
AŞKIN âlemden gelerek âşığı avlayıp yakalayan aşk, vefa sahibi bir dilberin elçisinden başka bir şey değildir. Bu noktada bir tezat daha ortaya çıkar. Bu âleme ilişkin aşkta yani aşkın mecazî olanında dilber vefasız iken, aşkın âlemden gelen aşkta vefasızlık yoktur.
Aşkın gelişiyle bedenin mahiyet değiştirmesinin bir gereklilik olduğunun altını çizen Mevlânâ, aşk öncesi bakır mesabesinde olan bedenin, aşk iksiriyle altın hâlini almasını tabiî karşılar. Bu bilgiden, bir araz olan vefasızlığın, arızî nitelikteki bedenleri, bir cevher olan vefanın da cevherî nitelikli bedenleri aradığını öğreniyoruz.
Dolayısıyla vefa sahibi bir dilberden gelen aşk, Mevlânâ’nın katında binbir elle aranır. Aşkın gelişinin yeni bir değerler manzumesi oluşturduğuna değinen Mevlânâ, bu cümleden olmak üzere, aşktan önce aziz bilinen canın, aşk kavrayışından sonra nasıl bir değer kaybına uğrayıp önemsizleştiğini şöyle ifade eder: “Bu hânede ayrı bir oda verdim ben, cana/ sırf riya, gönül çoktan gitmişti senden yana/ can hanımı, odasında oturdu bir müddet/ aşkın geldi, canı üç kere boşadım, cânâ.” (1268)
Ne var ki, bu bilinç düzeyi kesbî bir gayretle elde edilemez bir özellik taşır. O lütuf ve himmet ürünü olarak geldiği için vehbî bir mahiyet arz eder. Mevlânâ bu durumu, “Aşk kendi gelen bir hâl, öğrenilmez sonradan” dizesiyle veciz bir şekilde açıklar.
Aşkın gelişiyle feda edilen canın ne kadar aziz bir varlık olduğu şu bilinç düzeyimizle dahi malûmdur. Kişinin aşk uğruna candan geçmesi, gelen şeyin geldiği yeri, ne kadar büyük bir coşku ve giderek çılgınlık yeri hâline getirmesiyle alâkalıdır. Aşk varlığının indiği yer olan gönülde hâsıl ettiği büyük coşku ve mestlik, bu coşkunun âşığı içine çektiği çılgınlık hâlinin ruh ve gönülde yaptığı dönüştürücü büyük tahribat ve ardından gelen ölümsüzlük kavrayışı, ayrı ayrı ele alınması gereken hacimli konular olduğu için burada işaret ederek geçiyoruz.1
Mevlânâ’ya göre, aşk geldiği zaman bütün aşk eylemleri sevdaya dönüşür. Bu dönüşüm, her şeyi ile yanan bir nesneden geriye kül bile kalmayacak biçimde bir yanışın eseridir. Böylesi bir sevdaya dönüşme sürecinde yanıştan geriye kalan, yanıp sönme kabiliyetini kullanarak ortaya binlerce suret çıkarır. Aşk suretleri olarak ortaya çıkan bu şeylere Mevlânâ “sevdalar” der. Ölümsüz bir şeyden doğdukları için ölümsüz bir şey olan sevdalara yokluk ve fena illeti bulaşmayacaktır (652). Mevlânâ bir rubaisinde bu duruma işaret ederek, “Yok olmaz eski sevdalar bir an/ çıkarırlar başlarını balık gibi sudan” der.
Yanmak
Aşkın gelişinin bir yakış süreci olduğu, yakîn bir bilgi olarak bütün mutasavvıflarda vardır. Yanışın bir oluş olduğunun yahut bir oluşa zemin hazırladığının en yaygın sembolü mitolojik kaknüs kuşu ve en tanınmış motifi de küllerinden doğuştur. Kendi bedeninin külünden doğmuş yeni bir kaknüs olan âşık, bu yeniliği yanışa borçludur. “Pişirir bizi bu aşk ateşi” diyen Mevlânâ, pişirmenin değiştirici ve dönüştürücü bir süreç olarak ateş olgusuna ihtiyaç duyduğunu belirterek, bedenin pişmesi için gereken ateşin doğrudan doğruya yokluk ilinden gelen aşkta mevcut olduğunu söyler.
