Mesnevî’nin ilk 18 beyti etrafında: Şiir aklın değil, aşkın dilidir

İnsan küpünün içine aşk mayası düştükten bir müddet sonra, bu aşk bir coşku haline geliyor ve tepemizdeki akıl kapağını atıyor. O zaman ayrı bir iklime, ayrı bir âleme giriyor insan. Demek ki bu âlemin tanzimine yarayan akıl, aşk söz konusu olunca küpün kapağı mesabesindedir.

“Âteşest in bang-i nây u nîst bâd/ Her ki in âteş nedâret nîst bâd” (Ateştir şu ney sesi, hava değil;/ Her kimde bu ateş yoksa ölmüş bil!)

“Âteş-i ışkest k’ender ney fütâd/ Cûşîş-i ışkest k’ender mey fütâd” (Aşk ateşidir içindeki neyin,/ Aşk coşkusudur özündeki meyin.)

***

NEY, bilindiği üzere insan-ı kâmilin, yani mürşidin sembolüdür. Mürşit kimdir? Bizi Hakk yoluna götürecek olan kılavuz. Onun içindeki ses, aslında aşk ateşidir. Mey ise aşkı sembolize eder. Bu aşk da Allah aşkıdır. Mutasavvıflar “mey” sözcüğüyle aşk-ı İlâhîyi, “ney” sözcüğüyle de o aşkı sunan sâkîyi kastederler. Bir sürahi düşünün, içindeki mey aşk-ı İlâhî, o meyi gönül kadehine dolduran kişi de mürşid-i kâmildir.

“Sürahi”, “mey” ve “kadeh” sözcükleri, sırasıyla “mürşit-i kâmil, aşk ve gönlü” sembolize eder. Sürahinin içindeki sıvı boşalırken “Kul kul” diye öten bir ses çıkar. Bu da zikirdir. Kadehteki mey ayrıca, “Gül Yüzlü Yâr”in sembolüdür. Bu yar ise Hazreti Peygamber’dir. Çünkü tasavvufta gül, doğrudan doğruya O’nun remzidir.

Aşk, daima ateş imajıyla gelir ve ateşe teşbih edilir. Çünkü ateş, nesneyle temas ettiğinde onun biçimini değiştirir, yakar ve onu başka bir hale dönüştürür. O yüzden Mevlâna bir rubaisinde şöyle der: “İşte gene geldim harlı ateşe vermeye!/ Bakmam sakınmaya, suça, günaha, tövbeye!/ Ben öyle bir ateş getirdim ki buyuruyor,/ ‘Hakk’tan başka ne varsa yoldan çekilsin!’ diye.”

Hakk yoluna gitmemizi engelleyen bir sürü engel vardır. Bunlar evimizin önüne yığılmış çer çöp gibidirler. İşte bunları ateşe yak da sana yol engeli olmasın. Nihayetinde beden de bir yol engelidir. Onu da yak ki candan başka hiçbir şey kalmasın. Çünkü can “ora”ya ait bir şeydir. Sevgiyi nitelerken Mevlâna şöyle bir şey söyler: “İnsan bedenle sever, kalple sever ve ruhla sever. Beden bir gün gelir bozulur, ölür. Kalp bir gün gelir durur. Öyle bir sev ki, ne ölsün, ne dursun. Yani ruh ile sev. Çünkü ruhun sevgisi bakidir. Ve seni Baki olana götürür!

Biz kalbî sevgiye çok değer veriyoruz. Ama Mevlâna bu tür bir sevgiyi bile az görüyor. “Ruh ile sevin” diyor. Zaten aşk ateşinden geriye kalan şey sadece ruhtur. Beden yakıt olduğunda, pişen şey ruh olacaktır. Demek ki mutasavvıfların beden ocağında pişirmeye çalıştıkları şey ruhtur.

O ses!

Ruhun insan bedeniyle buluştuğunda tekâmülü, yani aslına uygun olarak evrilmesi bedene bağlıdır. Bu tekâmül için de bir süreç lazımdır. Ruhun kemal yaşının Hazreti Peygamber’e nübüvvetin geldiği yaş olan “40” olduğunu düşünebiliriz. Bizim kültürümüzde kırk yaşın bir nevi gündönümü olarak değerlendirilmesinde bunun da payı vardır. Kırk yaş, insanın dünyayla arasına mesafe koyabilme yeteneğini kazandığı bir dönemdir.

Seyr ü süluk, yani Hakk’a gitme yoluna hiç girmemiş biri bile kırk yaşına geldiğinde kendisini sorgu suale çekebilecek kadar bir donanıma sahiptir. Çünkü ruh, beden yıpranmaya başladığı için ona olan sevgisini azaltacak ve bizi uyaracaktır. Yani asıl vatanın kokusunu almaya başlayacaktır. Asıl vatanın kokusu ona ulaşacak ve birdenbire kendisinin bu dünyada, ruhunun da beden zindanında mahkûm olduğunu idrak edecektir.

