AVRUPA’YI okurken, konuya
kıta üzerinden mi, yoksa kıtada hâkimiyet kurmak isteyenler üzerinden mi
bakmalı?
***
Tarihin
bütün dönemlerinde, yeryüzünde kendisine zenginlik verilen kimseler olmuştur.
Kur’ânî
beyanla sabittir ki, bu kimselerden istenen, kendilerine verileni adaletle
yeryüzünde dağıtmalarıdır.
Hazreti
Âdem’den başlayıp günümüze kadar gelmiş olan ve bugün de işlemeye devam eden
silsilenin kendi kümeleri var olmuştur.
Bu
kimi zaman Allah’ın istediği kıvamda, kimi zamansa sevmediği bir tarzla
şekillenmiştir.
Allah’ın
kendilerine zenginlik verdiği ama O’nun istemediğini yapan kimseler, yeryüzünün
egemenleri olma rolünü üstlenmeye kalkışmışlardır. Fakat Allah, verdiğini
alacağını da her zaman göstermiştir.
Milyarlarca
yaşı olduğunu bildiğimiz dünyanın tarihine ilişkin, elimizde sadece yazılı
devlet evrakı bırakabilen 5 binyıllık bir veri mevcût…
Bu,
sadece son beş binyıllık tarihin devletlerine dair bir bilgi sunuyor bize.
Bu
bilgi gösteriyor ki, tarihteki bütün devletler, kendisine zenginlik verilmiş
bir kimsenin ortaya koyduğu mekanizma üzerine kurulmuş.
Bu
mekanizma; firavunluk, nemrutluk, imparatorluk, krallık, dükalık, emirlik, şahlık,
beylik, sultanlık, hanlık ve daha türlü isimlerle, sözünü ettiğimiz “ulaşılabilen”
tarihe not edilmiş.
Allah’ın
rızâsına uygun şekilde işleyen mekanizmaya ise Kur’ân, “mülk” ismini vererek
başındakine de “melik” unvanını yerleştirmiş.
Konumuz,
ele aldığımız dosya itibariyle mülk yahut melik değil; Allah’ın mülküne egemen
olmaya kalkışan diğerleri…
***
Meydan
muharebelerinin en önemli koşulu ve yegâne hedefi, karşı tarafın liderini,
başkomutanını ele geçirmek yahut ortadan kaldırmaktır.
Asya’dan
Avrupa’ya tüm devletler tarihini kademe kademe incelediğimizde, sürekli harpler
üzerine kurulu bir devinim seyrederiz.
Bu
devinimin sonuncu en büyüğü Osmanlı Devleti’dir.
Yani Osmanlı Devleti, devletin aklını ve fermanını götürdüğü toprakları sadece meydanda vuruşarak kazanan son devlettir.
Bu
devletin işleyiş mekanizması, unvanı han, sultan, padişah ve hattâ kayzer olup,
mutlaka Ertuğrul Gazi oğlu Osman Bey’in soyundan gelenin üzerine kuruluydu.
Osmanlı
Devleti’nin içinde bulunduğu dünya konjonktürünün tüm devletleri, tıpkı
Osmanlı’daki gibi hanedan üzerine inşâ ediliydi.
Osmanlı’nın
Orta Avrupa ötesinde tasarrufunu doğrudan konuşturabildiği ülke Fransa’ydı.
Fransa’da da monarşi, kral üzerinden işliyordu.
Meydan
muharebelerinde başarısız olup, hattâ Osmanlı’nın kuşatmasına boyun eğmeyen
savunmayı gerçekleştirebildiği için Avrupa’nın en ileri devleti,
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olmuştu.
Ne
tevafuktur ki, Türk ordularının karşılarına çıkarılıp da onları yenen tek ordu,
yine Türklerden oluşmuştur. Tarih her defasında buna şâhit…
Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu da, adından da anlaşılacağı üzere bir hanedanlık üzerine inşâ
ediliydi. Bu hanedan öyle dallı budaklıydı ki…
Fakat
meydanda bileğini bükemedikleri rakiplerine karşı yeni bir savaş konsepti
geliştirmeleri gerektiğini düşündüler.
Bu
anlamda halkların nezdindeki hanedan bağımlılığının ortadan kalkması için yeni
bir akım meydana getirmeleri gerekiyordu. Çok eskilere giderek tombaladan
çıkardıkları “demokrasi” kelimesinin tesirinin nasıl bir sonuç vereceğini,
Osmanlı’nın Batı Avrupa’da tek uzanabildiği Fransa’da test ettiler.
