
MEVLÂNA Celâleddin-i Rumî,
bundan yüzyıllarca önce Afganistan’ın Belh şehrinden kalkıp gelmiş bir İslâm âlimidir.
Babası Bahaaddin Veled, kendisi gibi bir İslâm ulemasındandır. Mevlâna, asıl
eğitimini babası ve onun yakın çevresinden almıştır. Onun için “Bir ilim
ortamında büyümüştür” demek yanlış olmaz.
Bugün
bizim de tam olarak idrak edemediğimiz saik ve sebeplerle yapılmış bir
yolculukla Konya’ya yerleşmiştir. İnsan, “Dünya o zaman daha mı küçükmüş?” diye
düşünmeden edemiyor. O yıllarda dünya küçük olmasa da insanların iddia ve
idealleri daha büyük olmalı. İslâm’ı dünyaya hâkim kılmak gibi bir iddia ile
yola düştükleri aşikâr. Bugün bizler gibi konfor alanından çıkamayan insanlar
için bunlar çok ütopik gelse de gerçek bu şekilde olmalı.
Yüzyıllar
önce yazılmış eserlerin bugün hâlâ okunuyor olması ve birçok dile çevrilmiş
olmalarını, bu iddia ve ideallerin meyvesi gibi değerlendirebiliriz. Bizim
yıllarca göz ardı ettiğimiz değerleri Avrupa’nın bizden önce keşfetmiş olması,
geçmişimizle olan kopukluğumuzun âdeta bir göstergesi niteliğindedir. Son
yıllarda bu durumun tersine döndüğünü görmekse ayrıca sevindirici durumdur.
Benim
için Mevlâna, bir İslâm mutasavvıfı ve mütefekkiri olmasının yanında iyi bir
ruh hekimidir. Mesnevî’si, insanın varoluşsal kaygı ve korkularına, manevî ve
psikolojik sorunlarına çözümler bulabileceği bir reçete niteliğindedir.
İnsan
yaratılış itibariyle aciz bir varlıktır. Dünya hayatının bir sınav yeri olarak
düşündüğümüzde, maddî ve manevî bu reçetelere ihtiyacımız da o oranda
artmaktadır. Mevlâna Mesnevî’sini “Gönüllere şifa, hüzünlere cila, ruhlara
huzur” şeklinde tarif etmiştir. İnsanın açmazlarını, handikaplarını,
zorluklarını çok iyi analiz ettiğini eserlerinde görmek mümkündür. Son yıllarda
özellikle ruh sağlığı profesyonellerinin kitaplarında ve sohbetlerinde Mevlâna’nın
eserlerinden alıntılar yapmaları ve okuma programları düzenlemeleri boşuna
olmamalı. Çünkü Mesnevî, manevî yardım kitabı olmasının yanında, etkisi
şimşeğin aydınlattığı ışık gibi çabucak geçecek bir etkiden ziyade, kişide
derin izler bırakacak bir etkiye sahiptir. Kişiye umudu aşılayan, Yüce Yaratıcıya
duymamız gereken güvenden söz eder. Dert ve sıkıntıların insanı
olgunlaştırdığından bahseder. O, eserinde, “Dert, insanı Allah’a götüren rahvan
bir attır” der. Bu minvâlde dünya, özellikle de ülkemiz, Mevlâna’yı yeniden
keşfetmektedir.
Dîvan-ı Kebîr, Mecalal-i Seba, Mektubat, Fîhi Mafih gibi eserlerinin yanı sıra Mesnevî, Mevlâna’nın en meşhur eseridir. İlk 18 beytini kendi el yazısıyla yazmıştır. Bu nedenle bu beyitlere özel bir anlam ithaf edilir. Hatta “Mesnevî’nin bir anlamda özetidir” şeklinde görüşler de vardır. Haksız da değillerdir. Bu beyitler neyden söz eder. Ney, aynı zamanda olgunlaşmış ve kemâle ulaşmış arif insanın sembolüdür. Sazlıkta mutlu mesut yaşarken kopartılmış kamış, türlü meşakkat ve zorluklardan geçtikten sonra güzel ve yanık sesler çıkartan bir enstrümana dönüşmüştür. Tıpkı ruhlar âleminde mutlu mesut yaşayan insanın dünyaya gelişiyle yaşadığı zorluk ve sıkıntılar böylece sembolize edilmiştir.
