“BİŞNEV in ney çün
hikâyet mîkoned/ Ez cüdâyihâ şikâyet mîkoned” (Dinle neyden, neler anlatır
neler!/ Yakınıp ayrılıklardan şöyle der…).
Mesnevî,
“Bişnev (Dinle!)” hitabıyla başlar. Bu hitap, Mesnevî’nin can kulağıyla
dinlenilmesine dair bir uyarıdır: “Dinle ey can, dinle ey oğul, dinle ey
insanlık!” Bu sözler, her ne kadar bildiğimiz harf ve kelimelerin şekillerine
bürünmüş olsalar da sıradan harf ve kelimelerin taşıdıkları ses ve mânâlara
benzemezler.
Mesnevî’nin
kelimeleri, doğrudan doğruya ab-ı hayat pınarından akıp gelmektedir. Ta ki âşık
gönüller kana kana içip taze can bulsun, gam denizine dalanlar gamdan
kurtulsun, ümitsizlik kuyusuna düşenler kuyudan çıksın, fani suretlerden
korkanlar cesaret bulsun, katı kalpler yumuşasın, kıskançlık ateşiyle yananlar
ferahlasın, cimriler mânâ başakları saçsın, riyakârlar maskelerini yırtsın,
zalimler mazlumlara kulak tutsun, cahiller ilme doysun, sığ gönüller
genişlesin, vefasızlar akitlerini hatırlasınlar.
Mesnevî
şarihlerinin hepsi, “Bişnev (Dinle!)” sözcüğündeki “b” harfinin besmeleyi
işaret ettiğini söyler. “B” harfi, öncelikle besmeleyi, ardından pek çok şeyi
işaret eder. Mevlana’nın doğum yeri olan Belh, Allah’ın Bâkî, Bârî, Basît,
Basîr, Bâis ve Berr isimleri, Elest meclisinde “Belâ (Evet!)” dememizi…
İsmail
Hakkı Bursevî, Mesnevî Şerhi’nde “b” harfinin 26 ayrı şeye işaret ettiğinden
söz eder. Bu ayrıntılı yorum biçimi, Mesnevî’yi nasıl okuyup yorumlamamız
gerektiğini gösteren anlamlı bir örnektir. Mesnevî’nin anlatım tarzı, işârî,
yani semboliktir. O yüzden Mesnevî metni, bir semboller ormanıdır. İlahî
sırların diri ruhu, o semboller ormanı içine gizlenmiştir. Yorumcuya düşen, bu
ormanda uyuyan mânâ dilberini bulan bir şehzade olmaktır.
Mesnevî’nin
“Bişnev”, yani “Dinle!” sözcüğüyle başlaması bilinçli bir seçimdir. Zira
insanın anne karnındayken gelişen ilk duyusu kulaktır. Kulak, insanın dış
dünyayla irtibatını kuran ilk cihazıdır. Anne karnı, doğrudan doğruya
dünyayı işaret eder; anne karnındaki ceninse hücredeki dervişi.
“Dinleyin!
Siz aslında karanlık bir mahbes içerisindesiniz. Dışarıda geniş bir âlem
olduğunu, orada hiçbir kulağın duymadığı sesler bulunduğunu bilmiyorsunuz. Onun
için dinleyin!”
Bu
hakikatleri kendisinden dinleyeceğimiz şey “ney”dir. Buradan anlaşılıyor ki “ney”,
bir semboldür. Peki, neyin sembolü?
Ney,
insan-ı kâmilin sembolüdür. “İnsan-ı kâmil” kimdir? Hakk’ın hakikatinin kendisinde
tecelli ettiği halifesi, Hakk ile halk arasındaki vasıtasıdır. İnsan-ı kâmilin
vasıtalık ettiği şey nedir? Hakk’ın feyizlerinin yayılması… İnsan-ı kâmil, bir
imdat vasıtası ve bir habercidir. Demek ki insan-ı kâmili simgeleyen ney, bir
hakikat habercisidir.
