Mevlâna Celaleddin-i Rumî’yi an(la)mak

Birini hakkıyla anlamanın ve tanımanın yolu onun eserlerinden geçer. Anlamaya çalışmak çaba, gayret ve emek gerektiren zahmetli bir iş, anmaksa daha kolay ve zahmetsiz bir yoldur.

“BAHTLUDUR şol kişi kim dünyada adı kala/ Ölmedi diri durur ab-ı hayat içmiş gibi.” (Aşık Paşa)

(Dünyada adı kalan kişi, bahtlı kişidir; ab-ı hayat içmiş gibi canlıdır, ölmemiştir.)

Mevlâna Celaleddin-i Rumî’nin en önemli eseri olan Mesnevî, tamamen hikâyelerden oluşan bir eserdir. Bu yönüyle âlimden cahile her kitleye hitap eden bir yapıya sahiptir. Hakikati idrak etme noktasında ise herkesin kendi seviyesince nasipleneceği bir eserdir. Birçok kitleye hitap etmesi ve içerisinde birçok hikmet barındırması nedeniyle de ayrıca kıymetlidir.

Son yıllarda, insanlarda meydana gelebilecek köklü, kalıcı değişim ve dönüşümlerin hikâyeler, romanlar ve filmler yoluyla olduğu ise bilinen bir gerçektir. Asırlar öncesinden keşfedilmiş bu yol ve yöntemleri uygulamaya ve kullanmaya olan ihtiyacımız ise şu an her zamankinden daha fazladır. Tıpkı geçmişte olduğu gibi camilerde, vakıf, dernek ve sair kurumlarda Mesnevî okuma çalışmalarının aktif ve sürekli şekilde devam ettirilmesi faydalı bir hizmet olacaktır.

Sadece yılda bir sefer “Şeb-i Arus” törenleriyle Mevlâna Celaleddin-i Rumî’yi anmak, övgü dolu sözler söylemek onu anlama noktasında yeterli olmayacaktır. Birini hakkıyla anlamanın ve tanımanın yolu onun eserlerinden geçer. Anlamaya çalışmak çaba, gayret ve emek gerektiren zahmetli bir iş, anmaksa daha kolay ve zahmetsiz bir yoldur. Anlama çabası, beraberinde değişim ve dönüşümü de getirecektir. Bu nedenlerle tanımanın ve anlamanın yolu, bu eserle daha fazla hemhâl olunmasıdır.

Mesnevî günümüz dünyasındaki ahlâkî ve ruhî çöküşlerimize reçeteler bulabileceğimiz kıymetli bir eserdir. Batı’nın psikoloji ilminde aradığımız ve kendimize entegre etmeye çalıştığımız sağlık, huzur ve mutluluk, bizim aslî unsurlarımız olan yerli ve millî eserlerimizde fazlasıyla vardır. Hem de hiçbir entegrasyona gerek kalmadan, tam da bizim kültürümüze ve ihtiyaçlarımıza göre düşünülmüş ve hazırlanmıştır.

Bu minvâlde sizlere Mesnevî’den kısa bir hikâye aktarmak istiyorum. Bu hikâyenin Mesnevî ile ilk tanıştığım derste okunan hikâye olması, benim için ayrı bir önem ve anlam içeriyor.

Dertlinin hikâyesi

Bir dere kıyısında yüksek bir duvar vardı. Duvarın üstüne de susamış bir dertli çıkmıştı. Suya ulaşmasına, susuzluğunu gidermesine o duvar engel oluyordu. Susuz adamsa su için balık gibi çırpınıyordu. Ansızın suya bir kerpiç parçası attı. Kerpicin düşmesi ile suyun çıkardığı ses, kulağına bir söz gibi geldi. Suyun sesi, sevgilinin sesi gibi tatlı idi. O su sesi, adamı üzüm suyu gibi mest etti. O mihnetlere, dertlere uğramış adam, suyun tertemiz sesini duymak için duvardan kerpiç koparıp suya atmaya başladı. Sudan da ses geliyordu. Su, “Ey insanoğlu!” diyordu, “Böyle kerpiç atmaktan, beni rahatsız etmekten sana ne fayda var?”.

Susamış adam cevap verdi:

“Ey su! Bu atıştan benim için iki fayda vardır. Bu yüzden kerpiç atmaktan vazgeçemem. Birinci fayda, benim suyun sesini duymamdır. O ses, susuzlara rebap sesi gibi pek tatlı gelir. Su sesi, İsrafil’in sesine benziyor. Ölü bile bu sesten dirilmededir. Yahut da o ses, ilkbahar günlerindeki gök gürültüsüne benziyor. Bu ses yüzünden bağlar, bahçeler güzelleşir. Yeşilliklerle, çiçeklerle dolar. Yahut da o ses, yoksula zekât vermek için çağırış sesi yahut da mahpusa hapisten kurtuluş müjdesinin sesidir. Yahut da o ses, Hazreti Muhammed’e ağız ve burun vasıtası olmaksızın Yemen’den gelen Rahmân’ın nefesine benziyor. Yahut da esas kıyamet gününde Peygamber Efendimizin asilere erişen şefaat nefesi gibidir. Yahut da o ses, zayıf Yakup’un ruhuna ulaşan güzel ve lâtif Yûsuf’un kokusu gibidir.