Bu idrake ulaşan ruh, ulaştığı hakikati bize de idrak ettirir. Bizi her dem huzursuz kılarak asıl vatana yöneltir. Bakınız, umumiyetle insanlar kemal yaşı bulduklarında dinî eksikliklerini yerine getirmeye ve Hakk’a yönelmeye başlarlar. Bu, doğrudan doğruya ruhun ikazından dolayıdır. Fakat bu, aşk ateşinde pişmiş bir ruhun yönelimi değil, hataların doğurduğu pişmanlıklar üzerinden yürüyen daha alt seviyedeki bir ruhun yönelimidir.

Şimdi başa dönelim tekrar! Ney, insan-ı kâmili simgeliyordu. Demek ki neyden gelen ses, Hakk’ın sesini temsil ediyor. Cenab-ı Hakk bir kez konuşmuş, ruhları yarattığında onlara bir sual tevcih etmiştir. Hepimizin ruh kulağı bu sesi duymuştur. “Elestü bi Rabbiküm” hitabı, bütün insanlığa, hatta bütün mevcudata ilişkin bir hitaptır. Mevlâna diyor ki, “Bu ses, o kadar güzel bir ses idi ki hepimiz değişik suretlerle bu âleme geldiğimizde o sesi taklit etmeye çalıştık”.

Yine Mevlâna’ya göre musiki aletleri, aslında bize o sesin güzelliğini hatırlatırlar. O sesin içinden bir başka ses duyarız. Bu ses, “Gel!” çağrısıyla Sesin Asıl Sahibine yöneltir. “Benim işim defle, rebapla, neyle değil, ben o sesin peşindeyim!” diyor. Hatta rubailerinin birinde şöyle söylüyor: “Ya Rab, ya Rab, nasıl zikrediyor seni rebap,/ Zikrinde yüzlerce soru var, yüzlerce cevap…”

Mevlâna, rebabın sesinde Hakk’ın “Elestü bi Rabbiküm” hitabındaki sesi arıyor. O sesten bir emare buluyor.

Mevlâna’ya göre neyin yanık sesinin içinde de “Allah! Allah!” diyen coşku dolu bir dil gizlidir. Neydeki bu coşkunluk, aşk dilinin sesidir. Aşk, aslında kâinatın ortak dilidir. Hiçbir dil olmasa bile bütün canlılarda var olan ortak bir dil vardır ki bu dil, aşk dilidir, sevgi dilidir. Bu yüzden mutasavvıflar ana dilin nece olduğunu pek önemsemezler. Eğer sizin söylemek istediğiniz bir mânâ varsa ve bu mânâ bir hakikatten süzülüp gelmişse, bu hakikat, bütün insanlara bal gibi tatlı gelir. Bütün insanlar o ifade ile ne denmek istendiğini hemen kavrarlar. Bu yüzden Türk’ün Türk ile Acem’in Acem ile yahut Acem’in Türk ile konuşup anlaşması çok önemli değildir. Sevgi diliniz varsa, cümle mahlûkla konuşursunuz. İnsan dışındaki varlıklarla konuşan velî ve nebilerin varlığını biliyoruz. Yunus Emre ne diyordu? “Sordum sarı çiçeğe:/ ‘Annen baban var mıdır?’/ Çiçek eydür: ‘Derviş baba,/ Annem babam topraktır’.” Bu dil, insan dışındaki varlıklarla konuşmayı sağlayan bir dildir.


“Sofular haram demişler bu aşkın badesine…”

Mey kavramından bahsedelim biraz da... Bazıları şairlerin defterlerini, divanlarını okuyunca zannederler ki, bu şairler şarabı küpünden içen sarhoş insanlardır. Böyle bir tenkidî bakışın varlığını biliyoruz. Bu tenkit, haksız bir tenkittir. Mutasavvıf şairlerin mey kavramını çok sık kullanmaları, aşk coşkusunu somutlaştırmak içindir. Zira aşk haletiyle en çok benzeşen şey, “sarhoşluk” halidir.

