Mevlânâ’nın rüya yorumuna getirdiği yeni bir yöntem: Kâbusta rahmet görmek

Mevlânâ’nın kâbusta rahmet görmesi, kâbus görenlerin rüyanın hikmetinden uzak tutulmadıklarını göstermektedir. “Karabasan” adıyla da bilinen kâbuslar, karanlık ruhları, içinde bulundukları zindandan kurtarmak için gönderilen uyarıcılardır. Bu ruhlar, hamlıklarından dolayı bir zindan içinde bulunduklarını kavrayamadıklarından dünyayı insanlara zindan ederler. İşte kâbusa yerleşen rahmetin sırrı da burada yatar.

MEVLÂNÂ’nın Hazreti Musa ve Firavun mücadelesine dair çok şaşırtıcı tespit ve çıkarımları vardır. Onun sadece bu konuda yazdıklarının tasnif edilip yorumlanması, müstakil bir kitap oluşturur. Biz bu yazıda Hazreti Musa ve Firavun mücadelesine dair Firavun’un gördüğü kâbusların Mevlânâ tarafından nasıl yorumlandığını ele alacağız.

***

Hazreti Musa ve Firavun mücadelesine dair kaynaklar tarafından aktarılan en eski bilgi, Hazreti Musa’nın doğumunun Mısır’daki firavunluk düzenini nasıl etkileyeceğine dair bir kehanet ve bir rüyadır. Bunlardan kehanetin mi, yoksa rüyanın mı daha önce olduğunu bilmek zordur. Bizim tahminimiz, Firavun’un rüyasının kâbustan ibaret olmasından dolayı bu rüyayı kehanetin tetiklediğidir. Çünkü kâbusun temelinde kaygı ve korku vardır.

Firavun’un kâhinlerinden biri, İsrailoğulları arasından çıkacak bir erkek çocuğun, Firavun’un saltanatını yıkacağına dair bir kehanette bulunur. Anlaşılan o ki, kâhinin bu kehaneti Firavun’u korku ve endişeye sevk eder. Muhtemelen bu korku ve endişe sevkiyle Firavun bir rüya görür. Sa’lebî’nin Kısâs-ı Enbiyâ adlı eserinde İmam Süddî’den aktardığına göre, Firavun, rüyasında Kudüs istikametinden Mısır’a doğru gelerek sarayını yakan bir ateş görür. Üstelik bu ateş, Kıptileri yakıp imha ederken İsrailoğulları’na dokunmaz. 

Firavun, kendisini korkutan bu rüyanın yorumu için sarayındaki büyücü, kâhin ve rüya yorumcularını huzuruna çağırır. Kaynakların bildirdiğine göre rüyanın yorumu şudur: “Yakında İsrailoğullarından çıkacak bir çocuk, Firavun’un saltanatına son verecektir.

Bu yorumun korkusuna denk düşmesi üzerine Firavun, şu korkunç kararı alır: “İsrailoğullarının doğacak erkek çocuklarını öldürmek.” Bu zalim kararı hemen uygulamaya koyar ve Firavun’un o uğursuz kâbus gecesinden sonra doğan bütün erkek çocuklar boğazlanır. O tarihte İsrailoğulları, Mısır’da köle olarak bulunmaktadırlar. Ancak kendi içlerinde her biri Hazreti Yakup’un bir oğlundan gelen on iki boy halindedirler. Bu öldürme işlemi bir müddet sonra Mısır’da işgücü kaybına yol açtığı için iktisadî bir kriz baş gösterir. Mısırlılar, köleler vasıtasıyla yürüttükleri sosyal ve iktisadî çarkları döndüremezler.

Nehir saraya akar

Bunun üzerine Firavun, ilk kararını iptal ederek, erkek çocukların bir yıl öldürülüp bir yıl öldürülmemesi yönünde yeni bir karar alır. Hazreti Musa’nın kardeşi Hazreti Harun, erkek çocuklarının öldürülmediği bir yılda, Hazreti Musa ise öldürüldüğü bir yılda doğar.

