“ÂLEM varlıkları içinde
tanınması en zor varlık insandır” diyen biri, çok hatalı bir hüküm vermiş
sayılmaz. Zıtlıklar üzerinde bir dengeye sahip olan insan mizacı, temelde iki
zıtlığın üzerine kurulmuştur: Hayır ve şer. Hayrı insan mizacındaki iyi
huyların, şerri de kötü huyların genel adları gibi düşünebiliriz. Bu iki isim,
buradaki basit adlandırmanın dışında, insanın ve insanlığın büyük liyakat
serüveninin yola çıkan ve yol kesen birer kahramanıdır.
Varlıklar
içerisinde mizaç zıtlığıyla yaratılmış yegâne varlık insan olduğu için,
zıtlığın şuurunda olan yegâne varlık da yine insandır. Bu demektir ki mevcut
olan her şey, mevcut olan bir şey tarafından mutlaka bilinir. Varlığı yaratan, varlığın
en mahrem sırrını dahi en mükemmel biçimde yarattığından esirgememiştir. Bu
itibarla varlık söz konusu olduğunda insan için hiçbir şey meçhul değildir. Zira
Hakk’ın ihsanıyla er veya geç o sırrı keşfedecek bir donanıma sahip olarak
yaratılmıştır.
İnsan
mizacındaki hayır ile şer zıtlığı, onun varoluş serüveniyle başlayan bir kıdeme
sahiptir. Bu yüzden insandaki iyi ile kötü melekeleri basit birer huy ve ahlak
olmaktan ziyade, bin bir türlü surete bürünerek görünen iki ana arketiptir.
Arketip tanımını insan doğasındaki değişmez arka tipler olarak basitçe tarif
etmek, kavranmasını da kolaylaştıracaktır. İnsan doğasında kadim birer varoluş
yadigârı olarak yer alan hayır ile şer arketipleri, Kur’an’da “ahseni takvîm” ve “esfele sâfilîn” diye nitelenir. Bu nitelemelerden ilki “en üst hayır
derecesi”, ikincisi de “en alt şer derekesi” olduğu için, hayır ile şer arketipleri,
bu uçlar arasındaki bin bir menzilde ve bin bir surette görünür. Kâh melek ile
şeytandır, kâh nur ile zulmettir, kâh iman ile küfürdür, kâh İbrahim ile
Nemrut’tur…
Mevlana,
Mesnevi’nin birinci cildinde insan doğasındaki bu kadim arketipleri şu nefis
beytinde dile getirir: “Renksizlik esir
olunca şu renge,/ Girer Musa öbür Musa’yla cenge.”
Onun
bu beytini insan doğasının en büyük temel sırlarından birini keşfeden ilk
metinlerden biri olarak selamlamak, Mevlana’nın hakkını geç de olsa teslim
etmektir. “İnsanın varoluşundan beri yaşadığı hazin serüveni hiçbir beşerî
metin bundan daha veciz bir şekilde anlatamamıştır” dersek, okuyucuyu beytin
büyülü belagati içinde bocalamaktan kurtararak taşıdığı manaya karşı uyanık
olmaya çağırmış oluruz.
Mevlana
bu beyitte, üzerinde olduğumuz konu ile ilgili iki kavram grubu kullanır: İlk grupta
renksizlik ile renk, ikinci grupta da Musa ile öbür Musa vardır. Şimdi
birbirine zıt olan bu kavramların nelere işaret ettikleri üzerinde duralım.
Mevlana,
varlığa velayet gözüyle bakan bir insandır. Velayet gözü, varlığa zahir ve batınıyla,
evvel ve ahiriyle bakan bir gözdür. Dahası bu göz, Hakk’ın bir lütfu olarak
sırrın üstündeki perdeyi kaldıran keşfe mensup bir gözdür. Ancak velayet
gözünün gördüğü şeyler bize gösterilmeye başladığında, baş gözümüzün görüntü
hafızasındaki görüntü kurallarıyla çelişir.
Televizyonlar
siyah-beyazdı, görüntülenenler değil
Velayet
gözünün gösterip işaret ettiği bu zıt görüntüleri, insan doğasındaki temel ve
değişmez arka tiplerin bir yansıması ve tezahürü olarak değerlendirmek gerekir.
