Mevlânâ’nın semasındaki mânâ güneşi Şems-i Tebrizî (2)

Şems: “Allah’a yalvardım: ‘Ya Rabbi! Beni kendi velilerinle tanıştır, onları bana yoldaş et!’ Rüyamda, ‘Seni bir veli ile yoldaş edeceğiz’ dediler. Ben, ‘O veli nerededir?’ diye sordum. Ertesi gece bu velinin Anadolu’da olduğunu söylediler. Bir müddet sonra tekrar bir rüya gördüm ve ‘Henüz vakti gelmemiştir, bekle! Her işin bir zamanı vardır’ dediler.”

ŞEMS’İN Konya’ya gelmeden önce ne işlerle meşgul olduğu ve kimlerle görüştüğüne dair büyük bir bilinmeyen dönem vardır. Bu meçhul perdesi, kendi eseri olan Makâlât ve dönemin kaynakları aracılığıyla az da olsa aralanmaktadır. Bu aralıktan bakınca ilk olarak Şems’in Erzincan havalisinde Kur’an-ı Kerim öğreticiliği yaptığını görüyoruz.

Şems, Kur’an öğreticiliği işinde son derece başarılı olduğunu belirtir ve bütün Kur’an’ı üç ayda öğretecek bir yöntem geliştirdiğinden özellikle bahseder. Bu başarısına rağmen belli bir yerde uzun bir müddet kalmak Şems’in şiarı değildir. Belirli bir işten ayrılınca nafakasını çıkarmak için şalvar uçkuru ördüğünü söyleyen Şems, Erzincan’dayken kılık değiştirip inşaat işinde çalışmaya teşebbüs ettiğini, fakat çok zayıf olduğundan dolayı kimsenin kendisine iş vermediğini söyler.

Bazen günlerce yemek yemediğini söyleyen Şems’in, beden gücü gerektiren inşaat işçiliğine takatinin yetmeyeceği aşikârdır. Öyle anlaşılıyor ki Şems’in aldığı melamet terbiyesi, onun sosyal hayat içinde sıradan biri olarak yaşaması için önemli bir kazanımdı. Göze batmadan sıradan bir işçi, alt tabakadan bir zanaatkâr, bir mahallede karın tokluğuna Kur’an öğreten bir muallim ve gezgin bir derviş kimliğiyle kendine rahat bir hareket alanı açıyordu. Fakat Şems’in bu sıradan görünüşünün altında kükreyen bir aslan yatıyordu ve bu aslan genellikle ulema meclislerinde, medrese ve tekkelerde ortaya çıkıyordu.

Öncelikle Şems, çetin bir cedel ve müzakere yeteneğine sahip bir veliydi. Muhataba yönelttiği sorular, meselenin en can alıcı yerinden sorulur ve genellikle karşı tarafı mat eden bir dizge izleyerek devam ederdi. Muhatabı mat ettikten sonra izlediği hareket tarzı, yeni bir muhatap bulmak için o mekânı terk etmekten ibaretti. Şems’in muhataplarını idrak zaafına sürükleyen soruları -daha doğrusu eleştirel soruları- ona şaşmaz bir zafer serisi getirdiği için yüksek bir özgüven elde etmişti. Bu özgüven sebebiyle Şems, kelamcıların meclisinde de bulunur, inançsızların meclisinde de bulunur, dergâhlara da girer, müderrislerle de muhatap olurdu.

Şimdi söylediklerimizi daha rahat kavramak için Şems’in Makâlât’ta verdiği bilgilerden hareketle, bulunduğu bazı meclislerdeki tutumunu yakından görelim.