Hazreti Musa’nın annesi, onun öldürüleceği endişesiyle çok korkar. Ne yapacağını bilmez bir durumdayken kendisine vahiy gelir ve o vahiy istikametinde çocuğu bir sandık veya sepete koyarak Nil nehrine bırakır ve kızı Meryem’e de onu izleme görevi verir. Suyun akış yönünde Firavun’un  sarayı vardır. O sırada yüzmek için nehre giren Firavun’un cariyeleri sepetteki çocuğu fark ederek aldıkları gibi Firavun’un karısına getirirler. Firavun’un karısının kalbinde çocuğa karşı onu görür görmez bir annelik sevgisi uyanır. O da çocuğu Firavun’a götürür. Firavun, çocuğun İsrailoğullarından olduğunu anlayınca onu hemen orada öldürtmek ister. Fakat çocuğu olmayan karısı buna mani olur ve “İkimizin de gözü aydın, onu öldürtme! Ola ki bize faydası dokunur da onu evlat ediniriz” der (Kasas, 9).

Cenab-ı Allah -vahyettiği gibi- Hazreti Musa’yı kazasız belasız annesine döndürür. Bu olay şöyle gerçekleşir: Hazreti Musa saraya kabul edilince kendisine bir sütanası aranır, fakat Hazreti Musa hiçbir kadını emmez. Hazreti Musa’nın sarayda olduğunu bilen ablası, Firavun’un sarayına giderek onu emzirecek ve çok iyi bakacak bir kadın bildiğini söyler. Saraydan onay alır ve annesini saraya götürür.  Böylece Hazreti Musa, İsrailoğullarından olduğu halde Allah’ın himayesiyle Firavun’un sarayında büyür.


İlim ve hikmet hakkında

Hazreti Musa ergenlik çağına gelince, kendisine Cenab-ı Allah tarafından “ilim ve hikmet” verilir (Kasas /14). Burada özellikle ilim ve hikmetin ne zaman verileceğine dair vahiy bilgisinin altını çizmekte yarar vardır. Cenab-ı Hakk’ın bu beyanından, ilim ve hikmeti “reşit olmayan birine vermeyeceğini” anlıyoruz. Ayrıca burada bahsedilen ilim ve hikmetin, insanlar tarafından öğretilemeyen bir şey olduğunu da öğreniyoruz.

Cenab-ı Allah’ın ilim ve hikmet dediği şeyle bizim anladığımız manadaki ilim ve hikmetin bir alakası yoktur. İnsanlar, hakikatten kopuk olarak ürettikleri ilim ve hikmetle âlim bile olsalar ümmîdirler. Allah’ın ilim ve hikmet verdiği bir kimse ise, ümmî bile olsa âlimdir. Demek oluyor ki Cenab-ı Hakk, peygamberlik veya velilik vereceği bir kula, önceden ilim ve hikmet vererek onu Yüce Zatı ile manevî temas kuracak bir donanıma kavuşturmaktadır. Bu durumda bir peygamber veya velinin bu ilim ve hikmeti almadan elçilik ve irşat görevine başlayamayacağını ileri sürmek yanıltıcı olmaz.

Tuva

Hazreti Musa, bu ilim ve hikmeti aldıktan sonra hasbelkader Mısır’da bir Kıptî’nin ölümüne neden olur ve öldürülme korkusuyla gizlice Medyen’e gider. Orada Hazreti Şuayb ile tanışır ve onun kızlarından biriyle evlenmenin mihri olarak on yıl çobanlık yapar. Süre dolduğunda yanına hamile eşini de alarak Medyen’den ayrılır. Hazreti Musa’nın kutsal “Tuva” vadisinde vahye ilk mazhar oluşu da bu ayrılık esnasında gerçekleşir ve orada Allah’ın emirlerini Firavun’a tebliğ etmekle görevlendirilir.

