Mevcût ilişkileri yeniden sorgulamak (4): BR’siz AB mi, AB’siz BR mi?

Daha evvel dünya politik konjonktürünün artık denge aramaz bir yörüngeye girdiğinden söz etmiş ve bizim de denge değil, kendimizi kabul ettirme hamleleri yapmamız lâzım geldiğini yazmıştık. Bu bakımdan Avrupa Birliği defterini kapatmak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti için daha temiz yolu döşemek olacaktır.

AVRUPA’YI okurken, konuya kıta üzerinden mi, yoksa kıtada hâkimiyet kurmak isteyenler üzerinden mi bakmalı?

***

Tarihin bütün dönemlerinde, yeryüzünde kendisine zenginlik verilen kimseler olmuştur.

Kur’ânî beyanla sabittir ki, bu kimselerden istenen, kendilerine verileni adaletle yeryüzünde dağıtmalarıdır.

Hazreti Âdem’den başlayıp günümüze kadar gelmiş olan ve bugün de işlemeye devam eden silsilenin kendi kümeleri var olmuştur.

Bu kimi zaman Allah’ın istediği kıvamda, kimi zamansa sevmediği bir tarzla şekillenmiştir.

Allah’ın kendilerine zenginlik verdiği ama O’nun istemediğini yapan kimseler, yeryüzünün egemenleri olma rolünü üstlenmeye kalkışmışlardır. Fakat Allah, verdiğini alacağını da her zaman göstermiştir.

Milyarlarca yaşı olduğunu bildiğimiz dünyanın tarihine ilişkin, elimizde sadece yazılı devlet evrakı bırakabilen 5 binyıllık bir veri mevcût…

Bu, sadece son beş binyıllık tarihin devletlerine dair bir bilgi sunuyor bize.

Bu bilgi gösteriyor ki, tarihteki bütün devletler, kendisine zenginlik verilmiş bir kimsenin ortaya koyduğu mekanizma üzerine kurulmuş.

Bu mekanizma; firavunluk, nemrutluk, imparatorluk, krallık, dükalık, emirlik, şahlık, beylik, sultanlık, hanlık ve daha türlü isimlerle, sözünü ettiğimiz “ulaşılabilen” tarihe not edilmiş.

Allah’ın rızâsına uygun şekilde işleyen mekanizmaya ise Kur’ân, “mülk” ismini vererek başındakine de “melik” unvanını yerleştirmiş.

Konumuz, ele aldığımız dosya itibariyle mülk yahut melik değil; Allah’ın mülküne egemen olmaya kalkışan diğerleri…

***

Meydan muharebelerinin en önemli koşulu ve yegâne hedefi, karşı tarafın liderini, başkomutanını ele geçirmek yahut ortadan kaldırmaktır.

Asya’dan Avrupa’ya tüm devletler tarihini kademe kademe incelediğimizde, sürekli harpler üzerine kurulu bir devinim seyrederiz.

Bu devinimin sonuncu en büyüğü Osmanlı Devleti’dir.

Yani Osmanlı Devleti, devletin aklını ve fermanını götürdüğü toprakları sadece meydanda vuruşarak kazanan son devlettir.


Bu devletin işleyiş mekanizması, unvanı han, sultan, padişah ve hattâ kayzer olup, mutlaka Ertuğrul Gazi oğlu Osman Bey’in soyundan gelenin üzerine kuruluydu.

Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu dünya konjonktürünün tüm devletleri, tıpkı Osmanlı’daki gibi hanedan üzerine inşâ ediliydi.

Osmanlı’nın Orta Avrupa ötesinde tasarrufunu doğrudan konuşturabildiği ülke Fransa’ydı. Fransa’da da monarşi, kral üzerinden işliyordu.

Meydan muharebelerinde başarısız olup, hattâ Osmanlı’nın kuşatmasına boyun eğmeyen savunmayı gerçekleştirebildiği için Avrupa’nın en ileri devleti, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olmuştu.

Ne tevafuktur ki, Türk ordularının karşılarına çıkarılıp da onları yenen tek ordu, yine Türklerden oluşmuştur. Tarih her defasında buna şâhit…

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da, adından da anlaşılacağı üzere bir hanedanlık üzerine inşâ ediliydi. Bu hanedan öyle dallı budaklıydı ki…

Fakat meydanda bileğini bükemedikleri rakiplerine karşı yeni bir savaş konsepti geliştirmeleri gerektiğini düşündüler.