Mesnevî,
hakikatin zirvesine ulaşan birinin ağzından konuşan bir eserdir ve ondan ötesi
yoktur. Nasıl ki Miraç’ta Peygamberimizin varabildiği son yer “kabe kavseyni ev
ednâ” (iki yay miktarı, hatta ondan da yakın) makamıysa, mürşitler için de
hakikate giden yol, daima çıkılabilecek bir son makamla biter. O makama
yükseldikten sonra çıkılabilecek bir yer yoktur. İnsan-ı kâmil oradan seyreder
ve oradan söyler. Bu noktaya “hakikat seması” diyebilirsiniz, eski tabirle “menâzır-ı
ûlâ”, “arş” veya “ferş” de. Ne deyeceğiniz hiç önemli değil, asıl önemli olan
hakikat, insanın velî bile olsa Hakk’a yakınlığının belli bir makama kadar
olduğudur. İnsan o sınırdan öteye geçemez. Buradan ötesi, Cebrail’in,
kanatlarının yanmasından korktuğu yerdir. Her şeye rağmen gerçek mürşidin
ulaştığı makamın mesafesi, hakikati algılamak ve aktarabilmek için yeterli bir
mesafedir.
Mürşit,
bir aracıdır. Aktardığı şeyler, kendi ürettiği şeyler değildir. O yüzden de “ney”
sembolü bilhassa verilmiştir. “Ney” adlı çalgıyı bir düşünelim. Onu elimizden
ve dudağımızdan uzaklaştırdığımızda, bizi efkâr denizine daldıran hiçbir nağme
duyulmaz. Ney, ancak insan dudağıyla temas ettiği zaman etkili bir araca
dönüşür. Zaten Mevlana da bu hakikati, “Dostun dudağına eş olsam eğer,/ Söylerdim
ney misali nice sözler” beytiyle dile getirir. Demek ki, neyin o nağmeleri
söyleyebilmesi ve aracılık görevini yerine getirebilmesi için hakikatleri
kulağına fısıldayan bir dostun dudağıyla temas etmesi gerekir.
Dolayısıyla insan-ı kâmil dediğimiz mürşit, Hakk ile halk arasında sadece bir ney gibidir. Hakk’ın nefesinden gelen diriltici mânâ akımı gönlüne dolmasa, kâmil de olsa insanın hiçbir şey söyleme kudreti yoktur. Bu nefes olmazsa, kâmil insan vehbî olanı değil, kesbî olanı söyler. Vehbî olan, doğrudan doğruya Allah’ın insana bağışıdır. Kesbî olan ise, kişinin kendi gayretleriyle elde ettiği ilimdir. Fakat kâmil insan, daima vehbî olanı, yani ârifin söyleyeceği şeyi söyler. İlmi değil, irfanı anlatır.
Ney, insan-ı kâmilin sembolüdür. “İnsan-ı kâmil” kimdir? Hakk’ın hakikatinin kendisinde tecelli ettiği halifesi, Hakk ile halk arasındaki vasıtasıdır. İnsan-ı kâmilin vasıtalık ettiği şey nedir? Hakk’ın feyizlerinin yayılması…
Seyr-i
sülûk
Neyin,
mürşidin sembolü olarak seçilmesinde ney ile insan-ı kâmilin çeşitli yönlerden
benzerlikler göstermesi etkili olmuştur. Ney, bir kamışlıktan kopartılmıştır.
Asıl vatanı bir kamışlıktır (Mevlana’nın ifadesiyle “Neyistan”). Oradan
kopartıldıktan sonra kendi haline bırakılmamış, kesilmiş, budanmış ve bir şekle
sokulmuştur. Kurutulmuş ve içinde hayat alameti olan lif ve pamukçuklar temizlenmiş,
daha sonra da yakılarak bağrı yedi yerden delinmiştir. Kuruduktan sonra o,
artık kamışlıktaki kamıştan farklı bir şeydir. Bir neyzenin eline geçip dudağına
değdiğinde nağmeler söyleyecek, hakikatler anlatacak bir hale gelmiştir.