Sühreverdî’yi müdafaa

Şems, Doğu Anadolu bölgesinde gezgin bir derviş olarak dolaşırken muhtemelen Sivas’a da uğrar ve Sivas’ta yaşayan kelam bilginlerinden Esededdin Mütekellim’in sohbetlerine katılır. Bu sohbetlerin birinde Şems’in Esededdin’e yönelttiği soru mecliste gerginliğe yol açar. Şems, Makâlât’ta bu olayı şu şekilde anlatır:

“Esededdin bir gün, ‘Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir”(Hadid, 4) ayetini yorumluyordu. Halk önünde bir şey sorduğum için bana gücendi. Bir gün tekrar sordum: ‘Sizinle beraberdir diyorsun, Allah sizinle beraberdir demek nasıl olur?’ Bana şu cevabı verdi: ‘Senin bu sorudan maksadın nedir? Allah yumuşaklık ve merhamet tarafındayken neyse, sertlik yönünde de öyledir. Uçuruma gidiyorsun, dikkat et!’ Dedim ki, ‘Benim bu soruma ‘Maksadın nedir?’ demek uygun değildir. Allah’ın kelamına bu manayı nasıl veriyorsun? O sizinle beraberdir, evet, ama Allah kul ile nasıl beraber olur?’. ‘Evet’ dedi, ‘Allah ile kulu, bilgi yönünden beraberdir’. Dedim ki, ‘Bilgi Zat’tan ayrı değildir, hatta hiçbir sıfat Zat’tan ayrı olamaz’. ‘Bu bayat soruları mı tekrarlıyorsun?’ dedi. Ne demek bayat? Belki tazeliğinden ölüyor. Halk, ‘Kelamcı budur!’ diyor.”

Metinden anlaşıldığına göre Şems, Esededdin’in yorumuna önce halk içinde karşı çıkmış ve muhatap, cevap vermek yerine Şems’e gücenip tavır almış ama Şems meselenin peşini bırakmamış ve bir gün Eseddedin’i tek başına yakalayarak aynı suali sormuş ve cevap istemiştir. Bu soru daha önce sorulduğu için, muhtemelen soru üzerinde kafa yorup kendince cevaplar bulan Esededdin, konuşmanın başında bilgiç ve kendine güven dolu bir edayla soruyu cevaplamakta, ama yine de Şems’in soru sormadaki maksadının kendisini küçük düşürmeye yönelik olduğunu ima etmektedir. Başta rahat ve tehditkâr bir üslupla soruyu cevaplayan kelamcı, Şems’in konuyu derinlemesine ele alan soru ve yorumları karşısında fazla tutunamaz ve soruların bayat olduğunu söyleyerek durumu kurtarmaya çalışır. Ancak bu cevabın bir kaçış olduğu çok açıktır.

Aslında Esededdin Şems’e “Senin bu sorudan maksadın nedir?” derken, aralarında bir şey olduğunu ve bu şeyin de pek olumlu bir şey olmadığını ima eder gibidir. Doğrusu Makâlât’ta Şems’in, Esededdin hakkındaki fikirlerine bakınca onun bu imasının altında yatan şeyin ne olduğunu çözüyoruz. Şems’in Esededdin ile görüşmesini aktardığı yukarıdaki pasaja bakılırsa, bu ikili Sivas’ta en azından birkaç kez bir araya gelmişler ve pek çok fikir ve kişi hakkında konuşmuşlardır. Makâlât’tan anladığımıza göre bu konuşmalar yer yer münakaşa boyutuna tırmanan bir seyir izlemiştir.

Şems ile Eseddedin arasında anlaşmazlığa düşülen şahıslardan biri, yanılmıyorsak Esededdin’in Avârifü’l-Ma’ârif yazarı Şehabeddin Sühreverdî hakkında ileri sürdüğü tenkitlerdir. Şems eserin bir yerinde, Esededdin’in tenkitten ziyade saldırıyı andıran hükümlerini ağır bulur ve “insafsızlık” olarak değerlendirir. Ancak Esededdin, Sühreverdî hakkında ağır hüküm içeren tenkitlerle yetinmeyip, bir de onu kâfirlikle itham etmiştir. Şems’in eserdeki karşı tepkisine bakılırsa, bu kâfirlik ithamında Esededdin yalnız değildir.