İnsanın
algı dili “hikâye”
İnsan,
farkında olsun veya olmasın, bir gurbettedir. Çoğu zaman yaşadığı sıkıntılar ve
özlemler, en nihayet, ana vatanına duyduğu özlem ve hasretten başka bir şey
değildir. Geldiği yere tekrar dönme arzusunda olan insanın duyduğu özlem ve
muhabbete “aşk” da diyebiliriz. Ruh, hakikatte aslına âşıktır. Neydeki nağmeleri
çıkartacak dudağı, dudağına denk benzer zorlukları yaşamış bir üstada ihtiyaç
olduğu vurgulanmaktadır. Ve “Bana aynı yollardan geçmiş birini getirin ki
ayrılık derdini şerh edebileyim” derken, ancak aynı sıkıntıları yaşamış
insanların birbirini daha iyi anlayacağına da vurgu yapmıştır.
Diğer
bölümlerinse arkadaşı Hüsameddin Çelebi tarafından bir araya getirildikleri
bilinir. Özellikle Mesnevî’sine dıştan bakıldığında, tamamen hikâyelerden
oluşmuş altı ciltlik bir eser vardır ortada. İnsanı kimi zaman güldüren, kimi
zaman düşündüren bu hikâyeler içerisinde önemli hakikatler barınmaktadır. Hikâyelerdeki
kahramanların insanda mutlaka bir karşılığı vardır. Sembolik bir anlatım dili
kullanmış, çokça metafora yer vermiştir.
Mevlâna,
insanın zihin dilinin hikâye olduğunu keşfetmiştir. Hikâyeler yoluyla duyguda
katılan bilgiler daha kalıcı ve etkili olmaktadır. Hikâyeler arasına
sıkıştırılan hakikatler nedeniyle hipnotik bir dil kullanıldığıyla ilgili
görüşler de vardır. Kur’ân-ı Kerim’in kıssalarla örülü bir düzende gitmesinden
de örnek alınmıştır. Tek başına hikâyelerin okunması, iyileştirici bir etkiye
sahiptir. Fakat soyut kavramların somut kavramlar üzerinden anlatılması
bazıları için anlaşılmayı kolaylaştırırken, bazıları ise hikâyelerin somut kısmında
kalıp hikâyede anlatılmak istenileni anlamakta zorluk yaşayabilmektedir. Onun
için, özellikle başlangıç seviyesinde bu hikâyelerin bu işi bilen ehil kişiler
tarafından okunup müşahede ve mütalâa edilmesinde fayda vardır. Sembollerin ne
anlama geldiğini bilmek anlamayı kolaylaştıracak ve verilen mesaj yerine
ulaşmış olacaktır.
Hikâyeler
baştan sona kadar okunduğunda içerisindeki hakikatlerin Kur’ân-ı Kerim’deki
ayetlere ve Efendimizin (sav) hadislerine telmih yapıldığını görmek mümkün
olduğu gibi, Mesnevî’yi Kur’an-ı Kerimin bir anlamda tefsiri görmek yanlış
olmaz. İnsanı şaşkına çevirecek metaforlara yer verilmiştir. Nefsi hayvanlarla
sembolize etmiştir. Nefis bazı yerlerde yılan, bazen eşek, bazense ejderhadır. Olgunlaşmamış
insanı koruk bir üzüme, günaha batmış insanı ise isli bir tencereye
benzetmiştir. Padişah ile kimi zaman Yüce Yaratıcıyı, kimi zamansa
peygamberleri, velileri, arifleri ve mürşitleri anlatmıştır. Dikkatli
bakıldığında, bütün metaforların titizlikle seçildiğini, Mevlâna’nın iyi bir
gözlemci olduğunu anlamak mümkündür. Seçilen hayvanların özellikleri insandaki
birtakım özelliklere tam olarak karşılık gelmektedir. Bu da anlatımı daha
etkili ve çarpıcı bir hâle getirmektedir.
