Mesnevî’nin ilk on sekiz beyti etrafında: "Dinle neyden"

Bir atasözümüz vardır “Yiğit düştüğü yerden kalkar” diye, düştük ve düşmenin şaşkınlığıyla kalkmayı bir müddet ihmal ettik. Ama bugün düştüğümüz yerden kalkıyoruz. Elimizden tutanın artık Batı felsefesi değil, Doğu irfanı olması gerekir. Yüzümüzü Batı’ya döndüğümüz anda ışığa da sırtımızı döndük. Işık arkamızdan geldi ve o yüzden gölgemizi uzun zaman hakikat zannettik. Şimdi, bu sanal hakikati bir tarafa bırakıp yönümüzü tekrar ışığın geldiği yere dönme vaktidir!

“BİŞNEV in ney çün hikâyet mîkoned/ Ez cüdâyihâ şikâyet mîkoned” (Dinle neyden, neler anlatır neler!/ Yakınıp ayrılıklardan şöyle der…).

Mesnevî, “Bişnev (Dinle!)” hitabıyla başlar. Bu hitap, Mesnevî’nin can kulağıyla dinlenilmesine dair bir uyarıdır: “Dinle ey can, dinle ey oğul, dinle ey insanlık!” Bu sözler, her ne kadar bildiğimiz harf ve kelimelerin şekillerine bürünmüş olsalar da sıradan harf ve kelimelerin taşıdıkları ses ve mânâlara benzemezler. 

Mesnevî’nin kelimeleri, doğrudan doğruya ab-ı hayat pınarından akıp gelmektedir. Ta ki âşık gönüller kana kana içip taze can bulsun, gam denizine dalanlar gamdan kurtulsun, ümitsizlik kuyusuna düşenler kuyudan çıksın, fani suretlerden korkanlar cesaret bulsun, katı kalpler yumuşasın, kıskançlık ateşiyle yananlar ferahlasın, cimriler mânâ başakları saçsın, riyakârlar maskelerini yırtsın, zalimler mazlumlara kulak tutsun, cahiller ilme doysun, sığ gönüller genişlesin, vefasızlar akitlerini hatırlasınlar.

Mesnevî şarihlerinin hepsi, “Bişnev (Dinle!)” sözcüğündeki “b” harfinin besmeleyi işaret ettiğini söyler. “B” harfi, öncelikle besmeleyi, ardından pek çok şeyi işaret eder. Mevlana’nın doğum yeri olan Belh, Allah’ın Bâkî, Bârî, Basît, Basîr, Bâis ve Berr isimleri, Elest meclisinde “Belâ (Evet!)” dememizi…

İsmail Hakkı Bursevî, Mesnevî Şerhi’nde “b” harfinin 26 ayrı şeye işaret ettiğinden söz eder. Bu ayrıntılı yorum biçimi, Mesnevî’yi nasıl okuyup yorumlamamız gerektiğini gösteren anlamlı bir örnektir. Mesnevî’nin anlatım tarzı, işârî, yani semboliktir. O yüzden Mesnevî metni, bir semboller ormanıdır. İlahî sırların diri ruhu, o semboller ormanı içine gizlenmiştir. Yorumcuya düşen, bu ormanda uyuyan mânâ dilberini bulan bir şehzade olmaktır. 

Mesnevî’nin “Bişnev”, yani “Dinle!” sözcüğüyle başlaması bilinçli bir seçimdir. Zira insanın anne karnındayken gelişen ilk duyusu kulaktır. Kulak, insanın dış dünyayla irtibatını kuran ilk cihazıdır. Anne karnı, doğrudan doğruya dünyayı işaret eder; anne karnındaki ceninse hücredeki dervişi.

“Dinleyin! Siz aslında karanlık bir mahbes içerisindesiniz. Dışarıda geniş bir âlem olduğunu, orada hiçbir kulağın duymadığı sesler bulunduğunu bilmiyorsunuz. Onun için dinleyin!” 