Makâlât’tan anlaşıldığına göre Şems, Sühreverdî’yi kâfirlikle suçlayan bu “köpeklere” karşı oldukça hiddetlidir. Anlaşılan o ki Şems, bu öfkesinin bir neticesi olarak Esededdin’i hedef almış ve onu halk nazarında mat etmek için böyle bir davranış içerisine girmiştir. Zaten rüzgârın nereden estiğini anında anlayan Esededdin, her iki ortamda da tehlikeyi savuşturacak taktik hamleler yapmıştır. Şems’e göre Şehabeddin Sühreverdî (1144-1234), Sühreverdîlik tarikatını kuran amcası Ebu Necip Sühreverdî’den (1097-1168) daha üstün bir sufidir.

Şems’in Esededdin’den sonra bir müddet de ateist ve materyalist (dehrî) filozoflardan biri olan Şihâb-ı Herevî ile münasebeti olmuştur. Şihâb-ı Herevî, akıl ve mantığı temel alan, vahyi, mucizeleri ve yeniden dirilmeyi reddeden, bunların sıradan halk için yararlı olduğunu savunan ve ölümü eziyet çekmekten kurtuluş sayan bir anlayışa sahipti. Bu anlayışın tam karşı tarafında duran Şems ile Herevî’nin tek ortak yönleri, insanlarla ülfeti külfet sayıp onlardan uzak durmalarıydı. Şihâb’ın pek çok konuda bilgili olduğunu kabul eden Şems, onun için “Şihâb hoş bir kâfircikti. Her ne kadar küfür söylüyorsa da ruhanî ve safî idi” demektedir. Bu ifadelerden Şems’in Herevî’ye verdiği değerin mizaç benzerliğinden ziyade, onun mana ve safiyete yatkınlığıyla alakalı olduğu anlaşılmaktadır. Şems, onun bu özelliğinden dolayı hakikati bulacağını ummuş olmalıdır. Ancak bu zatın inkârında mı devam ettiğini, yoksa fıtratındaki ruhaniyet ve saflığın icabı olarak hakikate mi erdiğini bilmiyoruz. Şems bu konuda bilgi vermiyor, fakat eserdeki sükûta bakarak Herevî’nin tutturduğu yolda yürüdüğünü tahmin ediyoruz.    

İbn Arabî’ye hem tenkit, hem övgü

Şems’in Makâlât’ında adı geçen şahsiyetlerden biri de Şeyh Muhammed’dir. Bu ismin kim olduğuna dair Şems ve Mevlana uzmanları bazı tahminlerde bulunmuşlardır. Bu tahminlerin kesişme noktası, bu ismin İbn Arabî olduğuna dairdir. Ahmed Eflakî de Şems’in Makâlât'ta “Şeyh Muhammed” diye bahsettiği kişinin İbn Arabî olduğunu söyler. Şems ile İbn Arabî’nin aynı yıllarda Şam’da bulundukları tarihî bir hakikat olduğuna göre, bu bilgiyi doğru kabul etmekte bir mahzur yoktur. Bu konuda Şems’in anlattıklarından çıkardığımız şey, İbn Arabî ile inişli çıkışlı bir münasebet içerisinde bulunduğudur.

İbn Arabi’nin diğer âlim ve düşünürleri sık sık yanılgıya düşmekle suçladığını belirten Şems, bizzat kendisinin de hataya düştüğünü vurgular. Şems onun, “Ben şeriat erlerinin kuluyum” dediğini, ama onlara uymadığını belirtir. Ama Şems’in asıl tepkisini çeken şey, onun “Muhammed bizim perdedarımızdır” demesidir:

“İbn Arabî’ye dedim ki, ‘Kendinde gördüğün şeyi Hazreti Muhammed’de niye görmüyorsun? Herkes kendisinin perdecisidir’. Dedi ki, ‘O yerde marifet hakikati vardır, davet nereyedir? ‘Yap’, ‘Yapma’ hitabı nerede kalır?’. Dedim ki, ‘O Peygamber içindir ve fazladan bir fazilettir. Ettiğin inkârdan vazgeç ve bu tasarrufu bırak ki davetin tam kendisidir. Hem davet ediyor, hem de davet etmemelidir diyorsun’.”