Âşık ancak aşk sayesinde bütün zerrelerin taşıdıkları güzelliğin aslî ve gerçek yüzünü görecek ve bu güzelliğin tesiriyle gece gündüz mum gibi yanacaktır. Aşk ateşinde yanışın, güzelliği örten perdeleri tutuşturmak ve güzelliği dolaysız olarak temaşa etmek gibi bir sırrı açığa çıkardığına da ayrıca işaret etmek gerekir. Yanışın bir başka amacı da âşığın zaman şuurunu düzenlemektir. Bu düzenlemeyle âşık, çoklukla malul vakitler şuuru yerine teklikle sağalmış vakit bilincine kavuşur. Bu bilinç, âleme dair olan zaman bilincinin âlem dışı olan zaman bilincine dönüşmesinden başka bir şey değildir;
ezelîdir aşk ve sürecek ebede kadar (807).
Aşk ateşinin şiddetinden dolayı âşık, bu dünyayı hep bir yangın yeri olarak algılar. Bu algının cehennem imajı ile beraber gelmesi, onun dünya ile temasındaki olumsuzluğun temel açıklayıcılarından biridir. Aşk ateşiyle yananların uykuyu unutmalarına değinen Mevlânâ, aşk ateşinin ruhu gafletten uyaran bir işleve sahip olduğunu, ruhun uyanışının ise baki bir hayat ve mutluluk anlamına geldiğini ifade eder. Onun ısrarla vurguladığı şeylerden biri, aşkın getirdiklerini anlama anahtarının uykusuzlukta gizli olduğu uyarısıdır. Âşıkların gönül yangınını aşk derdinin kutlu emaresi sayan Mevlânâ, bu dert sebebiyle çekilen ahların Hakk’ın rahmet katına giden bir yol niteliği kazandığına değinerek, aşk dağı sebebiyle çekilen ahları rahmetle irtibat kuran elçiler gibi değerlendirir.
“Aşk ateşi gönülde parlayıp yanınca/ aşktan gayri her şeyi ateşe yakar” diyen Mevlânâ, böyle bir gönül sahibinin akla ilişkin öğrenme biçimlerinden aşka ilişkin öğrenme biçimlerine yani zorunlu olarak şiire geçeceğini söyler ve “taşları bile eriten aşk ateşiyle” aşka soğuk duranların dahi aşk hararetiyle yanacak bir düzeye geleceğini öngörür. Mevlânâ, kesret olarak görülen şeylerin ancak aşk ateşinden alınan alevlerle yakılarak ifna edileceğini, sevgilinin de bu süreçte -gönlü kendi hâlinde bırakma tehlikesine karşı- devreye girerek gönlü aşk ateşiyle her an yaktığı bilgisini ayrıca ekler. Böyle bir yakışın, aşkın ateş ve suyuyla âşina olmak anlamına geleceğini söyleyen Mevlânâ, âşığın bu ateşte su gibi kaynadığı hâlde diri kalma sırrına ermesini bu âşinalığa bağlar.