Bu hakikatleri kendisinden dinleyeceğimiz şey “ney”dir. Buradan anlaşılıyor ki “ney”, bir semboldür. Peki, neyin sembolü?

Ney, insan-ı kâmilin sembolüdür. “İnsan-ı kâmil” kimdir? Hakk’ın hakikatinin kendisinde tecelli ettiği halifesi, Hakk ile halk arasındaki vasıtasıdır. İnsan-ı kâmilin vasıtalık ettiği şey nedir? Hakk’ın feyizlerinin yayılması… İnsan-ı kâmil, bir imdat vasıtası ve bir habercidir. Demek ki insan-ı kâmili simgeleyen ney, bir hakikat habercisidir. 

Mesnevî, hakikatin zirvesine ulaşan birinin ağzından konuşan bir eserdir ve ondan ötesi yoktur. Nasıl ki Miraç’ta Peygamberimizin varabildiği son yer “kabe kavseyni ev ednâ” (iki yay miktarı, hatta ondan da yakın) makamıysa, mürşitler için de hakikate giden yol, daima çıkılabilecek bir son makamla biter. O makama yükseldikten sonra çıkılabilecek bir yer yoktur. İnsan-ı kâmil oradan seyreder ve oradan söyler. Bu noktaya “hakikat seması” diyebilirsiniz, eski tabirle “menâzır-ı ûlâ”, “arş” veya “ferş” de. Ne deyeceğiniz hiç önemli değil, asıl önemli olan hakikat, insanın velî bile olsa Hakk’a yakınlığının belli bir makama kadar olduğudur. İnsan o sınırdan öteye geçemez. Buradan ötesi, Cebrail’in, kanatlarının yanmasından korktuğu yerdir. Her şeye rağmen gerçek mürşidin ulaştığı makamın mesafesi, hakikati algılamak ve aktarabilmek için yeterli bir mesafedir. 

Mürşit, bir aracıdır. Aktardığı şeyler, kendi ürettiği şeyler değildir. O yüzden de “ney” sembolü bilhassa verilmiştir. “Ney” adlı çalgıyı bir düşünelim. Onu elimizden ve dudağımızdan uzaklaştırdığımızda, bizi efkâr denizine daldıran hiçbir nağme duyulmaz. Ney, ancak insan dudağıyla temas ettiği zaman etkili bir araca dönüşür. Zaten Mevlana da bu hakikati, “Dostun dudağına eş olsam eğer,/ Söylerdim ney misali nice sözler” beytiyle dile getirir. Demek ki, neyin o nağmeleri söyleyebilmesi ve aracılık görevini yerine getirebilmesi için hakikatleri kulağına fısıldayan bir dostun dudağıyla temas etmesi gerekir.

Dolayısıyla insan-ı kâmil dediğimiz mürşit, Hakk ile halk arasında sadece bir ney gibidir. Hakk’ın nefesinden gelen diriltici mânâ akımı gönlüne dolmasa, kâmil de olsa insanın hiçbir şey söyleme kudreti yoktur. Bu nefes olmazsa, kâmil insan vehbî olanı değil, kesbî olanı söyler. Vehbî olan, doğrudan doğruya Allah’ın insana bağışıdır. Kesbî olan ise, kişinin kendi gayretleriyle elde ettiği ilimdir. Fakat kâmil insan, daima vehbî olanı, yani ârifin söyleyeceği şeyi söyler. İlmi değil, irfanı anlatır. 

Ney, insan-ı kâmilin sembolüdür. “İnsan-ı kâmil” kimdir? Hakk’ın hakikatinin kendisinde tecelli ettiği halifesi, Hakk ile halk arasındaki vasıtasıdır. İnsan-ı kâmilin vasıtalık ettiği şey nedir? Hakk’ın feyizlerinin yayılması…

