Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ile insan olmak

Zıtlıkların dünyasına giriyor insan Mevlânâ’nın sözlerinde. İyiyle kötünün, imanla küfrün ayrılmazlığına ikna ediyor insanı. İyinin ve güzelin insan iradesiyle şereflenen varlığını, zıddındaki menfi kavramlara isnat ediyor…

NE diye geldik bu fâni âleme? Gayemiz, hedefimiz, varlık sebebimiz ne?

İnsan olmak meselemiz. Buna dair yığınla soru ve bir o kadar da cevap var. Cevaplara bakmak, cevapları bulmak ve onları samimiyetle hayata iliklemek gerekiyor. İnsanlık, evvelâ Kur’ân ve Peygamberimiz Hazreti Muhammed’le (sav) anlamlanıyor. Bütün soruların cevabı tam da burada! Fakat bakmayı, görmeyi ve idrak etmeyi hakkıyla yapabilen az. Hâlbuki bütün gizler, aklın ve kalbin idrakiyle aşikâr olur. Bu idrake varabilene ne mutlu!

İşte onlardan biri, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî!

Mevlânâ kimdir?

Horasan’ın Belh şehrinde, 30 Eylül 1207’de (6 Rebîülevvel 604) dünyaya gelmiş bir âlim… Öyle bir âlim ki, âlem hayran. Onu bunca kıymete eriştiren en belirgin ve öncül özelliği de Kur’ân ve Sünnet çizgisinde dünyayı anlamlandırma çabasındaki o ihtişamlı özverisi. Aşk dolu gönlünden kâinata yayılan bir tını, hâlâ sarıyor insanlığı.

Babası Sultanü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled, Mevlânâ’ya “sultan” anlamına gelen “Hüdâvendigâr” lakabını takmış. İlim yolculuğu da yine babasıyla başlamıştır. Çeşitli bölgelerde hem ilmine ilim katmış, hem de insanlığı bu deryada beslemiştir. Konya’da Şems ile tanışmış, İlahî aşkın coşkunluğuyla eserlerinin şahikasına bundan sonra varmıştır.

Mevlânâ öğretisindeki incelikler

Anlayan, anlatır. Bilen, söyler. Yanan, olur. Mevlânâ’yı en derin ve en özet anlatmaya kalksak, “Anlayan, bilen ve yanan bir âşıktı” demek yerinde olur.

Çok şey söyledi gitti. Ama ne söylediyse mânânın derinliğinde, hakikatin sarsılmazlığında bulduk onu. Rabbinin Kelâmını kalbe koymadan, Peygamber’in (sav) düsturunu şiar edinmeden gerçeğin ve Hakk’ın tasvirine yeltenmedi. Hiçbir söz, bu kaidelerin dışında kalplerde bu denli baskın bir hâkimiyet kuramazdı kuşkusuz.

Neydi Mevlânâ’nın derdi? Bir dert ki, insana şerefi ve var olma gayesini nakşediyor. Bir dert ki, bu şerefe herkesi davet ediyor. Bir dert ki, anlamakla yetinmiyor, anlamayı ve bilmeyi tembihliyor. İnancın herkesi kavrayan ve kapsayan bir gönül genişliğine vardırdığı insanı anlatıyor.

Peygamberimizin (sav) insan sevgisindeki coşkun tabiatına hayranlığın menzili Mevlânâ. İnsanı sevmek, Hakk’ı sevmekle başlıyor. İnsanı bilmek, ona hürmetle ve sevgiyle bakmak, Hakk’ı sevmenin hem besini, hem de meyvesi oluyor onun dizelerinde. Sırrını sevgiden alan bir İslâm Medeniyeti’ni de ancak kalbi böyle sevgiyle taşkın âlimlerin anlatması lâyık olurdu kuşkusuz.

Ona göre varlık, tektir. Tekliğe erişmenin yegâne yolu da ölmektir. Fakat daha da evvel, ölmeden ölmektir. Benliği, “ben” denilen varlığı ezmek, bu ölümle birlikte gerçek ve tek varlığı keşfetmektir anlam. Bu, akılla ve bilimle kavranamaz bir maneviyatın tecellisidir ancak. Hiçbir bilim ve dehâ, maneviyatın erişebildiği varlık bilgeliğine erişemez. Mevlânâ, insanın gerçek varlığının bu yok oluş yolculuğunda olduğuna işaret ediyor. Yolculuğun da hem yakıcı olduğunu, hem de yolun sonunda insanı dermanın beklediği müjdesini fısıldıyor.