Ona göre aşk ateşi, öncelikle aşk istidadı taşıyan ruhları yakar. Bu yakış, kurunun yaşı yakması gibi bir sirayet eseri gösterir ve aşkla tutuşan ruhlar, aynı aşkla başka ruhları tutuştururlar. Böylelikle ham ruhların, başka şeye eğilim duymaları hâlinde aşk ateşine yanarak o eğilimden vazgeçeceklerini ileri süren Mevlânâ, kişinin içinde yanıp kavrulduğu aşk ateşinin, o kişinin cennetini hazırladığı fikrini savunur. Aşk ateşiyle kavrulan ile kavrulmayan arasındaki farkı güneşle yıldız arasındaki farka benzeterek, aşk yangınını söndürme yeteneği olmayan bir gönle gelen aşkın, amaca uygun bir geliş olmadığını özellikle belirtir.2
Aşk sırrının sırdaşı olarak seher yelini, rehberi olarak da geceyi gösteren Mevlânâ, aşk yolculuğuna geceleyin çıkılmasını öğütler. Kişinin âşıklık sırlarından ancak böyle yaparak haberdar olacağı bilgisini vererek, bu bilgiye erişenin keşfettiği sırları kaçınılmaz olarak ifşa edeceğini ve âşığı diğerlerinden ayıran şeylerden birinin de bu ifşada gizli olduğunu söyler: “Kişi âşıklık sırrından olursa haberdar/ aşk ifşasıyla âşıklar içinde nâm yapar.” (227)
Ona göre, âşık bu ifşayı yaparken bir dâvâ gütmez; zira onun derdi varlık değil, yokluk meselesidir. Bu yokluk ifşası, kadim bir sır olan aşk sırrını açmaktan başka bir amaç taşımaz ancak eylemi bulmak demek, özneyi bulmak demek olduğundan, varlık oyununun asıl faili bulunmuş olur: “Cihanda örtülü kalmış kadîm bir sırdır aşk/ örtülmüş, örteni açar, oyun buna bağlı.” (326)
İfşa zamanına dek gizlenmiş olan aşk sırrının binlerce perde altından geçerek ortaya çıkması beyhude değildir. Aşk sırlarına erişenler için bu sırrın iki türlü işlevi vardır: Sırrı açıklarlarsa insanları çekecekler, açıklamazlarsa aşk tarafından kendileri çekileceklerdir. Âşıkların her iki tercihte de dramatik sonuçlarla karşılaşmasıysa işin başka bir cilvesidir: “Aşkın bir dem kiminle kaynaşırsa açık ki/ dersin, ‘bu zâtın başına belâ yağmış sanki’/ mansûr, aşk sırrından bir nişan açıklayınca/ o huyu, kıskançlık ipiyle asıldı çünkü.” (671)
Mevlânâ, aşk sırrının3 ifşasında âşığın maruz kaldığı bu durumun dramını tasvir ettikten sonra, ifşanın önüne geçilemez bir şey olarak istem dışı vuku bulma yeteneğine dikkat çeker. O tam bu noktada, ifşanın aşkla ağız açma yönteminden farklı bir yönünün kendi yerini tutan bir yöntem olarak devreye gireceğini ifade eder; ah ve enin. Aşk feryadının bizzat bedenî bir eylemle aktarılması mümkün olduğu gibi, başka bir nesne aracılığıyla aktarılmasının da mümkün olduğu görüşünden hareket eden Mevlânâ, aradığı aracı nesneler olarak mûsikî aletlerini keşfeder. Bu keşiften sonra, karşımızda sıradan mûsikî aletleri değil, aşk hakikatini kâmil insanın dili olarak terennüm eden bir remzî şahsiyetler zümresi vardır: “Aşk rebâbının feryâdı, dostun mızrabından/ bu ses, sanmayasın ki rebap sesidir rebap.” (262)
“Dinle duy, neler anlatır sana bu ney neler/ hep Yüce Mevlâ’nın gizli sırlarını söyler/ gönlü yorgun, yüreği kırık, başındaysa aşk yeli/ ağızsız dilsiz dile gelip ‘Allah, Allah’ der.” (1294)
“Mâdem âşık olamıyorsun”
Bir aşk eri olan Mevlânâ, aşksızlığın nasıl bir şey olduğu üzerinde fazla durmaz. Onun aşk üzerine dair beyanları -mefhumun muhalifinden hareket edilmek şartıyla- aşksızlığın nasıl bir şey olduğunun da beyanıdır. Bu zımnî bildirimin dışında o, bir rubaisinde, aşksızlığı müstakil bir mevzu olarak ele alır ve söze şöyle girer:
“Mâdem âşık olamıyorsun, git de yün eğir.” (1105)
Aşka âşık olarak, onun getirdiği bilinç düzeyiyle bir aşk çocuğuna dönüştüğünü söyleyen Mevlânâ, ayrıca bir de aşk annesinden doğar ve ondan sır sütü emerek hayat içinde yeni bir hayat bulur. İlk hayatta suret kaydıyla kuşatılmış olan kişi, ikincisinde suret kaydından kurtularak var gibi görünen yok bilinç düzeyinden yok gibi görünen var bilinç düzeyine erişir. İşte aşkla elde edilmesi gereken temel meleke budur: Özge bir idrak düzeyi!