Kerpiçleri atmanın ikinci bir faydası da şudur ki, koparıp attığım her kerpiçle duvar alçalıyor. Ben de suya biraz daha yaklaşıyorum. Kerpici her koparışımda, yüksek duvar, kerpicin azalması yüzünden biraz daha alçalıyor. Duvarın alçalması bir yakınlık, onun ortadan kalkması ise kavuşmak, buluşmak olacak. İşte namaz kılarken secde etmek de ‘Secde et de yaklaş’ ayetinde olduğu gibi, duvardan kerpiç koparmaya benzer ve Hakk’a manen yaklaşmaya sebep olur. Bu varlık duvarı yüksek bulundukça, baş eğmeye yani secde etmeye engel olur. Bu toprak bedenden kurtulmadıkça, eğilip ab-ı hayata secde etmek ve ondan doya doya içmek imkânı yoktur. Bu varlık duvarı üstünde bulunanlardan kim daha fazla susamışsa, duvarın taşını, kerpicini o daha çabuk koparır atar. Suyun sesine daha fazla âşık olan kişi ise, ona engel olan varlık duvarından daha büyük parçalar koparır. O âşık, suyun sesinden adeta boğazına kadar şaraba batmış gibi neşelenir, mest olur. Yabancı kişi ise kerpiç suya düşünce ‘bluk’ diye çıkardığı sesten başka bir şey duymaz.”                

Hikâyeden de anlaşılacağı üzere, susuzun suya kerpiç atmasının iki hikmeti vardır: Birincisini Mevlâ’nın kendi gönül âlemine ait hikmetlerdir. Kerpiç atmaktan maksat, kendi iç âleminden gelen sırları başka gönüllere ulaştırmak, aktarmak ve haberdar etmek isteğidir. Susuz olmayan yani maneviyat âleminin yabancısı olan kişilerin Mesnevî’den anlamayacakları gibi kerpicin suya düştüğünde çıkardığı “bluk” sesinden başka bir ses duyamayacaklarını dile getirilmektedir.

Doğrusunu söylemek gerekirse benim de, yabancısı olduğum bu alan ve ilk dinlediğim hikâye karşısında duyduğum tek ses “bluk” sesinden başka bir şey değildi.

Susuz kişinin suya kerpiç atmasının diğer hikmeti ise, benlikle temsil edilen duvar kerpiçleri atıldıkça alçalacak ve o kişi suya ulaşmakla İlâhî sırlara da râm olacaktır. Kerpiç ise bir anlamda kötü huy ve alışkanlarımızken, diğer taraftan ise insanın sembolüdür. Bilindiği gibi kerpiç, su, toprak ve samanın karışımıyla kalıplara dökülerek yapılan bir inşaat malzemesidir. Kerpiçle örülen benlik duvarı, kişinin kibri ve gururudur. Benliğin en belirgin özelliği, duvara çıkmış kişi misali kendisini oldukça yüksekte görmesi, diğerlerini ise küçük görme eğilimidir. Başkasının hata, kusur ve ayıplarını ortaya dökerek kendisine imtiyaz tanıma isteğidir. Kendini hata ve kusurlardan münezzeh saymak, İlâhî ikazlara karşı ise muafiyet duygusu içinde olmaktır. Bu kötü huylardan vazgeçen kişinin elde edeceği şey, Cenab-ı Hakk’a yakınlık ve en nihayetinde ise buluşmak, kavuşmak olacaktır. Dolayısıyla insanı ibadetlerden alı koyan şey kibridir. Bilindiği üzere secde, kişinin Rabbine en yakın olduğu andır. Ancak o zaman suyun sesini yani İlâhî sırları duyabilir ve Rabbiyle hemhâl olabilir. Bizim İlâhî sırlara ulaşmamızda ihtiyacımız olan en önemli şey, susamış olmaktır. Susayan kişiyse benlik duvarındaki kerpiçlerden bir an önce kurtulup suya ulaşmak isteyecektir. Hararetlenen insanın suya olan istek ve hissiyatını ise en azından oruç vasıtasıyla hemen hemen hepimiz deneyimlemişizdir. Özellikle sıcak günlerde, iftar vakti yaklaştığında duyduğumuz coşku ve heyecanın yanında çoğumuzun gözüne yemek görünmezken, tek ihtiyacımız olan bir bardak soğuk su olur. Ve onu kana kana içme isteği…

Mevlevihanlar, Mesnevî okumayı şu beyitlerle bitirir ki biz de bu küçük hikâyeden sonra sözlerimizi öyle bitirelim: “Bu Mesnevî, ne bir gaflet uykusunun, ne bir yıldız ilminin, ne bir fal ilminin eseridir. Doğruyu en iyi Allah bilir ya, bu eser, İlâhi Rabbaniye ile yazılmıştır.”