İnsanın içinde coşmaya başlayan aşk halini şu örnek üzerinden takip edelim: Bir küpü üzümle doldurup ağzını da sıkıca kapatsak, bir müddet sonra o üzümlerin kaynamaya başladığını görürüz. Küpün ağzındaki kapağı açmazsak, zamanla köpürüp taşmaya başlayacaktır. Aşkı işte böyle bir benzetmeyle somutlaştırmaya çalışıyorlar ki muhatabın idrak etmesi daha kolay olsun. İnsan küpünün içine aşk mayası düştükten bir müddet sonra, bu aşk bir coşku haline geliyor ve tepemizdeki akıl kapağını atıyor. O zaman ayrı bir iklime, ayrı bir âleme giriyor insan. Demek ki bu âlemin tanzimine yarayan akıl, aşk söz konusu olunca küpün kapağı mesabesindedir. Aşkın kendisini göstermesi için o küpten akıl kapağını atması gerekir. Eğer akıl gitmezse, aşk biter!

Aşk ve akıl, aslında birbirini tamamlar. Küp kaynayıp taşıncaya kadar tepesine bir kapak lazımdır. Kaynadıktan sonra kapağa hacet yoktur. Çünkü artık içine koyduğumuz şey üzüm değildir; badeye, yani meye dönüşmüştür.

Bizim geleneğimizde “badeli âşık” dediğimiz âşıklar vardır. Bunlar bade içerler. İçtikleri bade ise aşktır. Haliyle badeli âşıklar, aslında Hakk âşıklarıdırlar. Rüyasında bade içirilerek dillerinin kilidi çözülür ve söylemeye başlarlar. Bu dil kilidi öyle bir şeydir ki, çözülmesi sabır ve himmet şartına bağlıdır. Yunus Emre dağdan kırk yıl odun taşıdıktan sonra söylemeye başlar.

Erzincan’da medfun Salih Baba’ya ait bir menkıbe anlatılır. Bir gün onun şeyhi olan Terzi Baba’ya demişler ki, “Filanca kişi çok güzel şiirler söylüyor. O kadar muhabbetullah ile dolu şeyler söylüyor ki hepimiz galeyana geliyoruz”. Terzi Baba der ki, “O da bir şey mi, onu bizim Salih de söyler”. Salih Baba o zamana kadar dergâhın en sıradan müritlerinden biri... Pir bunu söyledikten sonra, Salih Baba bir gül gibi açılır ve söylemeye başlar. Salih Baba Divanı, o işaretten sonra ortaya çıkmıştır.

Bir şey daha var: Bu coşkunun niteliğinden dolayı mutasavvıflar şiir diliyle konuşurlar. Mânâları niçin şiirle söylüyorlar? Çünkü şiir, aklın değil, gönlün, yani aşkın dilidir. Bazı şiirlerin kuruluğu bizi yanıltmasın! Dünyaya ilişkin şiirler, didaktik ve öğretici şiirler bu kapsamda değildirler. Bunlar asıl itibariyle şiir değil, manzumedirler.

Şiir odur ki, iki âlem arasında gidip gelen bir kılavuz... Gerçek şiirin ayağının biri âlem-i şahadette, yani burada, diğeri de âlem-i misalde, yani gaybdadır. Dolayısıyla hakikî şiir, bu iki âlem arasında bir köprüdür. Âşık Çelebi, Meşâirü’ş-Şu’arâ adlı tezkiresinde der ki, “Şiirin istikameti arşa doğrudur”. Demek ki şiir, arşa yönelen bir şeydir. Arşla temas kuramayan şiir, şiir denmeye layık değildir. Yatay, yani salt mevcuda dair izlenimleri manzum satırlara yatırmak, şiir değil, şiiri mevcutla batırmaktır.

Haliyle, çıkarken aşka ihtiyacımız var, inerken akla. Kılavuz niçin gerekli? Çünkü yolu bilir ve yolu bilen, yol gösterir. Âlem-i misalin kılavuzu aşktır. Akla burada kılavuzluk verirsek, o bizi sadece âlemde gezdirir. 

Mevlâna, söylediklerinin kahir ekseriyetini şiirle söylemiştir. Mecâlis-i Seb’a’sı, müritlerinin sohbetlerde tuttukları notlardan oluşan bir eserdir ki bu mensurdur. Fîhi Mâfîh de mensurdur. Fakat bunlar bildiğimiz mensur eserlere pek benzemezler. Bunların dışları nesir, içleri şiirdir. Buna rağmen Mevlâna, Şems’ten sonra şairdir. O, Şems öncesinde fıkıhta fetva verecek derecede yetkin bir din bilginidir. Şems aşk meyini onun gönül küpüne dökmeseydi, Mevlâna İslam bilginlerinden biri sıfatıyla pek az kişi tarafından bilinecek ve muhtemelen fazla iz bırakan biri olmayacaktı. O, aşk meyini tattıktan sonra artık bir velîdir. Velî, Hakk dostudur ve bu dostluk, mânâ âlemiyle temas etmenin olmazsa olmaz şartıdır.