Aynen
bunun gibi bizler de kendi kamışlığımızdan kopartıldık. Bizim koparıldığımız
kamışlıksa “bezm-i elest”tir. Yani hepimizin toplandığı ve İlahî soruya muhatap
olduğumuz yer. “Elestü birabbiküm” sorusunu ruhlarımızın duyduğu meclis, bizim
kamışlığımızdır. Orası ruhlarımızın aslî vatanıdır. Ruhun aslî vatanı, aslında
bizim de aslî vatanımızdır. Dolayısıyla kamışlık, insan söz konusu olduğunda
aslî vatanı işaret eder.
İnsanın
ney gibi bir aracı haline gelmesi için belli merhaleler vardır. Bu merhaleler,
nefsin eğitimi ile alakalıdırlar. Bunun için nefs, yedi aşamadan geçirilir.
İşte neydeki musiki perdelerini karşılayan yedi adet delik, nefsin yedi
merhalesine de işaret eder.
En
altta “nefs-i emmare” perdesi vardır, yani “buyuran nefis”. Bu nefis, bizi
kendi hükmüne alır ve istediği biçimde yönlendirir. Onun üstünde “nefs-i
levvame” perdesi vardır. Burası, yaptıklarımızdan dolayı bizi “kınayan nefsin”
yeridir. Üçüncü perdeye tekabül eden nefs kategorisi ise “nefs-i mülhime”dir.
Bu kategoride insanın “İlahî ilhamlara mazhar olma” süreci başlamıştır. Bu
kategorilerde yol almaksa durduk yerde olmaz. Seyr-i sülûk dediğimiz süreçte,
çileye girerek Allah’a doğru yapılan bir yolculukla mümkün olur. Dördüncü
kategori, “nefs-i mutmainne” kategorisidir. Burada artık nefs, “huzura ermiş”
ve farklı bir güven kategorisinin içerisine girmiştir; yani nurun nereden
geldiğini idrak eden bir düzeydedir. Ardından “nefs-i radiye” seviyesi gelir.
Bu makam, “rıza” makamıdır. Hakk yolcusu, bu kategoride doğrudan doğruya bir
ölünün nefsine sahiptir, âlemle alakası kalmamıştır. İşte bu noktadan sonra “nefs-i
mardiye” dediğimiz ve altıncı perdeye tekabül eden nefis kategorisi gelir ki, o
da “Allah’ın kendisinden hoşnut olduğu nefis”tir. Bu nefis, gayb sırlarına
vakıf olan nefistir. Neydeki yedinci perdeye denk gelen nefis kategorisi ise “nefs-i
kâmile”dir. İnsanı mürşit yapan, insanı kâmil yapan nefis kategorisidir.
Demek
ki mürşidi sembolize eden neyin nağmelerindeki perdeler, aslında çok çetin bir
süreçten geçildikten sonra insanı kâmil hale getiren yedi nefis kategorisine
işaret eder.
Demiştik
ki, “Neyin içerisindeki lif ve pamukçuklar temizlenir”; çünkü bunlar, kamışlığa
ait şeylerdir. İşte bu süreçte mürşid-i kâmil de gönlünden dünyaya ait şeyleri
temizler. Bu arıtma olmalıdır ki İlahî hakikatler gelsin. Yaratılışta boşluk
yoktur. Bir şeyi boşaltırsanız, yerine daima başka bir şey dolar. Eğer siz
içinizden dünyayı boşaltırsanız, oraya mânâ âlemine ait olan şeyler
dolar.
Ruhsat
Mevlana
beytin devamında zımnen, “neler anlatır neler!” diyor. Neyin bir öyküsü, bir
davası, bir hakikati vardır ve nağmelerinde onu anlatır. Mürşid-i kâmil,
anlatma sürecine “Anlatayım” diye başlamaz; daima bir “müsaade” söz konusudur.