Ancak Hazreti Musa’nın Mısır’da işlediği cinayetten ötürü öldürüleceği korkusu üzerine Cenab-ı Hakk, ona güvende olacağını bildirmiş ve ayrıca asa ve beyaz el (yed-i beyza) gibi iki mucize vermiştir. Bu mucizelerden biri, yere atıldığında büyük bir yılan olan asa ve diğeri de koynuna sokup çıkardığında güneş gibi ışık saçan elidir. Bu mucizelere ilave olarak Hazreti Musa, kardeşi Hazreti Harun ile de desteklenir. Hazreti Musa peltek konuştuğu için, onun söylediklerini kardeşi Hazreti Harun fasih bir dille Firavun’a aktaracaktır.

Neticede Hazreti Musa ve Hazreti Harun, Firavun’un sarayına gelerek onu imana davet ederler. Firavun, onların davetini kabul etmediği gibi, Hazreti Musa’yı zindana atmakla tehdit eder. Bunun üzerine Hazreti Musa, Firavun’u imana getireceği düşüncesiyle asasını yere atar ve asa, Firavun’un şaşkın bakışları arasında kocaman bir yılana dönüşür. Ardından elini koynuna sokup çıkarınca eli bembeyaz kesilir ve güneş gibi nur saçar. Ancak Firavun, Hazreti Musa’nın bu mucizelerini bir büyü olarak algılar ve onu alt etmek üzere ülkesinin en mahir büyücüleri ile Hazreti Musa arasında bir müsabaka düzenlenmesini ister.

Kendisini tanrı olarak gören Firavun’un bu müsabakaya yüklediği amaç, Hazreti Musa’yı mağlup ederek otoritesini pekiştirmek idi.

Tecelli

Mevlânâ, Hazreti Musa’nın büyücülerle yapacağı müsabakaya kadar Firavun ile bazı münazaralar yaptığını dile getirir. Mevlânâ’nın, bu münazaranın içeriğine ilişkin söylediği şeyler, uyanıkken rüya görmenin sırlarıyla doludur. Cenab-ı Hakk’ın velilere özel bir ihsanı olan bu boyutta veli, uyanıkken rüya görmektedir. Bu görmenin mahiyetleri her velide ayrı bir şekilde tecelli ettiği için bu rüyalara “tecelli” de denir. Mevlânâ’nın Mesnevi’de söylediklerinden hareket edersek, onun tecelli ile ilgili bazı incelikleri açıkladığını görürüz. Şu bir hakikattir ki, bir kimseye gösterilen bir rüya yahut bir kâbus, o kimseye özgü olmakla birlikte, o kimseyle temas ettikten sonra tekrar geldiği kaynağa dönerek orada muhafaza edilmektedir.

Cenab-ı Hakk, hikmet, ilim ve rahmet verdiği kimselere bu kâbus ve rüyaları dilerse tekrar göstermektedir. Mevlânâ’nın açıklayış şekline bakarak, velinin, çağdaşı birinin rüyalarına vâkıf olabileceği gibi, tarihî bir kişiliğin rüyalarına da vâkıf olabilmektedir.

Mevlânâ, Hazreti Musa ile Firavun münazarasında, uyanıkken görülen rüyanın tecelli içinde tecelli içerdiğini de bildirmektedir. Şöyle ki, Mevlânâ ilk tecellide Hazreti Musa ile Firavun’un özel münazarasını görmekte, ikinci tecellide ise Firavun’un, Hazreti Musa’ya tecelli eden kâbuslarının tecellisini görmektedir. Bu kâbusların ele alınış tarzı çok ilgi çekicidir.

Hazreti Musa, Firavun’la konuşurken, onun tek zaafı olan kâbuslarına vurgu yapar. Firavun zahirde bir tanrı sayılmakta, yapıp ettikleri de o şekilde değerlendirilmektedir. Ancak Firavun’un korkup kan ter içinde uyandığı tek beşerî zaafı vardır, o da kâbusları. İşte Musa’ya verilen ilim ve hikmetin sırlarından biri burada ortaya çıkmaktadır. Hazreti Musa, bu üst bilgi sayesinde Firavun’un gördüğü bütün kâbusları bilmektedir. Bu boyutun sırlarını bilmeden önce Firavun’dan çekinen Hazreti Musa, bu boyut bilgisine erdikten sonra Firavun’u sıradan biri gibi sorguya çekmektedir.