Şems, İbn Arabi’yi çok şefkatli ve büyük bir dost olarak görür. İbn Arabî, ilim ve irfanda dağ gibi heybetli ve çok şaşırtıcı biridir. Ancak Şems, İbn Arabi’yi Peygamber’e uyma konusunda eksik ve hatalı bulur: “Biri dedi ki, ‘O Peygamber’e uymanın özüydü’. Dedim ki, ‘Hayır, O’na uymuyordu’.”

Şems hadis hakkında İbn Arabi’ye sorduğu bir soruyla onu açmaza sokar, İbn Arabî ise, “Evlat, beni dövmekten beter ettin!” diye cevap vermiştir. Bu cevaptan anlaşılıyor ki Şeyh-i Ekber, karşısındaki zatın değerini takdir etmekte, ilim ve irfanını da onaylamaktadır. İbn Arabî gibi bir dehayı sıradan birinin zor duruma düşürmesi mümkün değildir. Zaten Şems de İbn Arabî’yi hakikat arayıcısı olarak niteler. Lakin Şems’in söylediklerine bakılırsa manada ona öğretecek çok şeyinin olduğu anlaşılmaktadır.

İbn Arabî Şems’i, görüşlerini tartışmadan onaylanacak bir yetkinlikte bulur, onu tasdik edermiş. Ancak Şems gibi soru sormaya ve tartışmaya düşkün birinin bu durumdan hoşlanmayacağı açıktır. Şems’in söylediğine göre İbn Arabi onunla sırdaş olmayı istemiş, ancak Şems bu isteği, onda gördüğünü söylediği Peygamber’e uyma eksikliği yüzünden geri çevirmiştir. Şam’daki bu tartışmadan sonra Şeyh-i Ekber’in Peygamber’e uyma (mutabaat) konusundaki eksiğini tamamlayıp tamamlamadığı, onun üzerine çalışan uzmanların cevaplayacağı bir husustur. Ancak Füsûsu’l-Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye ihsanlarına nail olan Şeyh’in başlangıçtaki bu nakıs görüntüsünü tamamladığına en iyi delil, adı geçen eserleridir.


Konya’dan önceki son durak

Şems’in Konya’ya gelmeden önceki arayışının son durağı da Evhededdin-i Kirmanî’dir. Evhededdin-i Kirmanî başta Sühreverdîlik tarikatıyla ilişkiliydi. Ancak “şahidbazlık” zaafından dolayı Ebu Hafs Sühreverdî, onu “sapkın” diye meclisine almıyordu. Ancak Evhededdin coşkusu yüksek bir sufiydi ve bu özelliğiyle Bağdat’ta önemli bir cazibe merkezi idi. Ünü kısa zamanda yayıldı ve dergâhı önemli uğrak merkezlerinden biri haline geldi. Şems, İbn Arabî’den sonra yeni bir mürşit bulmak için arayışına devam eder ve bu bağlamda Evhededdin’in Bağdat’daki dergâhına uğrar.

Ahmed Eflakî, Evhededdin-i Kirmanî ve Şems’in Bağdat’taki buluşmaları çok ilgi çekici bir sahnede kurgular. Bu kurguda, Şems’in muhatabını ölçmek için başvurduğu temel yöntemi olan karakteristik soru sorma sahnesinin yer alması, diyaloğun doğruluğu konusunda fazla kuşku uyandırmamaktadır. Bu diyalog şöyledir:

Evhededdin-i Kirmanî, bir su leğenine eğilmiş ve her şeyden ilgisini kesmiş bir halde tefekkür etmektedir. Onu bu halde gören Şems, Evhededdin’e “Ne ile meşgulsün?” diye bir soru sorar. Evhededdin-i Kirmanî bu soruya, “Dolunayı leğende seyrediyorum” diye cevap verir. Kirmanî’nin bu cevabına Şems’in verdiği mukabil cevapsa tam bir final cevabıdır ve ona özgü bir tarz olan şah-mat üslubundadır: “Boynunda çıban yoksa başını kaldır da göğe bak, dolunay göktedir!”