Bu müsaade alınmadan konuşulmaz. Hakikati aktarması için kendisine “ruhsat”
verilir. Mevlana’nın Mesnevî’yi yazmasının ardında da böyle bir müsaade
gizlidir.
Mutasavvıflarda
şöyle bir bildirimle karşılaşırsınız: “Benim anlatacağım şu hakikatler gayb
âleminde belirdiği için, benim konuşmam, gaybî kaderin zuhurudur. Ben bir
aracıyım; aktardığım şeyler benim dışımda belirlenmiştir.”
Mutasavvıflar
konuşmayı, gaybî kaderin gerçekleşmesi olarak nitelerler. Ancak bunun olması
için tecellinin daimî olması şarttır. Mürşit söz konusu izni alıp
anlatmaya başlayınca, üzerinde feyizli bir bulut belirir ve her an bir tecelli
kendisiyle temas eder. Bu tecellinin kesilmesine “fetret” denir. Fetret
döneminde bir kaos oluşur. Bu kaos hem kâmil insanı sarsar, hem de
etrafındakileri.
Mesnevî’nin
bir başlama hikâyesi vardır. Mevlana gaybî müsaadeyi aldıktan sonra, kendi kalemiyle
ilk 18 beyti nazma çekmiştir. Bir gün Hüsameddin Çelebi ile sohbet ederlerken,
Çelebi, Mevlana’ya “Efendim, artık bir eser verme zamanınız gelmedi mi? Müritleriniz
Hakim Senâyî’den ve Feridüddin Attar’dan okuyorlar. Siz de Attar’ın Esrarnâme’si
gibi bir eser hazırlasanız da müritleriniz ondan istifade etseler” dedi. Mevlana
da buna karşılık olarak Mesnevî’nin ilk 18 beytini yazdığı bir sayfayı
sarığının kenarından çıkarır ve der ki, “Ey Hakk ziyası Hüsameddin! Şöyle bir
şey mi istiyorsun?”. Bu 18 beyit, Mesnevî’nin ulu ağacının çekirdeğidir.
Buradaki diyalogda Mevlana hatibi, Hüsameddin Çelebi de muhatabı temsil etmektedir. Hüsameddin Çelebi, aynı zamanda çağlar boyunca Mesnevî’nin sırlarını takip eden dinleyici kitlesinin şahs-ı manevîsidir. O, Mevlana’nın anlamlar denizinden çıkardığı hakikat incilerinin ilk talibidir; Mesnevî’yi okuyan, çeviren ve yorumlayanların da ilk piri. Dolayısıyla Mesnevî ile bir şekilde temas eden herkes, Hüsameddin Çelebi’nin varisidir aslında. Çünkü Mesnevî’yi Mevlana ile Hüsameddin Çelebi inşa etmiştir. Biri söylemiş, diğeri yazmış ve yazıya geçen her kısmı yedi kez müzakere etmişlerdir. Bu müzakere, Hazreti Peygamber ile Cebrail’in müzakeresine dayanır. Rivayete göre Cebrail her ayeti 7 kez Peygamberimize, Peygamberimiz de 7 kez ona okumuştur.
Magz-ı
Kur’an
Mesnevî,
laf olsun diye konuşan, laf olsun diye hikâye anlatan bir eser değildir.
Mesnevî’ye eskiler -irfanî bir kavram olarak- “Magz-ı Kur’an” derler. Yani
Kur’an’ın öz haline getirilmiş bir izahı... Mesnevî, üç ayaklı bir hakikat eseridir:
Birinci ayağı Kur’an, ikinci ayağı Sünnet ve üçüncü ayağı da bunların yorumuyla
ortaya çıkan irfanî birikimdir. Üçüncü aşama, medrese ve tekkenin bütün birikimlerini
içerir. Mevlana, bu üçünün terkibinden yeni bir irfan dili oluşturarak
konuşur.