Hazreti Musa, Firavun’la konuşurken, onun tek zaafı olan kâbuslarına vurgu yapar. Firavun zahirde bir tanrı sayılmakta, yapıp ettikleri de o şekilde değerlendirilmektedir. Ancak Firavun’un korkup kan ter içinde uyandığı tek beşerî zaafı vardır, o da kâbusları. 

Hazreti Musa ile Firavun’un münazarası

Sözü şimdi, Mevlânâ’nın uyanıkken gördüğü rüyasına bırakalım ve bu münazarada Hazreti Musa’nın Firavun’a söylediklerini dinleyelim.

Bundan önce rüyalar görmüştün... Allah’ın beni seçip göndereceğini anlamıştın. Ben elime asayı ve nuru alacak, senin gibi bir küstahın boynuzunu kıracaktım. Bunun için kıyamet gününün sahibi olan Allah, sana çeşit çeşit rüyalar gösteriyordu. Bunlar senin kötü içine, azgınlığına layık rüyalardı. Bunların sana, senin haline tam uygun olduğunu bildirmek diliyordu. Allah, sana bunları gösteriyordu ki O’nun hikmet sahibi ve her şeyden haberdar, aynı zamanda derman kabul etmez dertlerin dermanını ihsan eder bir Allah olduğunu bilesin. Fakat sen bu rüyaları tevile kalkıştın... Kör ve sağır kesildin, ‘Bunlar ağır uykudan meydana gelen hayaller’ dedin. 
Hekimlerle müneccimler de kendilerinde olan nur pırıltısı ile tabirini gördüler, fakat tamahlarından hakikati söylemediler. ‘Kederlenmek, devletine bir gussa gelmek, senin devletinden, padişahlığından uzaktır. Ya çeşitli gıdalardan yahut yemekten, insan hep böyle rüyalar görür’ dediler. Çünkü gördüler ki sen öğüt istemiyorsun, kaba ve hoyratsın, kan içicisin...”

Hazreti Musa’nın bu girişten maksadının, kendini tanrı sanan Firavun’un kibir ve egosunu kırmak olduğu anlaşılıyor. Hazreti Musa, Firavun’a asıl darbeyi, kendisine münazara esnasında tecelli eden Firavun’un kâbuslarını onun yüzüne söyleyerek vurur. Hazreti Musa, bir yandan Firavunla konuşurken, bir yandan da onun kâbuslarını görmektedir. Gördüğü kâbuslardan Firavun’u en çok tedirgin eden beşini arka arkaya aktarır.

Firavun’un, Hazreti Musa’nın ağzından kâbusları

Bu kâbuslardan ilkinde Firavun, kendini baş aşağı lağıma düşer bir şekilde görmekte ve çirkef içinde debelene debelene uyanmaktadır. İkincisinde, kendini üstü kan köpüklü bir sel kapmakta ve bu azgın kanlı selden kurtulamayarak boğulmaktadır. Üçüncüsünde berrak ve tertemiz bir gökyüzüne bakarken, birden kendisine “Kötüsün, kötüsün, kötü!” diyen ve ruhuna dehşet veren bir ses gelir. Dördüncüsünde karşısındaki dağları izleyen Firavun, dağların kendisine gürül gürül “Hadi git be! Sen cehennem ehlindensin” diye seslendiğini korkuyla işitir. Beşincisinde ise cansız sandığı her şey dile gelerek,Firavun ebediyen cehenneme düştü gitti!” diye seda verir.