Seyr-i sülûk

Neyin, mürşidin sembolü olarak seçilmesinde ney ile insan-ı kâmilin çeşitli yönlerden benzerlikler göstermesi etkili olmuştur. Ney, bir kamışlıktan kopartılmıştır. Asıl vatanı bir kamışlıktır (Mevlana’nın ifadesiyle “Neyistan”). Oradan kopartıldıktan sonra kendi haline bırakılmamış, kesilmiş, budanmış ve bir şekle sokulmuştur. Kurutulmuş ve içinde hayat alameti olan lif ve pamukçuklar temizlenmiş, daha sonra da yakılarak bağrı yedi yerden delinmiştir. Kuruduktan sonra o, artık kamışlıktaki kamıştan farklı bir şeydir. Bir neyzenin eline geçip dudağına değdiğinde nağmeler söyleyecek, hakikatler anlatacak bir hale gelmiştir. 

Aynen bunun gibi bizler de kendi kamışlığımızdan kopartıldık. Bizim koparıldığımız kamışlıksa “bezm-i elest”tir. Yani hepimizin toplandığı ve İlahî soruya muhatap olduğumuz yer. “Elestü birabbiküm” sorusunu ruhlarımızın duyduğu meclis, bizim kamışlığımızdır. Orası ruhlarımızın aslî vatanıdır. Ruhun aslî vatanı, aslında bizim de aslî vatanımızdır. Dolayısıyla kamışlık, insan söz konusu olduğunda aslî vatanı işaret eder. 

İnsanın ney gibi bir aracı haline gelmesi için belli merhaleler vardır. Bu merhaleler, nefsin eğitimi ile alakalıdırlar. Bunun için nefs, yedi aşamadan geçirilir. İşte neydeki musiki perdelerini karşılayan yedi adet delik, nefsin yedi merhalesine de işaret eder.

En altta “nefs-i emmare” perdesi vardır, yani “buyuran nefis”. Bu nefis, bizi kendi hükmüne alır ve istediği biçimde yönlendirir. Onun üstünde “nefs-i levvame” perdesi vardır. Burası, yaptıklarımızdan dolayı bizi “kınayan nefsin” yeridir. Üçüncü perdeye tekabül eden nefs kategorisi ise “nefs-i mülhime”dir. Bu kategoride insanın “İlahî ilhamlara mazhar olma” süreci başlamıştır. Bu kategorilerde yol almaksa durduk yerde olmaz. Seyr-i sülûk dediğimiz süreçte, çileye girerek Allah’a doğru yapılan bir yolculukla mümkün olur. Dördüncü kategori, “nefs-i mutmainne” kategorisidir. Burada artık nefs, “huzura ermiş” ve farklı bir güven kategorisinin içerisine girmiştir; yani nurun nereden geldiğini idrak eden bir düzeydedir. Ardından “nefs-i radiye” seviyesi gelir. Bu makam, “rıza” makamıdır. Hakk yolcusu, bu kategoride doğrudan doğruya bir ölünün nefsine sahiptir, âlemle alakası kalmamıştır. İşte bu noktadan sonra “nefs-i mardiye” dediğimiz ve altıncı perdeye tekabül eden nefis kategorisi gelir ki, o da “Allah’ın kendisinden hoşnut olduğu nefis”tir. Bu nefis, gayb sırlarına vakıf olan nefistir. Neydeki yedinci perdeye denk gelen nefis kategorisi ise “nefs-i kâmile”dir. İnsanı mürşit yapan, insanı kâmil yapan nefis kategorisidir.

Demek ki mürşidi sembolize eden neyin nağmelerindeki perdeler, aslında çok çetin bir süreçten geçildikten sonra insanı kâmil hale getiren yedi nefis kategorisine işaret eder. 

Demiştik ki, “Neyin içerisindeki lif ve pamukçuklar temizlenir”; çünkü bunlar, kamışlığa ait şeylerdir. İşte bu süreçte mürşid-i kâmil de gönlünden dünyaya ait şeyleri temizler. Bu arıtma olmalıdır ki İlahî hakikatler gelsin. Yaratılışta boşluk yoktur. Bir şeyi boşaltırsanız, yerine daima başka bir şey dolar. Eğer siz içinizden dünyayı boşaltırsanız, oraya mânâ âlemine ait olan şeyler dolar. 