Mesnevî,
biçim olarak da doğrudan doğruya Kur’an’ı model alır. Kur’an, İlahî bir
belagattir. İnsanların İlahî belagatle yarışmaları mümkün değildir. O zaman
insanın yapacağı şey, İlahî belagati model almaktır. Mesnevî, işte bu yüzden
Kur’an’ı model almıştır! Kur’an’da nasıl ki bir şey baştan sona anlatılıp bitirilmez,
daima işaretlerle ilerlenir, kıssalarla desteklenirse, Mesnevî de meseleleri
aynen onun gibi anlatır.
Mesnevî’nin
gücü de buradan gelmektedir. Mevlana, diğer velilerden farklı olarak iyi bir şey
daha yapmıştır: Tasniften kaçınmak… Çünkü tasnif yapmak, mânâyı dondurmak gibi
bir tehlike içerir. İbn Arabî, Kelâm ekolünün çok güçlü olduğu Endülüs’te
yetiştiği için irfan dilinin verilerini tasnif etmiştir. Elbette tasavvufî
hakikatin anlaşılması ve çok rahat kavranması için bir tasnif ihtiyacı vardır.
Fakat tasnif, üç veya dört kuşak sonraki nesillere çok kuşatıcı gelmeyebilir; bir
başkası yeni bir tasnif yaparak önceki yorumu iptal edebilir ki böyle olması da
gerekir. Zira tasnif, aklî bir işlemdir. İşte bu gerçeğe binaen Mevlana, gaybî
mânâları Kur’an’ı model alarak tasnif etmek yerine tüm esere yaymıştır. Bu
demektir ki, her nesil Mesnevî’yi yeniden ele alabilir ve yorumlayabilir ama
Mesnevî yorumu, sadece yorumcuyu bağlar. Zira modeli Kur’an’dır ve Kur’an
üzerine ne kadar tefsir yazılırsa yazılsın, ana metne göre daima nakıstır ve
sadece müfessiri bağlar.
Kur’an’da
meseleler daima akıcı ve seyyal haldedir. Kur’an, halk-ı cedidin, yani her an
yeniden yaratılışın kelama dökülmüş bir numunesidir. Kur’an’daki kavramlarda ve
mânâlarda daima halk-ı cedid ilkesi vardır. Onlar yorumcunun gönlünde her an
yeniden dirilirler. Yorumcu ölür, bir zaman sonra yorum da eskir ama mânâ
bakidir. Dolayısıyla üst model böyle olunca alt modelin de böyle olması
gerekir. Burada Mevlana’nın doğru bir tercih yaptığını ve bu tercihten dolayı
uzun soluklu bir eser ortaya koyduğunu görüyoruz. Bakınız, aradan yedi buçuk
asır geçmiş olmasına rağmen Mesnevî dipdiridir. Bu devlet hangi fanînin eserine
nasip olur?
Öngörüme
göre önümüzdeki süreçte Mesnevî bir mürşit eser ve ulu bir ses olarak bizi
kendi irfanımıza, kendi hazinemize ve kendi geleneğimize daha çok çağıracaktır.
Çünkü bizim iki yüz yıldır şevk gücünü yitirmiş olan ruhumuz, yeni ve güçlü bir
canlanma sürecine girmiştir. Artık sahte mürşitleri bırakarak hakikî mürşitlere
yönelmenin ve “mabedi bezirgânlardan temizlemenin” zamanı gelmiştir. Kanaatime
göre Batı dünyası artık bize mürşit olamaz, çünkü mürşit biziz.
Işık
Doğu’dan gelmektedir. Biz, yani Doğu’nun müstağrip çocukları, artık bu
şaşkınlığı üzerimizden atmalıyız. Zira “müstağrip” kelimesi, hem “Batı bilimci”,
hem de “şaşkın” anlamına gelir. Düştüğümüz kuyuya uzatılan hakikat ipi,
Mesnevî’nin mânâsıyla örülmüştür. Mesnevî bizim kültürümüzün, irfanımızın,
edebî birikimimizin, musikimizin ve bunların bütünü olarak medeniyetimizin en
büyük eserlerinden biridir. Böyle büyük bir mürşidin uzattığı ipe sarılmak
gerekmektedir. Zira o ipin ucu, “hablü’l-metîn”e bağlıdır. Kim o ipe el attı da
kuyuda kaldı ki? Tam tersine, o kuyudan çıkanlar, mânâlar Mısır’ına aziz
oldular.