Firavun, kendisine nice geceleri haram eden ve ruhuna derin bir acı, korku ve azap halinde yerleşen ve asla unutamadığı bu kâbuslarının Hazreti Musa tarafından bir bir dile getirilmesini, onları bir kez daha görüyormuşçasına büyük bir gerginlik içinde dinlemektedir.

Aslında Hazreti Musa’nın münazara esnasında gördüğü Firavun kâbusları bu kadar değildir. Fakat diğerleri, muhatap Firavun bile olsa aktarılamayacak kadar utanç verici ve edebe aykırı şeylerdir: Bundan beter rüyalar da gördün. Fakat utancımdan söyleyemiyorum ki ters tabiatın büsbütün  tersleşmesin, kızmayasın!.. Ey   öğüt   kabul   etmeyen! Azıcığını   söylüyorum sana. Bu azıcığı duy da bil ki ben biliyorum. Gördüğün rüyaları ve başına gelecek işleri düşünmemek için kendini ölü ve kör ettin!
Korkulu rahmet

Mevlânâ, tam burada uyanıkken gördüğü rüyayı keser ve kâbusların, onu gören insanlara ne söylemek istediğine getirir sözü. Mevlânâ’ya göre, “Kâbuslar, aslında canlarının kararmasından dolayı hakikatten uzaklaşan kimselere kurtuluş yolunu bulmaları için Allah’ın gösterdiği, dışı korkulu, içi rahmet dolu rüyalardır”. Buradan anlaşılıyor ki Mevlânâ, insanla temas kuran her türlü rüyayı uyarıcı ve yol gösterici olarak kabul etmektedir. Şu farkla ki; rüyalar, has ruhlarla temas kurduğunda rüya, ham ruhlarla temas kurduğunda kâbus olmaktadır. Has ruhlar güneş ışığında yol aldıkları için dikenle gülü birbirinden ayırmakta, ham ruhlar ise güneşten uzak düştükleri için karanlık içinde ayrım yeteneklerini kaybetmekte ve dikenlere takılmaktadırlar.

Mevlânâ’nın kâbusta rahmet görmesi, kâbus görenlerin rüyanın hikmetinden uzak tutulmadıklarını göstermektedir. “Karabasan” adıyla da bilinen kâbuslar, karanlık ruhları, içinde bulundukları zindandan kurtarmak için gönderilen uyarıcılardır. Bu ruhlar, hamlıklarından dolayı bir zindan içinde bulunduklarını kavrayamadıklarından dünyayı insanlara zindan ederler. İşte kâbusa yerleşen rahmetin sırrı da burada yatar. Cenab-ı Hakk, dünyası rahmet nurundan uzak düşen ham ruhlar tarafından zindana dönüşen masumlar hürmetine, zalimlere dışı azap, içi rahmet kılıklı kâbuslar göndererek onları kendine çağırır.

Mevlânâ’nın aktardığı Firavun kâbuslarındaki sürekliliğe bakılırsa, bu çağrının kesilmeksizin belli bir seyir izlediği görülür. Firavun’un kâbuslarına bakarak kâbusların, kâbus gören kişilere, iki cihandaki akıbetlerine dair ipuçları sunduklarını söylemek mümkündür. Firavun’un ilk iki kâbusu “boğulma motifi” içerdiği için dünyadaki akıbetine, diğerleri de cehennemi işaret ettikleri için uhrevî akıbetine işaret etmektedir.

Mevlânâ’nın uyanıkken gördüğü rüyasında Firavun’un kâbusları bu iki yönlü akıbete işaret ederken, Hazreti Musa’nın Firavun’a gösterdiği iki mucize de yine onun bu akıbetleriyle ilgili izler taşır: Ejderhaya dönüşerek alev saçan ağzıyla Firavun’a yönelen asa onu yutacak denizi imlerken, koynundan çıkarınca ışık saçan güneş de onu cehennemde yakacak olan kaynağa işaret eder. Ayrıca güneşe dönüşen o beyaz el, Firavun zulmünün karşıtı olarak Hakk’ı temsil etmektedir. Çünkü güneşin doğuşu, karanlığın ölümüdür.