Ruhsat

Mevlana beytin devamında zımnen, “neler anlatır neler!” diyor. Neyin bir öyküsü, bir davası, bir hakikati vardır ve nağmelerinde onu anlatır. Mürşid-i kâmil, anlatma sürecine “Anlatayım” diye başlamaz; daima bir “müsaade” söz konusudur. Bu müsaade alınmadan konuşulmaz. Hakikati aktarması için kendisine “ruhsat” verilir. Mevlana’nın Mesnevî’yi yazmasının ardında da böyle bir müsaade gizlidir.

Mutasavvıflarda şöyle bir bildirimle karşılaşırsınız: “Benim anlatacağım şu hakikatler gayb âleminde belirdiği için, benim konuşmam, gaybî kaderin zuhurudur. Ben bir aracıyım; aktardığım şeyler benim dışımda belirlenmiştir.”

Mutasavvıflar konuşmayı, gaybî kaderin gerçekleşmesi olarak nitelerler. Ancak bunun olması için tecellinin daimî olması şarttır. Mürşit söz konusu izni alıp anlatmaya başlayınca, üzerinde feyizli bir bulut belirir ve her an bir tecelli kendisiyle temas eder. Bu tecellinin kesilmesine “fetret” denir. Fetret döneminde bir kaos oluşur. Bu kaos hem kâmil insanı sarsar, hem de etrafındakileri. 

Mesnevî’nin bir başlama hikâyesi vardır. Mevlana gaybî müsaadeyi aldıktan sonra, kendi kalemiyle ilk 18 beyti nazma çekmiştir. Bir gün Hüsameddin Çelebi ile sohbet ederlerken, Çelebi, Mevlana’ya “Efendim, artık bir eser verme zamanınız gelmedi mi? Müritleriniz Hakim Senâyî’den ve Feridüddin Attar’dan okuyorlar. Siz de Attar’ın Esrarnâme’si gibi bir eser hazırlasanız da müritleriniz ondan istifade etseler” dedi. Mevlana da buna karşılık olarak Mesnevî’nin ilk 18 beytini yazdığı bir sayfayı sarığının kenarından çıkarır ve der ki, “Ey Hakk ziyası Hüsameddin! Şöyle bir şey mi istiyorsun?”. Bu 18 beyit, Mesnevî’nin ulu ağacının çekirdeğidir. 

Buradaki diyalogda Mevlana hatibi, Hüsameddin Çelebi de muhatabı temsil etmektedir. Hüsameddin Çelebi, aynı zamanda çağlar boyunca Mesnevî’nin sırlarını takip eden dinleyici kitlesinin şahs-ı manevîsidir. O, Mevlana’nın anlamlar denizinden çıkardığı hakikat incilerinin ilk talibidir; Mesnevî’yi okuyan, çeviren ve yorumlayanların da ilk piri. Dolayısıyla Mesnevî ile bir şekilde temas eden herkes, Hüsameddin Çelebi’nin varisidir aslında. Çünkü Mesnevî’yi Mevlana ile Hüsameddin Çelebi inşa etmiştir. Biri söylemiş, diğeri yazmış ve yazıya geçen her kısmı yedi kez müzakere etmişlerdir. Bu müzakere, Hazreti Peygamber ile Cebrail’in müzakeresine dayanır. Rivayete göre Cebrail her ayeti 7 kez Peygamberimize, Peygamberimiz de 7 kez ona okumuştur. 


Magz-ı Kur’an

Mesnevî, laf olsun diye konuşan, laf olsun diye hikâye anlatan bir eser değildir. Mesnevî’ye eskiler -irfanî bir kavram olarak- “Magz-ı Kur’an” derler. Yani Kur’an’ın öz haline getirilmiş bir izahı... Mesnevî, üç ayaklı bir hakikat eseridir: Birinci ayağı Kur’an, ikinci ayağı Sünnet ve üçüncü ayağı da bunların yorumuyla ortaya çıkan irfanî birikimdir. Üçüncü aşama, medrese ve tekkenin bütün birikimlerini içerir. Mevlana, bu üçünün terkibinden yeni bir irfan dili oluşturarak konuşur. 