Mesnevî
bana göre bir tekâmül yani insanın olgunlaşma yolculuğudur. İnsana ağır
gelebilecek birçok hakikat bu hikâyelere giydirilerek anlatılmıştır. Mevlâna bu
durumu, “Arpayı direkt yiyecek ağız bulamadığım için samanın içine
karıştırıyorum” şeklinde ifade etmiştir. İnsan, fıtrat olarak hata ve
kusurlarının yüzüne direkt ve açık olarak söylenmesinden hoşlanmadığı gibi,
böyle yaptığımızda insanı kaybetme ihtimâlimiz de muhtemeldir. İnsan kendi hata
ve kusurlarından ziyade dış odaklıdır. Başkalarında gördüklerini konuşmayı
sever. Kişinin kendini masaya yatırması oldukça zor ve zahmetlidir. Bunun
yanında ciddi bir olgunluk seviyesi de ister. Bu nedenle hikâyeler bu tehdidi
ve riski ortadan kaldırmaktadır.
Hikâyelerde
kişisel problemlere dair farklı bakış açıları ve çözümler bulmak mümkündür.
Hikâyeler üzerinden benzer sorunları başkalarının da yaşadığını görmek, kişinin
yalnız olmadığı duygusunu yaşattığından kişiye iyi gelmektedir.
Mesnevî
için insanın kendisini tanıması, bu hayatı daha kolay yaşamanın yolu ve
yolculuğudur. “Kendini bilen Rabbini bilir” ayetinin gereğince insanın
kendisini tanımasının sonucunda ulaşacağı son nokta, Rabbini bilmek ve O’nu bulmak
olacaktır. Her dönemde zorlu hayat serüveni içinde bu yollardan daha önce geçmiş
insanların bilgi ve tecrübelerine ihtiyaç duyulur. Bütün yolculuklarda olduğu
gibi dünya hayatı yolculuğunda da tehlike ve tuzaklar hep olmuştur, olacaktır.
Geçmişte bu işleri insan-ı kâmil şahsiyetler ve onların eserleri üstlenirken,
günümüzde ise psikologlar yapmaktadır. En basit hâliyle, nasıl ki bir yolculukta
bir rehber bize eşlik ediyorsa, nerede gezilir, nerede yenir, nerede kalınır o
rehber anlatırsa, oranın tarihi ile ilgili verdiği bilgiler gezimizin daha
konforlu bir şekle gelmesi için düşünülmüşse, hayatta da iyi bir rehber
tercihi, tekrarı olmayan bir yolculuk için akıllı her insanın üzerinden
gideceği bir yöntem olarak görünmektedir.
Mevlâna,
tasavvuf yolunu benimsemiş bir mutasavvıftır. Toplumun bir kesimi tarafından
onun şeriat hükümlerini hiçe saydığı gibi bir algı oluşturulmaya çalışılsa da,
gerçek asla bu şekilde değildi. Yanlış anlaşılmak gibi bir kaygıyı kendisi de
taşımış olmalı ki, “Ben Kur’ân-ı Kerim’in bendesiyim, Hazreti Muhammed’in (sav)
ayağının tozuyum” şeklinde bir beyanda bulunmuştur. Çok geniş kitlelere hitap
edecek bir dünya görüşüne sahip olduğu muhakkaktır. Mesnevî’yi bir anlamda ahlâk
kitabı olarak da düşündüğümüzde, her kesimden insanın onda kendine ait bir
şeyler bulması doğal bir durum gibidir. Özellikle sosyal medyada paylaşılan birçok
özlü sözün, Mevlâna’ya ait olmadığı hâlde ona isnat edilmesi de manidardır.