Mevlana’nın bu beytinde iki kademelik zıt grubu ele aldığımızda, ilk bakışta
insan ve insanla münasebete geçen şeyler arasındaki sırrın mahiyetine şahit
oluruz. Mevlana’nın bu beyitte “renksizlik” diye ifade ettiği kavram, aslında
bu evrene zıt olan saklı evrene ait bir bildirimdir. Yaygın adıyla gayb âlemi
olarak bilinen bu saklı evrenin dil ve mana kabiliyeti, bu evrenin dil ve mana
kabiliyetinden çok üstündür. Basit anlamda bile bir kabiliyet diğer kabiliyetin
önüne geçtiğinde, değer açısından önüne geçtiği kabiliyetle zıtlık oluşturur. Sıradan
bir insanın bilgisine bakarak cahil, sıradışı bir insanın bilgisine bakarak da
âlim dememiz de bu durumun göstergesidir. Nasıl ki cahilin yetersiz ve noksan
bilgisini âlimin o konudaki yeterli ve tam bilgisiyle tamamlamak gerekirse, bu
evrenin zulmete batmış dil ve mana cehaletini de gayb âleminin üstün dil ve
mana bilgisiyle tamamlamak gerekir.
Gayb
âlemine ait sırlar bu âleme ait varlık ve biçimlerle temas kurmadığı zaman,
insan bu âlemdeki varlık ve biçimlerin gerçek manalarını asla kavrayamaz.
Mevlana
gibi veli zatların kullandıkları gaybî kavramlar, bu âlemin kavramlarıyla daima
zıtlık teşkil ederler. Mevlana’nın “renksizlik” dediği kavram gayb âlemine, “renk”
dediği kavram da bu âleme ilişkindir. Ancak biz bu âleme ait bilgilerin geçici
ve noksan, gayba ait bilgilerin de kalıcı ve tam olduğunu bilmediğimiz takdirde,
buradakini oraya, yani cehalet ve küfrü bilgi ve marifete üstün tutmuş oluruz.
Bu âlemde her şey ayrı ayrı ve renk renk görünür. Velayet gözünden mahrum olan bir idrak, bu çokluk ve renk cümbüşü içerisinde şaşkınlığa düşerek gerçeğin muhtelif varlık ve muhtelif renklerden ibaret olduğunu sanabilir. Oysa onu yanıltan şey, hakikî rengi örten cehalet ve zulmetin idrakini perdelemesinden başka bir şey değildir. Biraz önce gaybî olanın dil ve mana kabiliyetinin mevcuttaki dil ve mana kabiliyetinden yüksek olduğunu ifade etmiştik. Mevlana’nın “renksizlik” dediği şey bu âlemin fanî yedi rengine göre sınırsız bir renge sahip olduğu için, o âlemin sınırsız rengiyle karşılaşan yedi renk idrakine sahip baş gözü, bu muazzam renk âlemini de doğal olarak renksizlik olarak algılayacaktır. Bu durum, su olarak sadece damlayı gören ve bilen birinin denizle karşılaşma anındaki hayretine benzer bir durumdur.
Hak
boyasıyla boyalı hakikat
Bu
âlemdeki varlık ve renklerin gerçek varlık ve rengiyle görülmesi için
Mevlana’nın “renksizlik” dediği gerçek rengin, yani asıl hakikat renginin bu âlemdeki
zayıf renklere hâkim olarak onları aydınlatması gerekir. Bu olmazsa marifet
ışığından mahrum kalan bu âlemin geçici renkleri kararacağından dolayı
dünyamıza cehaletin küfür ve karanlığı hâkim olur, tıpkı güneşten mahrum kalan
bitkilerin sararıp solması gibi. Renksizlik âleminin rengârenk ışığı altında görünen
her şey idrakte bir tevhit algısı oluştururken, renk denilen ve hakikatte
renksizlikten başka bir şey olmayan bu âlemin ışığı altındaki her şey de
idrakte çokluk ve kesret algısı oluşturur.
İnsan
mizacı, idrakine düşen ışığın niteliğine göre şekillenir. Renksizlik âleminin
nuru bu âlemin nuruna hâkim olduğunda insan ve insanlık mizacı nizama doğru
yürüyeceğinden, insan ve insanlık, nizamın öznesi değil, nesnesi konumundadır.
Zaten sorun da asıl renkten uzak düşen insanın, buradaki fanî renklerle temas
edince kendisini özne sanmasından kaynaklanmaktadır.
Bu
âlemde insanla temas eden her şey, onun mizacını kendi mahiyetiyle dolduracağından
dolayı kaçınılmaz olarak bozar ve ifsat eder. Bu âlem renginin insan ve
insanlık mizacına hâkim olması durumunda nizamın yerini nizamsızlık, düzenin
yerini düzensizlik, kararın yerini kargaşa alır. Kargaşanın temelinde öznenin
yerine nesnenin geçmesi vardır. Kargaşa durumunda cehaletin ilme, küfrün nura, inkârın
imana, şerrin hayra ve iyinin kötüye saldırısı vardır.
Bu
tabloyu insan doğasındaki temel hayır ve şer arketipleri açısından ele alırsak “gölge”nin
“kendilik”e saldırısıyla karşılaşırız. Böyle bir durumda kahraman arketipi,
kendiliği kurtarmak için gölge ve kötülüğün deviyle cenge gider. Kahraman, devi
yenmediği müddetçe kendiliğin gölgenin elinden kurtulamayacağını bilir.