Bu anlamda halkların nezdindeki hanedan bağımlılığının ortadan kalkması için yeni bir akım meydana getirmeleri gerekiyordu. Çok eskilere giderek tombaladan çıkardıkları “demokrasi” kelimesinin tesirinin nasıl bir sonuç vereceğini, Osmanlı’nın Batı Avrupa’da tek uzanabildiği Fransa’da test ettiler.

Evet, buradaki test tutmuş, Fransa’da hanedan ve dolayısıyla monarşik düzen çökmüştü.

Ancak Fransa, Osmanlı gibi bir ülke değildi. Osmanlı’da tebâ, hükümdara Fransa’daki gibi hislerle bağlı değildi. Ayrıca Fransa’da adil bir düzen yoktu.

Osmanlı’da ise hükümdar, sadece imparator değildi; aynı zamanda Halîfe idi!

Hilâfet hattının zayıflatılması için, Fransız İhtilâli sürecinin hazırlandığı organizasyon, ihtilâlden sonra daha da güçlü şekilde Osmanlı Devleti sınırları içinde yürütüldü.

Yani meydan muharebesi konseptinden gayr-i nizâmî harbe doğrudan geçilmiş, meydanda var olmayan başkomutana, hanedanın liderine, biricik cephesi olan sarayında vurma çalışmaları başlamıştı.

Menzili yüksek olan toplar boşa gideceği için entrikası yüksek casuslarla teşekkül ettiler payitahtta ve Devlet-i Âli’nin uzandığı her kıtada…

Osmanlı Hanedanı’nın karşısında, Avrupa’da yüzlerce aileden oluşan ve Osmanlı gibi bir insafı olmaksızın geçmişinden gelen Vandallığı barındıran, yüzlerce kuzenin sırf en büyük hedefi çökertmek için bir araya geldiği çok büyük bir sülâle vardı.

Bu sülâlenin bir parçası da Saksoburglardı.

Tarihe, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından kendisini diğer kuzenlerinden ayırmak üzere “Windsor” adını alarak kaydolunan Saksoburglar, sadece Avrupa’da değil, tüm dünyada tek hükümran olma adına bütün hanedanları ortadan kaldırmayı plânladı.

Osmanlı Hanedanı’nın çöküşünün zeminini hazırlayan Saksoburglar, Hint yarımadasından Çin ve Güney Avrupa’ya kadar birçok hanedan yönetimini de hedefine almıştı.

Sanayi Devrimi’nin mimarı olan ülke, meydan harbi konseptini çökertmesinin sonunda konvansiyonel savaş konseptini tüm dünyaya kabullendirdi.

***

Kuzenlerinse bu duruma bir cevapları olmalıydı.

Ancak öyle büyük bir baskı altındalardı ki gizlenme yolunu seçtiler ve bu esnada, kendisine zenginlik verilen başka kimselerle iletişime geçtiler.

Birinci Dünya Savaşı’nın başladığından bugüne henüz bitmediğini söyleyen (ki bu fakirin de kabul ettiği budur) tezlerin fikriyatı paralelinde, Avrupa’da bir hanedan ile birçok hanedanın kapışması tam yüz yüzyıldır devam ediyor!

Bu kavganın bugüne dek devam etmesinin sebebi, en büyük rakibin ekarte edilmesinden, Osmanlı’nın çökmesinden kaynaklanıyor.

Kendi aralarında kavga hâlinde olan Avrupa hanedanlarının savaştığı bir diğer alansa, kendilerini zor zamanlarında besleyen diğer yeryüzü zenginleri…

Zira onlar, devlet gibi büyük bir yükü üstlenmekten imtina ederek, bizzat devleti yönlendirme yolunu seçen ve kendilerinde, “Devletler halkları yönetsin, biz de devletleri yönetelim” cüreti peydahlanan Küreselciler…

Avrupa, hanedanların savaşında, sahibi oldukları servetlerle sürekli yer değiştirme görüntüsü veren ve yalnız kendi çıkarlarını güden Küreselcilerin, yeryüzünde hiçbir hanedanın da kalmadığı yepyeni bir imparatorluk kurma hedefinin olduğunu keşfetti.