Mesnevî, biçim olarak da doğrudan doğruya Kur’an’ı model alır. Kur’an, İlahî bir belagattir. İnsanların İlahî belagatle yarışmaları mümkün değildir. O zaman insanın yapacağı şey, İlahî belagati model almaktır. Mesnevî, işte bu yüzden Kur’an’ı model almıştır! Kur’an’da nasıl ki bir şey baştan sona anlatılıp bitirilmez, daima işaretlerle ilerlenir, kıssalarla desteklenirse, Mesnevî de meseleleri aynen onun gibi anlatır.

Mesnevî’nin gücü de buradan gelmektedir. Mevlana, diğer velilerden farklı olarak iyi bir şey daha yapmıştır: Tasniften kaçınmak… Çünkü tasnif yapmak, mânâyı dondurmak gibi bir tehlike içerir. İbn Arabî, Kelâm ekolünün çok güçlü olduğu Endülüs’te yetiştiği için irfan dilinin verilerini tasnif etmiştir. Elbette tasavvufî hakikatin anlaşılması ve çok rahat kavranması için bir tasnif ihtiyacı vardır. Fakat tasnif, üç veya dört kuşak sonraki nesillere çok kuşatıcı gelmeyebilir; bir başkası yeni bir tasnif yaparak önceki yorumu iptal edebilir ki böyle olması da gerekir. Zira tasnif, aklî bir işlemdir. İşte bu gerçeğe binaen Mevlana, gaybî mânâları Kur’an’ı model alarak tasnif etmek yerine tüm esere yaymıştır. Bu demektir ki, her nesil Mesnevî’yi yeniden ele alabilir ve yorumlayabilir ama Mesnevî yorumu, sadece yorumcuyu bağlar. Zira modeli Kur’an’dır ve Kur’an üzerine ne kadar tefsir yazılırsa yazılsın, ana metne göre daima nakıstır ve sadece müfessiri bağlar.

Kur’an’da meseleler daima akıcı ve seyyal haldedir. Kur’an, halk-ı cedidin, yani her an yeniden yaratılışın kelama dökülmüş bir numunesidir. Kur’an’daki kavramlarda ve mânâlarda daima halk-ı cedid ilkesi vardır. Onlar yorumcunun gönlünde her an yeniden dirilirler. Yorumcu ölür, bir zaman sonra yorum da eskir ama mânâ bakidir. Dolayısıyla üst model böyle olunca alt modelin de böyle olması gerekir. Burada Mevlana’nın doğru bir tercih yaptığını ve bu tercihten dolayı uzun soluklu bir eser ortaya koyduğunu görüyoruz. Bakınız, aradan yedi buçuk asır geçmiş olmasına rağmen Mesnevî dipdiridir. Bu devlet hangi fanînin eserine nasip olur? 

Öngörüme göre önümüzdeki süreçte Mesnevî bir mürşit eser ve ulu bir ses olarak bizi kendi irfanımıza, kendi hazinemize ve kendi geleneğimize daha çok çağıracaktır. Çünkü bizim iki yüz yıldır şevk gücünü yitirmiş olan ruhumuz, yeni ve güçlü bir canlanma sürecine girmiştir. Artık sahte mürşitleri bırakarak hakikî mürşitlere yönelmenin ve “mabedi bezirgânlardan temizlemenin” zamanı gelmiştir. Kanaatime göre Batı dünyası artık bize mürşit olamaz, çünkü mürşit biziz. 