Evet,
buradaki test tutmuş, Fransa’da hanedan ve dolayısıyla monarşik düzen çökmüştü.
Ancak
Fransa, Osmanlı gibi bir ülke değildi. Osmanlı’da tebâ, hükümdara Fransa’daki
gibi hislerle bağlı değildi. Ayrıca Fransa’da adil bir düzen yoktu.
Osmanlı’da
ise hükümdar, sadece imparator değildi; aynı zamanda Halîfe idi!
Hilâfet
hattının zayıflatılması için, Fransız İhtilâli sürecinin hazırlandığı
organizasyon, ihtilâlden sonra daha da güçlü şekilde Osmanlı Devleti sınırları
içinde yürütüldü.
Yani
meydan muharebesi konseptinden gayr-i nizâmî harbe doğrudan geçilmiş, meydanda
var olmayan başkomutana, hanedanın liderine, biricik cephesi olan sarayında
vurma çalışmaları başlamıştı.
Menzili
yüksek olan toplar boşa gideceği için entrikası yüksek casuslarla teşekkül
ettiler payitahtta ve Devlet-i Âli’nin uzandığı her kıtada…
Osmanlı
Hanedanı’nın karşısında, Avrupa’da yüzlerce aileden oluşan ve Osmanlı gibi bir
insafı olmaksızın geçmişinden gelen Vandallığı barındıran, yüzlerce kuzenin
sırf en büyük hedefi çökertmek için bir araya geldiği çok büyük bir sülâle
vardı.
Bu
sülâlenin bir parçası da Saksoburglardı.
Tarihe,
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından kendisini diğer kuzenlerinden ayırmak üzere
“Windsor” adını alarak kaydolunan Saksoburglar, sadece Avrupa’da değil, tüm
dünyada tek hükümran olma adına bütün hanedanları ortadan kaldırmayı plânladı.
Osmanlı
Hanedanı’nın çöküşünün zeminini hazırlayan Saksoburglar, Hint yarımadasından
Çin ve Güney Avrupa’ya kadar birçok hanedan yönetimini de hedefine almıştı.
Sanayi
Devrimi’nin mimarı olan ülke, meydan harbi konseptini çökertmesinin sonunda
konvansiyonel savaş konseptini tüm dünyaya kabullendirdi.
***
Kuzenlerinse
bu duruma bir cevapları olmalıydı.
Ancak
öyle büyük bir baskı altındalardı ki gizlenme yolunu seçtiler ve bu esnada,
kendisine zenginlik verilen başka kimselerle iletişime geçtiler.
Birinci
Dünya Savaşı’nın başladığından bugüne henüz bitmediğini söyleyen (ki bu fakirin
de kabul ettiği budur) tezlerin fikriyatı paralelinde, Avrupa’da bir hanedan
ile birçok hanedanın kapışması tam yüz yüzyıldır devam ediyor!
Bu
kavganın bugüne dek devam etmesinin sebebi, en büyük rakibin ekarte
edilmesinden, Osmanlı’nın çökmesinden kaynaklanıyor.
Kendi
aralarında kavga hâlinde olan Avrupa hanedanlarının savaştığı bir diğer alansa,
kendilerini zor zamanlarında besleyen diğer yeryüzü zenginleri…
Zira
onlar, devlet gibi büyük bir yükü üstlenmekten imtina ederek, bizzat devleti
yönlendirme yolunu seçen ve kendilerinde, “Devletler
halkları yönetsin, biz de devletleri yönetelim” cüreti peydahlanan Küreselciler…
Avrupa,
hanedanların savaşında, sahibi oldukları servetlerle sürekli yer değiştirme
görüntüsü veren ve yalnız kendi çıkarlarını güden Küreselcilerin, yeryüzünde
hiçbir hanedanın da kalmadığı yepyeni bir imparatorluk kurma hedefinin olduğunu
keşfetti.
Ve
bu keşfin hemen ardından Birleşik Krallık yani İngiltere yani bağımsız hanedan
Windsorların devleti, kendi varlığını korumak ve tasarrufunu yaydığı
topraklardaki varlıklarını müdafaa etmek adına Küreselcilere bir savaş açtı:
Brexit…
***
Buraya
kadar bir Avrupa tahlili ve hanedan tanımlaması yaptık. Ancak genel
başlığımızın “Mevcût İlişkileri Yeniden Sorgulamak” olduğunu hatırlatarak asıl
girmemiz gereken yola şimdi girmek gerektiğini belirtelim…
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, bir hanedan devleti değildir. Ancak binlerce yıllık tarihe
sahip oluşuyla büyük bir birikimin de sahibidir.