Zıtlıkların dünyasına giriyor insan Mevlânâ’nın sözlerinde. İyiyle kötünün, imanla küfrün ayrılmazlığına ikna ediyor insanı. İyinin ve güzelin insan iradesiyle şereflenen varlığını, zıddındaki menfi kavramlara isnat ediyor. İyiyi seçmenin asaletinin, kötünün el altındaki varlığından geldiğini; imanın ancak imansızlık ve küfür ihtimâlinden vazgeçmek ile kalbe düştüğünü ve bütün güzelliklerin, aksi olan çirkinliklerden ayrılmakla anlamlandığını anlatıyor bize.

Bir Peygamber sevdalısı Mevlânâ, Kur’ân’la nefes alıyor, Kur’ân’la nefes veriyor, insanın kalbine bu sevgiyi ilmek ilmek dokuyor.

Mevlânâ ile insan olmak

“Odun yanınca kül olur, insan yanınca kul olur.”

Ölümden doğuma bir yangın yeri âlem. Bu yangın, insanı insan yapan dert ile yanmak anlamıyla Mevlânâ’nın bu sözünde çeliyor aklımızı. Demek ki insan, dertsiz tasasız ve gayretsiz bir ömrü tüketmekle şereflenemiyor. İnsan olarak yaratılmanın şerefi, dertlerin ve kalbe düşen korun bitiminde neye evrildiğimizde gizli. Önce yanacağız herkes gibi… Ama her yanış bir anlama götürmüyor insanı. Bu yüzdendir ki, Mevlânâ insana, yanıp kavurulup insan olmakla eşdeğer, kulluğu keşfetmenin ayırdına vardırıyor bizi. “Boşa yanma!” diyor kalplere, “Yandığına değsin” diyor.

“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”

Ne şaheser bir deyiştir bu söz. Nice kulaklarda çınlar, nice evlerin duvarlarını süsler de ne az kalbe hükmeder aslında. Olmakla görünmek arasındaki o uçurumu esefle kınar bir yandan da…

Görünmek, bir sahte gayretçikle istenilen düzeye eriştirilebiliyor. “Çareyi, ‘Ne isen öyle görün’ diyerek bulamıyorsan, göründüğün (olmak istediğin) o elbiseye lâyık ol bari!” der gibi tamamlıyor anlamı. İnsan olmak, riyadan ve sahtelikten arınmak demek bir bakıma. İnsan, içi dışı bir olana deniliyor. İslâm, zaten her defa bunu tembihliyor. Müslümanlık, bir hakikati hakikatle yaşamanın gayreti ne de olsa…

“Dost, acı söyleyen değildir; acıyı tatlı söyleyebilendir.”

İlahî aşktan, sevgiden, hoşgörüden ve anlama gayretinden sıklıkla söz eden Hazret, dostluğu da bu yolculukta en derin imtihanlardan ve en vazgeçilmez hissedişlerden biri olarak beyan ediyor. Dost doğru söyler, hak söyler fakat tatlı söyler. Öyleyse… Kalbi inciten, ruhu acıtan dost olur mu hiç? Hele ki Mevlânâ gibi bir sevgi anlatıcısı için bu ne kadar da absürt olurdu! İnsan, insana iyi gelmeliydi.

“Kusur bulmak için bakma birine, bulmak için bakarsan bulursun. Kusuru örtmeyi marifet edin kendine, işte o zaman kusursuz olursun!”

“İnsan nedir?” sorusuna defalarca farklı mâkâmlardan cevap veren Mevlânâ’nın en derin nasihatlerinden biri de bu olsa gerek. İnsan ne çok kusur bulan bir gaflet içinde… Hele bu, ahir zamanın en büyük yarası değil mi? Sevmek, hoş görmek, düzeltmek, iyiyi iyilikle anlatmak yerine kusur bulup yermekle kendini daha üstün görme özlemi içler acısı! İnsan olma mücadelesinde ne büyük bir kayıp!

Hâlbuki hadislerde ve ayetlerde bize hep bu öğütlenmedi mi? “Kusur arama!”… İşte Mevlânâ da bu can yakan yalnızlığı tatlı bir direnişle bitirmeye çalışıyor. Kusur bulmak değil, örtmek marifet. Kusursuzluk ise, insanı kusursuz görmek.