Aşkla gelen bu özge idrak düzeyinde, rasyonel ile irrasyonel kesin bir hesaplaşmaya gider ve aşk zaferini ilân eder: Rasyonel âlemin yıkılması… Buna “yırtılma” demek de mümkündür. Mevlânâ’ya göre bu âlem, binbir perdede binlerce suret göstererek hakikate giden aşk yolcusunu oyalar. Büyük ve sürekli gözbağcılık telkininden başka bir şey olmayan bu fani görüntülerden kurtulmak için kişinin özge idraki elde ederek söz konusu perdeleri yırtması gerekir ki bu yanılsamayı kavraması mümkün hâle gelsin: “Şu yokluk âleminde nice varlık görünür/ çoğu yok, göz ovuşturup bakan bunu kavrar.” (281)
Aşkla kavranan bu idrak düzeyinde aşkla ölmek esastır. Bu ölüm meselesinden maksat, daha önce şartlanılan itibarî değer ve ebatların şuurdaki etkisini sıfırlamaktır. Bu durumda utanmazlık, delilik, körlük ve sağırlık gibi kusurlar meziyete, zaaflar erdeme, bir zerrecikse iki cihanı kaplayan devasa bir küreye dönüşebilir. Zıtlar arasındaki yanıltıcı farklılıklar birleşerek hilkatin temel prensibi olan dengeye kavuşurlar: “Aşkta ne alçaklık vardır, ne de yükseklik var/ Ne çok sarhoşluk vardır, ne de ayıklık ey yâr.” (647)
“Hakkı talepte birdir akıllıyla dîvâne/ aşkın dilinde birdir, yakınla bigâne/ yârin vuslat meyini sunanlar mezhebinde/ ayrı gayrı olmaz, birdir Kâbe’yle puthâne.” (459)
Özge idrak safhasında âşığın gözü önünde beliren bu yeni dünya onu öyle bir hayret âlemine taşır ki âşığın içinde bulunduğu yüksek coşku, zevk ve şevk duyusu, bu âlemin bir saatine mukabil yüzlerce canı feda etmeye hazır bir duruma gelir: “Gözümde sen olmasan, kime bakardım, ey yâr/ kime çılgındım, sevdân serde tutmasa karar/ bilmediğim bir yer vardır, acep nerde o yer/ senin aşkın olmasaydı, orda ne işim var?” (2049)
“Bir saatlik aşk, yüzlerce cihana bedeldir…/ âşıklığa, yüzlerce can fedâ olsun, ey can!” (1547)
Sonuç
Mevlânâ’nın bahsettiği biçimiyle, bize bizim dışımızdan gelerek bilincimizi fani düzeyden baki düzeye yükselten, ruhumuzu alçaktan yükseğe taşıyan, toprak bedenimizi şark kimyasıyla altına dönüştüren bir aşk, bu âleme ilişkin bir şey olamaz. Bu aşk, aşkın âleme ait yüksek nitelikli farklı bir kavrayış sürecidir.
Sözü Mevlânâ’ya bırakarak bitirelim: “Ey can, sen bir başkasın, aşkın bir başka, inan!”
Gençosman, M. Nuri (1988) Mevlânâ’nın Rubaileri I-II, MEGSB Yayınları, 346 s.
Gocul, Basri (1971) Mevlânâ’dan Rubailer, Bursa, Özvar Matbaası, 17 s.
Halıcı, Feyzi (1986) Mevlânâ Celaleddin / Rubailer, Konya, Doğuş Ofset, 120 s.
Halman, Talat Sait (2000) Candan Cana / Mevlana Celaleddin Rumi’den Seçme Rubailer, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 168 sayfa.
Gölpınarlı, Abdülbaki (1964) Rubâiler, İstanbul, Remzi Kitabevi, 240 s.
İzbudak, Veled Çelebi (1312) Rubâiyyât-ı Mevlânâ, İstanbul, Ahter Matbaası, 400 s.
Rıfat, Hüseyin (1942) Yeni İlavelerle Mevlânâ Rubailerinden Seçilmiş Türkçe Manzum Tercemeler, İstanbul.
Tanyaş, Hamza(1998) Mevlânâ’dan Rubailer, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 263 s.
Yücel, Hasan Âlî (1932) Mevlânâ’nın Rubaileri, İstanbul, Remzi Kitaphanesi, 125 s.