Türkiye
Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayıp da Osmanlı Hanedanı’na sövenlerin yüz
yıldır kendi hanedanlıklarını kurma çabaları ise asla gözlerimizden
kaçmamıştır.
Tabiî
milletin seçtikleri yahut vergilerle kurulan makamlara oturtulanların yeni
nesil hanedanlıklar kurmalarına da izin verilmeyecektir.
Zira
bu milletin tanıyacağı tek hanedan, Efendimiz’in Medîne’de kurduğu İslâm
Mülkü’nün yegâne temsilcisinin şahsı olabilir.
Bu
konuyu daha sonra ele almak üzere kapatmak istesem de Avrupa’ya bakış üzerinden
kısmen devam ettirmek zorundayım.
Birinci
Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını sağlayan birincil güç,
İngiltere idi. Ve biz, evet, biz yenilmiştik!
Almanlar
yenildiği için değil, İstanbul’umuza girildiği için, Kudüs’ümüzü yitirdiğimiz
için, Hicaz’ımızı kaybettiğimiz için, Saraybosna’mızı, Sofya’yı, Budin’i,
Batum’u yitirdiğimiz için…
Bugünkü
başkentimiz Ankara’nın Polatlı ilçesinden Ulus’taki taş binalarda top sesleri yankılandığı
için…
Tarihi
ibret almak, geçmişte kalan hatâlara düşmemek ve moral/çözüm yolu bulmak için,
tarihin tanıklarına saldırmadan, içinde bulundukları şartları görmezden
gelmeksizin okumalı…
Değilse,
Hindistan’ı İslâm ahlâkı ve eserleriyle donatan Babür İmparatorluğu’nun en son
hükümdarı İkinci Bahadır Şah’ı esrarkeşlikle suçlayıp üzerini örtüveririz. İşin
aslını görmeye hiç mi hiç gerek kalmaz…
***
Dijital
Çağ’ın başlangıcında, Brexit’in gerçekleştiğini ve Avrupa Birliği’nin kendisine
hanedancılık ile küreselcilik makasında bir yol seçmesi gerektiğini görmek,
mevcût ilişkileri kendi lehimize yönlendirmek adına son derece önemlidir.
Daha
evvel dünya politik konjonktürünün artık denge aramaz bir yörüngeye girdiğinden
söz etmiş ve bizim de denge değil, kendimizi kabul ettirme hamleleri yapmamız
lâzım geldiğini yazmıştık.
Bu
bakımdan Avrupa Birliği defterini kapatmak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti için
daha temiz yolu döşemek olacaktır.
PKK,
FETÖ, DAEŞ, DHKP-C ve daha başka isimlerle birçok terör örgütüne karşı mücadele
etme zahmeti çekmemiz yine mümkün. Fakat onların tamamen yok olmasını sağlamak
daha da mümkün.
Ve
Doğu’da ve de Batı’da hitap edebileceğimiz ve zor zamanda yanımızda görmek
istediğimiz kardeşlerimizi belki daha kısa gelecekte tamamen kendimizle buluşturabileceğimiz
yol da burada...
Bu
yol, İngiltere ile kardeşlik yahut ittifak kurmak demek değildir.
Köprüyü
geçene kadar ayıya dayı demek hiç değildir.
Zira
bu satırlara gelene kadar, onun tek başına kaldığını anlattık. Bu kendi seçimi
değildi, ancak ona zorlandı. Ve Türkiye, entrika bilmez merhamet hüviyetiyle,
son gönderdiği tıbbî malzemeler üzerine kondurduğu Cumhurbaşkanlığı Forsu’ndaki
16 devlet ile hangi hanedanların mîrasçısı olduğunu ayan etti.
***
Şimdi
sıra, Afrika’da Küreselcilerden aldığı destekle sömürü hegemonyasını sürdüren
ve Osmanlı’dan aldığı kapitülasyonlarla cihana caka satıp son demde Devlet-i
Âli’nin vârislerinin başına çorap örmeye kalkışan Fransa’yı, Kara Kıta’dan
söküp atarak yeni dünya düzenini kurgulayacak yepyeni kurgunun yazılımına
gelmiştir!
Bu yazılımın kodlarını ya kabul edecekler, ya kabul edecekler!