“Sekülerleşmiş
modern dünyada her zaman olduğu gibi bir Müslüman nasıl yaşar ve nasıl düşünür?”
dediğimizde, çoğu şeyin cevabını onda bulabiliriz. Şartlar ve zaman farklı olsa
da insan gerçeği her dönemde aynı olmuştur. Mesnevî okumalarım boyunca gördüğüm
tek gerçek ise, onun bütün derdinin nefis mücadelesi ve insan-ı kâmile ulaşma
yolculuğudur. Bunu görmek ve anlamak mümkündür.
Mesnevî’nin
asıl yazılış gayesi, bir rehberlik ve yol gösterme kılavuzluğudur. İnsanın
hakikatinden haber vermek, nereden gelip nereye gittiğiyle ilgili bir bilgi
kaynağıdır o. Mesnevî’de kast edilen aşk, mecazî yani dünyevî olan değil, İlâhî
bir aşktır. Yani Yüce Yaratıcıya duyulan derin bir muhabbet, kuvvetli bir iman
ve itikattır. Bununla birlikte ibadet, şükür, sabır ve kanaattir. Mevlâna, aşkı
dâvâya benzetir. Nasıl ki her dâvâ şahit ve ispat isterse, İlâhî aşk dâvâsı da
aynı şekilde ispat, şahit ve delil ister. Yaptığımız ibadet ve taatler bunun
ispatıyken, selim bir kalple gösterdiğimiz sabır, şükür ve kanaat de bunun
delili niteliğindedir. Âşık kişi, sevgilinin yanında varlık ve benlik
iddiasında bulunmaz. Âdeta sevdiğinde yok olur ve sevdiği gibi olur. Her daim
onu düşünüp onun istediği gibi olmak için yaşar ve hareket eder. Dolayısıyla bu
yol ve yöntemle dünyaya ait olan birçok bağdan da azat olduğu gibi, bu yolla
özgürleşmenin de hazzını tatmış olur.
“Şems”
Yoldan
ve yol göstericinin öneminden o kadar bahsettikten sonra Şems-i Tebrizî’den
bahsetmeden geçmek olmaz.
Şems-i
Tebrizî, Mevlâna’nın hayatında bir dönüm noktasıdır. Babası vesilesiyle mensup olduğu
Kübreviye tarikatının yerine Şems-i Tebrizî’nin gelişiyle aşk ve cezbe yolunu
tutmuştur. Şems-i Tebrizî, tarikat ehli bir mürşittir. Mevlâna bu serüveni “Hamdım,
piştim ve yandım” şeklinde özetlemiştir.
Mevlâna
ve Şems-i Tebrizî’nin buluşması, iki manevî cevherin birlikteliği, birbirini
tamamlamaları ve gönül aynalarını parlatmalarıdır. Bütün sevgiler haset ve kıskançlık
sebebi olur. Onların birbirlerine karşı duydukları derin muhabbet de
kıskançlığa neden oldu. O zamanın halkı, Mevlâna’da meydana gelen değişim ve
dönüşümü anlayamadığı gibi, bundan dolayı Şems-i Tebrizî’ye karşı büyük bir
öfke ve nefret duymuştur (bu durum kaynaklarda anlatılmaktadır). Gerçekte ise
bu buluşma birbirlerini aydınlatmış, eksiklerini tamamlayan bir vesileye
dönüşmüştür.
Mevlevihanlar,
Mesnevî okumaya başlamadan önce şu beyitlerle başlarlar: “Bizim için ‘Bu
hakikat sultanının yanına varmaya izin yoktur’ deme! Kerim olanlarla iş tutmakta
herhangi bir güçlük yoktur.”
Görüldüğü
gibi, mürşit veya rehber, kişiyi gideceği yere daha çabuk ve güvenli ulaştıran
bir vasıtadır. Tıpkı Mevlâna ve Şems-i Tebrizî ilişkisinde olduğu gibi…
Hakkı
ve hakikati sevenleri farklı bir yol, yöntem ve üslûpla yazılmış olan Mesnevî’yi
okumaya ve anlamaya davet ediyorum…