Kendiliğin kurtuluşu, devin öldürülmesine bağlıdır. Kahraman olmanın temel
şartı, mutlak surette galibiyettir. Bu itibarla kahraman, yolculuğuna zayıf
olarak çıkar, güçlü olarak döner; eksik olarak başlar, tamamlanmış olarak döner;
mağlup olarak başlar, zaferle döner.
Mevlana’nın,
hayır arketipini temsil eden kahraman tipi olarak mükemmel bir anlam katmanına
sahip olan Musa ismini sahneye koyması, dehaya malik bir göz olan velayet
gözünün görüşünden gelir. Musa’nın sahneye konulması, onun üzerine düşen gerçek
renkle alakalıdır. Mevlana, Musa’nın üzerine düşen ışıkta, zandan kaynaklanan
sahte ışık yerine zan gözüne görünmeyen gerçek ışığı görür. Ona göre kişi,
defineyi zan gözüyle aradığı için bulamamaktadır. Oysa bu arayışı zan gözüyle
değil de can gözüyle yapsa kaybettiği definelere ulaşacaktır.
Firavun
ile öbür Musa
Mevlana’nın
iyi ve kötü arketiplerinin temsili olarak bulduğu Musa ve öbür Musa
metaforları, izahı içinde saklı birer açıklayıcı metafordur. Musa, hakikî özne
ile temasa geçtiğinde “haddini öğrenen kulu” (nesne), öbür Musa da âlemin renklerine
aldanarak “âleme zulmü ve küfrü hâkim kılmaya çalışan ve işin tuhafı kendini
özne sanan Firavun’u” işaret eder.
Bu
temel iki arketipi Mevlana’dan sonra ele alan başka düşünürler de olmuştur
elbette. Arketipleri psikolojik bir izah vasıtası olarak ele alan Jung, bunu
evvelemirde bilinç ve bilinçdışı, ardından da bilinçdışını şahsî ve ortak
bilinç bağlamlarında ele alıp psikolojik bir boyuta indirger. Arthur Koestler, “Yogi
ile Komiser” adlı eserinde bu iki arketipi Gandi ve Lenin üzerinden sembolleştirir.
Onun bu sembolleştirme biçimi de kendine mana ile maddenin, irfan ile bilimin,
güç ile adaletin savaşı üzerinden genişleyeceği sosyolojik bir alan bulur. Şahin Doğan’ın ifadesiyle, “Komiser sosyoloji ile ilgilenir, yogi ise
psikolojiyle. Biri birey ile toplum arasındaki uyumsuzluğu inceler, diğeri
birey ile kâinat arasındaki uyumsuzluğu. Onun için birincisi daima aksiyon
halinde, gergin ve kaşları çatık; ikincisi daima yerinde, sakin, mütevekkil ve
mütebessim”dir. Bu figürlerden hiçbirini gerçek bir nizam oluşturma
yeteneği içerisinde görmeyen Arthur Koestler, hakikî saadet nizamının “murakabe”de
olduğu sonucuna varır.
Jung
ve Koestler’in, birinin içte psikolojik, diğerinin dışta sosyolojik olarak
algıladıkları şeylerin gölge tarafından kuşatılmış oldukları için hakikî
görüntüsü ile görünmediğini söyleyebiliriz.
Mevlana,
onların içte ve dışta çokluk içindeki arayışlarını renksizlik âleminin tek
rengi içerisinde görür ve üzerine sürülmüş olan sosyoloji ve psikoloji
renklerini siler. Onun amacı, hayrın mahiyetinin kavranması meselesidir. Şer
arketipi, kendi başına bir nizam olmasından çok, hayrın önemine uygun olarak
anlaşılması için vardır. Hakikî varlıktan çok, bir gölge varlık olduğu için
müşterek bilinçten bilince doğru taarruza geçer, hedefi de kendiliği ele
geçirmektir.
Musa hayrın, karşısındaki Firavun da şerrin vücut bulmuş halidir. Fakat Mevlana’nın “Firavun” demeyip “öbür Musa” demesi, onu, Koestler’in düştüğü Yogi ile Komiser ikiliğinden kurtarır. Hatta Mevlana, daha ileri giderek batınî anlamda Musa ile öbür Musa’nın barışık olduğunu bile söyler: “Vardığın zaman renksizlik eline,/ Musa’yla Firavun barışır yine.”
Zaman geçti, mazlum İsrailoğulları zalimleşerek öbür Musa’ya, yani Firavun’a dönüştü, onların zulmüne uğrayan mazlum Filistin ahalisi de Musa’ya. İsrailoğulları, dünkü Firavun gibi kendilerini âlemin efendisi sanıyor ve karşılarında kul ve köle saydıkları Filistinlileri öldürüyor.