Mesnevî,
kurucu ve toplayıcı, bize unuttuğumuz rüyaları tekrar hatırlatacak öncü bir
eserdir; bütün tasavvufî ve irfanî birikimimizin kırkıncı odasıdır. Çünkü o, bizdeki
bütün tarikatlarda müştereken okutulmuş yegâne eserdir. Biliriz ki, tarikatlar
arasında ayrılık gayrılık ve öncelik sonralık vardır. Tüm bunlara rağmen
Mesnevî hepsinde de muteberdir. O yüzden Mesnevî’yi yorumlayanların meşrepleri
de farklı farklıdır. Ama Mevlana’nın tabiriyle “Râh râ muhtelîfest amma maksûd
yekîst”, yani yollar farklı olsa da gaye birdir. Maksat Kâbe’ye gitmekse, her
yoldan gidebilirsiniz.
Bir
atasözümüz vardır “Yiğit düştüğü yerden kalkar” diye, düştük ve düşmenin
şaşkınlığıyla kalkmayı bir müddet ihmal ettik. Ama bugün düştüğümüz yerden
kalkıyoruz. Elimizden tutanın artık Batı felsefesi değil, Doğu irfanı olması gerekir.
Yüzümüzü Batı’ya döndüğümüz anda ışığa da sırtımızı döndük. Işık arkamızdan
geldi ve o yüzden gölgemizi uzun zaman hakikat zannettik. Şimdi, bu sanal hakikati
bir tarafa bırakıp yönümüzü tekrar ışığın geldiği yere dönme vaktidir!
İki
yüzyıldır Batı’nın peşindeyiz; ancak bırakın Mesnevî çapında bir eser üretmeyi,
ona at uşağı olacak bir eser bile üretemedik. Bu ne tuhaf bir kısırlıktır?!
İslam
medeniyeti dairesine girdiğimizde dev eserler ürettik; Mesnevî, Yunus Emre
Divanı, Kutadgu Bilig, Fuzulî Divanı, Şeyh Galib Divanı bunlardan birkaçıdır.
Hüsn ü Aşk gibi, Leyla vü Mecnun gibi yüksek medeniyet ürünü olan eserler
verdik. Bu medeniyetin irfan göğünde bizim uçurduğumuz onlarca dev eser vardır.
İki yüzyıldır Batı semasında uçan bir eserimiz var mı? Yok! Tek kanatlı kuşun
uçtuğu nerede görülmüş? O semada bir eser uçuramadık, uçuramayız da. Çünkü biz,
mânânın çocuklarıyız, maddenin değil. O dünyaya ne kadar girersek girelim,
daima tek kanatla uçmaya çalışan kuşun dramını yaşarız. Bizim altın
kanatlarımız, mânâ güneşinin doğduğu Doğu ufkundadır. Biz oradan altın kanatlı
bir şahin gibi kanatlarımızı açtığımızda görkemli kartallar zannettiğimiz Batı
fikriyatı, korkak serçeler gibi sağa sola kaçışır. Onlar, su üstündeki ördekler
gibidirler. Bizim ihtişamlı kanatlarımızı gördüklerinde suya dalarlar.
Artık
Mesnevî’nin “kudret ününü” duyma zamanı gelmiştir! Gelin, bu neyi dinleyelim! Onun
bize anlatacağı neler neler var…
“Ey yolu şaşmışlar, ey müstağripler, ey güneşe sırt çevirmişler! Yüzünüzü ona dönün ve anlatacaklarımı can kulağıyla dinleyin!”