Aslında bu diyaloğun sembolik bir konuşma olduğu açıktır. Eflakî, bu sembolik konuşmayı bir mekân-zaman üzerinden kurgulayarak teatral bir edaya sokmuştur. Sanki Evhededdin-i Kirmanî sokak ortasında bir leğendeki suya bakmakta, Şems ise yoldan geçerken merak edip soru sormaktadır. Kanaatimizce bu diyalog, geçse geçse Evhededdin-i Kirmanî dergâhında geçmiş olabilir. Çünkü gezgin olan Şems, yerleşik olansa Evhededdin’dir. Bu diyalogdaki tasavvufî remizleri çözerek ele aldığımızda, Şems Evhededdin’e manevî gelişimiyle ilgili bir soru sormakta ve onun hangi aşamada olduğunu anlamaya çalışmaktadır.

Evhededdin-i Kirmanî’nin verdiği cevap, “Ben yeryüzünde Allah’ın tecellisini seyrediyorum” anlamındadır. Bu cevap, Evhededdin’in o dönem henüz ilahî seyrini tamlamamış olduğunu göstermektedir. Bu seyrin en üst aşaması, Allah ile seyretmek demek olan “maallah”tır. Şems’in seyri maallah olduğu için, daha alt kademedeki Evhededdin’e “Başını kaldır da göğe bak, dolunay gökte!” demiştir.

Şems ile Evhededdin’in bu karşılaşmayı nerede yaptığına dair kaynaklarda birbiriyle çelişen veriler vardır. Eflakî bu karşılaşmayı Bağdat’ta, Molla Cami ise Şam’da gösterir. Ancak Şems’in 1232 kışını Kayseri’de geçirdiğine dair olan kayıt, bu tarihte Evhededdin-i Kirmanî’nin Kayseri’de oluşundan dolayı Kayseri’de gerçekleşmiş olabileceğini de işaret eder. Mekânı nerede olursa olsun, Şems, Evhededdin-i Kimanî’nin leğende dolunay seyretme cevabından hareketle aşk sarhoşluğu düzeyini geçtiğini, hayallerinin cehalet ve ilim aşamalarını tamamladığını, ancak henüz gözündeki perdeyi kaldıramadığını belirtir. Evhededdin-i Kirmanî, karşısına birden çıkan Şems’in değerini ve seyrettiği makamın üstünlüğünü çok iyi anlar ve ondan Hakk ve hakikat yolculuğu konusunda yararlanmak ister.

Ancak Şems’in mat ettiği biriyle aynı yerde kaldığı görülmüş bir şey değildir. Makâlât’ta şöyle söyler: “Evhededdin bana dedi ki, ‘Bir gün ne olur bizde kalsanız?’. Dedim ki, ‘Senin için de, benim için de birer şarap kadehi getireceğim; herkes sema için toplandığında kadehleri dolaştıracağız’. Evhededdin, ‘Bunu yapamam!’ dedi. Ben de ‘O zaman dostlukta benimle boy ölçüşemezsin. Bir kadeh için müritlerinden ve bütün dünyadan vazgeçebilmelisin’ dedim.”

Şems bu karşılaşmadan sonra arayışına son verir ve artık aradığını Allah’tan talep eder: “Allah’a yalvardım: ‘Ya Rabbi! Beni kendi velilerinle tanıştır, onları bana yoldaş et!’ Rüyamda, ‘Seni bir veli ile yoldaş edeceğiz’ dediler. Ben, ‘O veli nerededir?’ diye sordum. Ertesi gece bu velinin Anadolu’da olduğunu söylediler. Bir müddet sonra tekrar bir rüya gördüm ve ‘Henüz vakti gelmemiştir, bekle! Her işin bir zamanı vardır’ dediler.”