyretmek demek
olan “maallah”tır. Şems’in seyri maallah olduğu için, daha alt kademedeki
Evhededdin’e “Başını kaldır da göğe bak, dolunay gökte!” demiştir.
Şems
ile Evhededdin’in bu karşılaşmayı nerede yaptığına dair kaynaklarda birbiriyle
çelişen veriler vardır. Eflakî bu karşılaşmayı Bağdat’ta, Molla Cami ise Şam’da
gösterir. Ancak Şems’in 1232 kışını Kayseri’de geçirdiğine dair olan kayıt, bu
tarihte Evhededdin-i Kirmanî’nin Kayseri’de oluşundan dolayı Kayseri’de
gerçekleşmiş olabileceğini de işaret eder. Mekânı nerede olursa olsun, Şems,
Evhededdin-i Kimanî’nin leğende dolunay seyretme cevabından hareketle aşk
sarhoşluğu düzeyini geçtiğini, hayallerinin cehalet ve ilim aşamalarını tamamladığını,
ancak henüz gözündeki perdeyi kaldıramadığını belirtir. Evhededdin-i Kirmanî,
karşısına birden çıkan Şems’in değerini ve seyrettiği makamın üstünlüğünü çok
iyi anlar ve ondan Hakk ve hakikat yolculuğu konusunda yararlanmak ister.
Ancak
Şems’in mat ettiği biriyle aynı yerde kaldığı görülmüş bir şey değildir. Makâlât’ta
şöyle söyler: “Evhededdin bana dedi ki, ‘Bir
gün ne olur bizde kalsanız?’. Dedim ki, ‘Senin için de, benim için de birer
şarap kadehi getireceğim; herkes sema için toplandığında kadehleri
dolaştıracağız’. Evhededdin, ‘Bunu yapamam!’ dedi. Ben de ‘O zaman dostlukta
benimle boy ölçüşemezsin. Bir kadeh için müritlerinden ve bütün dünyadan
vazgeçebilmelisin’ dedim.”
Şems bu karşılaşmadan sonra arayışına son verir ve artık aradığını Allah’tan talep eder: “Allah’a yalvardım: ‘Ya Rabbi! Beni kendi velilerinle tanıştır, onları bana yoldaş et!’ Rüyamda, ‘Seni bir veli ile yoldaş edeceğiz’ dediler. Ben, ‘O veli nerededir?’ diye sordum. Ertesi gece bu velinin Anadolu’da olduğunu söylediler. Bir müddet sonra tekrar bir rüya gördüm ve ‘Henüz vakti gelmemiştir, bekle! Her işin bir zamanı vardır’ dediler.”