Dünün
Musa’sı, bugünün Firavun’u
Mevlana
velayet gözüyle bakıldığında Musa’nın da, Firavun’un da renksizlik âleminin
ışığı altında bir olduklarını, velayet gözüyle bakılmadıklarında ise birinin
yolda, diğerinin yoldan çıkmış görüneceğini söyler. Mevlana’nın Musa ile öbür
Musa ayrımı içinde, zımnen her insanın Musa ve Firavunluk istidatlarıyla
yaratıldığı fikrini taşır. O, kişinin bu âlemdeki konumu ne olursa olsun,
bulunduğu konumun hayrını temsil eden Musa’ya ve yine bulunduğu konumun şerrini
temsil eden öbür Musa’ya doğru gitme yeteneği taşıdığını söyler.
Mevlana’ya
göre gayb âleminin bu âleme hâkim olması durumunda Musa’ya, tutsak olması durumundaysa
öbür Musa’ya doğru gideriz. Bu durumda hayır ve şer arektipleri, kişinin
konumuna bağlı olarak çok farklı mahiyetlerde ortaya çıkabilir: Bir bilgin,
bilgisinin tevazu ve olgunluk şeklinde ortaya çıkmasında hayra, yani içindeki
Musa’ya doğru yol alırken, kibir ve hamlık biçiminde ortaya çıkmasında ise öbür
Musa’ya doğru yol alır. Bir yönetici makamıyla zulüm ettiğinde Firavun’a
yönelirken, adaletle hüküm yürüttüğünde Musa ve Süleyman’a yönelir. Bir zengin
cömertlik sahibi olduğunda Hatem-i Tay’dan nişan verirken, cimriliğe teslim
olduğunda Karun gibi yere geçer. Bir kul harama yöneldiğinde küfre saplanırken,
helale yöneldiğinde mümin olup rahmet kapılarını açar.
Musa’nın
öbür Musa’yla kavgasında Hazreti Peygamber’in “küçük cihat” ile “büyük cihat” tanımları
da gizlidir. Hazreti Peygamber, Tebük Seferi dönüşünde ashabına “Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz”
demiştir.
Mevlana’nın
beytindeki Musa, öbür Musa’yla hem dünya nizamını tehdit eden şer güçlere karşı
bozulan nizamı tesis etmek, hem de nefsin ruh iklimindeki nizamı bozmasına
engel olmak için cenge girişir. Mevlana, Musa’yı Hakk’ın emirle kesen kılıcı
gibi görür. Hak kılıcı bir kavme özgü olarak kesmez. O öyle bir kılıçtır ki,
kendi kavmi mazlumken onunla omuz omuzadır, kendi kavmi sapıp diğer kavim hidayet
bulmuşsa kendi kavmine karşı cenktedir.
Bu
örneğin daha iyi anlaşılması için, Musa’nın metaforik kullanımını bir yana bırakarak,
onu İsrailoğullarına gönderilmiş tarihî bir kişilik olarak ele alalım. Hazreti
Musa, malum, Mısır’da esaret yaşayan ve köle muamelesi gören İsrailoğullarına
mensuptu. Mısır Firavunu, kendini tanrı olarak görüyor ve zulmü, hükümranlığını
pekiştirmede bir araç olarak değerlendiriyordu. Hazreti Musa, kendi zamanı
itibarıyla yeryüzünün en büyük gücüne karşı hakikati tebliğ ile
görevlendirmişti.
Firavun
dünya renklerine aldandığı için kendini ilah olarak görüyor, Hazreti Musa ise
renksizlik âleminin rengiyle baktığı için haddini biliyordu. Neticede Hazreti
Musa mazlum olan İsrailoğullarını, öbür Musa da zalim olan Mısır ordusu ve
Firavun’u temsil ediyordu. Başlangıçta Hazreti Musa zayıftı, güçsüzdü. Ancak
renksizlik âleminin rengiyle asa çekince, Firavun ve askerleri suda boğuldu.
Zaman geçti, mazlum İsrailoğulları zalimleşerek öbür Musa’ya, yani Firavun’a dönüştü, onların zulmüne uğrayan mazlum Filistin ahalisi de Musa’ya. İsrailoğulları, dünkü Firavun gibi kendilerini âlemin efendisi sanıyor ve karşılarında kul ve köle saydıkları Filistinlileri öldürüyor. Bu tavır, Musa'nın öbür Musa’yla cenge girme vaktinin geldiğini gösteriyor. Musa ile öbür Musa’nın savaşında, başlangıçta güçlü ve kudretli olan öbür Musa ise de zafer daima Musa’nındır. Nalların tersine çakılı oluşu kimseyi aldatmasın, sözü Mevlana’ya bırakalım: “Nallar tersine çakılı ey âkil!/ Firavun’daki hıncı Musa’dan bil!”