Ve bu keşfin hemen ardından Birleşik Krallık yani İngiltere yani bağımsız hanedan Windsorların devleti, kendi varlığını korumak ve tasarrufunu yaydığı topraklardaki varlıklarını müdafaa etmek adına Küreselcilere bir savaş açtı: Brexit…

***

Buraya kadar bir Avrupa tahlili ve hanedan tanımlaması yaptık. Ancak genel başlığımızın “Mevcût İlişkileri Yeniden Sorgulamak” olduğunu hatırlatarak asıl girmemiz gereken yola şimdi girmek gerektiğini belirtelim…

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bir hanedan devleti değildir. Ancak binlerce yıllık tarihe sahip oluşuyla büyük bir birikimin de sahibidir.

Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayıp da Osmanlı Hanedanı’na sövenlerin yüz yıldır kendi hanedanlıklarını kurma çabaları ise asla gözlerimizden kaçmamıştır.

Tabiî milletin seçtikleri yahut vergilerle kurulan makamlara oturtulanların yeni nesil hanedanlıklar kurmalarına da izin verilmeyecektir.

Zira bu milletin tanıyacağı tek hanedan, Efendimiz’in Medîne’de kurduğu İslâm Mülkü’nün yegâne temsilcisinin şahsı olabilir.

Bu konuyu daha sonra ele almak üzere kapatmak istesem de Avrupa’ya bakış üzerinden kısmen devam ettirmek zorundayım.

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını sağlayan birincil güç, İngiltere idi. Ve biz, evet, biz yenilmiştik!

Almanlar yenildiği için değil, İstanbul’umuza girildiği için, Kudüs’ümüzü yitirdiğimiz için, Hicaz’ımızı kaybettiğimiz için, Saraybosna’mızı, Sofya’yı, Budin’i, Batum’u yitirdiğimiz için…

Bugünkü başkentimiz Ankara’nın Polatlı ilçesinden Ulus’taki taş binalarda top sesleri yankılandığı için…

Tarihi ibret almak, geçmişte kalan hatâlara düşmemek ve moral/çözüm yolu bulmak için, tarihin tanıklarına saldırmadan, içinde bulundukları şartları görmezden gelmeksizin okumalı…

Değilse, Hindistan’ı İslâm ahlâkı ve eserleriyle donatan Babür İmparatorluğu’nun en son hükümdarı İkinci Bahadır Şah’ı esrarkeşlikle suçlayıp üzerini örtüveririz. İşin aslını görmeye hiç mi hiç gerek kalmaz…

***

Dijital Çağ’ın başlangıcında, Brexit’in gerçekleştiğini ve Avrupa Birliği’nin kendisine hanedancılık ile küreselcilik makasında bir yol seçmesi gerektiğini görmek, mevcût ilişkileri kendi lehimize yönlendirmek adına son derece önemlidir.

Daha evvel dünya politik konjonktürünün artık denge aramaz bir yörüngeye girdiğinden söz etmiş ve bizim de denge değil, kendimizi kabul ettirme hamleleri yapmamız lâzım geldiğini yazmıştık.

Bu bakımdan Avrupa Birliği defterini kapatmak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti için daha temiz yolu döşemek olacaktır.

PKK, FETÖ, DAEŞ, DHKP-C ve daha başka isimlerle birçok terör örgütüne karşı mücadele etme zahmeti çekmemiz yine mümkün. Fakat onların tamamen yok olmasını sağlamak daha da mümkün.

Ve Doğu’da ve de Batı’da hitap edebileceğimiz ve zor zamanda yanımızda görmek istediğimiz kardeşlerimizi belki daha kısa gelecekte tamamen kendimizle buluşturabileceğimiz yol da burada...

Bu yol, İngiltere ile kardeşlik yahut ittifak kurmak demek değildir.

Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek hiç değildir.

Zira bu satırlara gelene kadar, onun tek başına kaldığını anlattık. Bu kendi seçimi değildi, ancak ona zorlandı. Ve Türkiye, entrika bilmez merhamet hüviyetiyle, son gönderdiği tıbbî malzemeler üzerine kondurduğu Cumhurbaşkanlığı Forsu’ndaki 16 devlet ile hangi hanedanların mîrasçısı olduğunu ayan etti.

***

Şimdi sıra, Afrika’da Küreselcilerden aldığı destekle sömürü hegemonyasını sürdüren ve Osmanlı’dan aldığı kapitülasyonlarla cihana caka satıp son demde Devlet-i Âli’nin vârislerinin başına çorap örmeye kalkışan Fransa’yı, Kara Kıta’dan söküp atarak yeni dünya düzenini kurgulayacak yepyeni kurgunun yazılımına gelmiştir!

Bu yazılımın kodlarını ya kabul edecekler, ya kabul edecekler!