Işık Doğu’dan gelmektedir. Biz, yani Doğu’nun müstağrip çocukları, artık bu şaşkınlığı üzerimizden atmalıyız. Zira “müstağrip” kelimesi, hem “Batı bilimci”, hem de “şaşkın” anlamına gelir. Düştüğümüz kuyuya uzatılan hakikat ipi, Mesnevî’nin mânâsıyla örülmüştür. Mesnevî bizim kültürümüzün, irfanımızın, edebî birikimimizin, musikimizin ve bunların bütünü olarak medeniyetimizin en büyük eserlerinden biridir. Böyle büyük bir mürşidin uzattığı ipe sarılmak gerekmektedir. Zira o ipin ucu, “hablü’l-metîn”e bağlıdır. Kim o ipe el attı da kuyuda kaldı ki? Tam tersine, o kuyudan çıkanlar, mânâlar Mısır’ına aziz oldular. 

Mesnevî, kurucu ve toplayıcı, bize unuttuğumuz rüyaları tekrar hatırlatacak öncü bir eserdir; bütün tasavvufî ve irfanî birikimimizin kırkıncı odasıdır. Çünkü o, bizdeki bütün tarikatlarda müştereken okutulmuş yegâne eserdir. Biliriz ki, tarikatlar arasında ayrılık gayrılık ve öncelik sonralık vardır. Tüm bunlara rağmen Mesnevî hepsinde de muteberdir. O yüzden Mesnevî’yi yorumlayanların meşrepleri de farklı farklıdır. Ama Mevlana’nın tabiriyle “Râh râ muhtelîfest amma maksûd yekîst”, yani yollar farklı olsa da gaye birdir. Maksat Kâbe’ye gitmekse, her yoldan gidebilirsiniz. 

Bir atasözümüz vardır “Yiğit düştüğü yerden kalkar” diye, düştük ve düşmenin şaşkınlığıyla kalkmayı bir müddet ihmal ettik. Ama bugün düştüğümüz yerden kalkıyoruz. Elimizden tutanın artık Batı felsefesi değil, Doğu irfanı olması gerekir. Yüzümüzü Batı’ya döndüğümüz anda ışığa da sırtımızı döndük. Işık arkamızdan geldi ve o yüzden gölgemizi uzun zaman hakikat zannettik. Şimdi, bu sanal hakikati bir tarafa bırakıp yönümüzü tekrar ışığın geldiği yere dönme vaktidir!

İki yüzyıldır Batı’nın peşindeyiz; ancak bırakın Mesnevî çapında bir eser üretmeyi, ona at uşağı olacak bir eser bile üretemedik. Bu ne tuhaf bir kısırlıktır?! 

İslam medeniyeti dairesine girdiğimizde dev eserler ürettik; Mesnevî, Yunus Emre Divanı, Kutadgu Bilig, Fuzulî Divanı, Şeyh Galib Divanı bunlardan birkaçıdır. Hüsn ü Aşk gibi, Leyla vü Mecnun gibi yüksek medeniyet ürünü olan eserler verdik. Bu medeniyetin irfan göğünde bizim uçurduğumuz onlarca dev eser vardır. İki yüzyıldır Batı semasında uçan bir eserimiz var mı? Yok! Tek kanatlı kuşun uçtuğu nerede görülmüş? O semada bir eser uçuramadık, uçuramayız da. Çünkü biz, mânânın çocuklarıyız, maddenin değil. O dünyaya ne kadar girersek girelim, daima tek kanatla uçmaya çalışan kuşun dramını yaşarız. Bizim altın kanatlarımız, mânâ güneşinin doğduğu Doğu ufkundadır. Biz oradan altın kanatlı bir şahin gibi kanatlarımızı açtığımızda görkemli kartallar zannettiğimiz Batı fikriyatı, korkak serçeler gibi sağa sola kaçışır. Onlar, su üstündeki ördekler gibidirler. Bizim ihtişamlı kanatlarımızı gördüklerinde suya dalarlar. 

Artık Mesnevî’nin “kudret ününü” duyma zamanı gelmiştir! Gelin, bu neyi dinleyelim! Onun bize anlatacağı neler neler var…

“Ey yolu şaşmışlar, ey müstağripler, ey güneşe sırt çevirmişler! Yüzünüzü ona dönün ve anlatacaklarımı can kulağıyla dinleyin!”