Burada şu ayrımın bilinmesinde yarar vardır: Mânâ âlemiyle temas etmekle mânâyla temas etmek aynı şey değildir. Ugandalı birini görmek, Uganda’yı görmekle aynı şey midir? Sanatçılar mânâ, velîlerse mânâ âlemiyle temas ederler.

İnsan-ı kâmilin lisanı, aşktan geldiği için şiir söyler. Ya da söyledikleri şeyler mensur bile olsa, mânâ ve tefsiri itibariyle şiirdir. Sözü şiir kalıbına niye koyuyorlar? Şiir, düz akıllara örtülmüş mânâdır. Düz cümle, herkesin anladığı bir şeydir. Ama şiir söz konusu olduğunda sıradan idraklere kapalılık vardır. Başka bir ifadeyle mânâ, şiirde yüzünü biraz örter. Bilgiyle nesri çözeriz, fakat şiiri çözemeyiz.

Şiiri çözmek için Allah vergisi bir sezgi, Allah vergisi bir zevk ve duyuş, yani estetik algı ve Allah vergisi bir gönül gerekir. Şiir, herkesle temas kurmaz. Bunlar Hakk’ın hususî sedeflerinden dökülmüş incilerdir. Bir gün gelir, bu incileri toplayan cömert ve kerim bir zat, bu incilerden bir kısmını alıp insanlara saçar. Bunu kim toplar? Kime saçıldıysa o toplar. O yüzden şiir incisi herkesin eline girmez. Ümmi Sinan der ki, “Erenlerin sohbeti ele giresi değil”.

Demek ki erenler, sohbeti şiire gizliyorlar ve bunlar da her ele geçesi, her kalbe giresi şeyler değiller. Velîlerin sırları şiirle söylemelerinin bir sebebi de sözün zahiri anlamlarına bakarak ters istikamete gidecek idrak fukaralarına fırsat vermemektir. Herkes bunlara vâkıf olmasın ki kendi kaba idrakleriyle bu yüce manayı eğip bükmesinler. Mevlâna’da bu mânâya olan hürmet o derecededir ki, bir zat ilminin kudretiyle tefsir bile yazsa, bu endişe adına tenkit eder.

Diyor ki Hazret, “Bu bile Kur’an’ı yorumlamak değil, kendini yorumlamak gibi bir tehlike içerir”. O yüzden de “Kendini anlatıyorsun, Kur’an’ı değil” diye ihtarda bulunur.

Diyelim ki ilim yoluna girdik, dinî ilimlere hakkıyla vâkıf olduk, Arapçayı kâmilen öğrendik ve Kur’an’ı satır satır çözdük. Bu kesbî bir çözümdür ve Mevlâna bu çözüm şekline karşıdır. Çünkü kesbî çözümde Kur’an’ın zahiri vardır, batını yoktur. Bu da balsız petek gibidir. Peteği yiyorsun; bal tadı var, ama bal yok!

Mevlâna’nın bu konuda çok nazikâne hedef aldığı isimlerden biri Fahreddin-i Râzî’dir. Malumunuz Râzî’nin tefsiri oldukça kapsamlı, referans bir tefsirdir. Ona örtülü bir biçimde der ki, “Bu eser, senin aslan hüviyetine soktuğun nefis tavşanındır. Bu nefis tavşanı seni hileyle alt etti. Nefsin bu tefsirden dolayı kibir ve gururunu okşadı. Diyorsun ki, ‘Ben bu ilimde kemale erdim. Bundan dolayı namıma Fahrüddin -dinin övüncü- denilsin’. Bu olacak iş midir?”.

Demek ki yüce mânâ ile temas edip kuşatıcı bir ilimle yazdığımız tefsirde bile aşk coşkusu yok ise, ilim, nefse hizmet eden bir şey haline gelir ve sahibine mesafe aldırmaz. Eser verirsiniz ama bu eser dimağlarda, ruhlarda balsız petek tesiri bırakır, bal tadı vermez.

Bir rivayete göre Mevlâna’nın babası Baha Veled işgalci Moğol saldırıları öncesinde bulundukları Belh’te güç kazanınca Harzemşah Sultanı, Fahreddin-i Râzî’nin telkiniyle ondan Belh’i terk etmesini istemiştir. Dolayısıyla aşk (Baha Veled) ile ilim (Fahreddin-i Râzî) çatışmış, kılıcı yanına alan ilim, aşkı yerinden etmiştir.

Mesnevî gibi bir metin, Râzî’nin temsil ettiği dünyada anlamsız ve malayanidir. Râzî’nin eserleri de Mevlâna’nın dünyasında nefis ve gurur okşayan şeylerdir. Ona göre, Fahreddin-i Râzî’nin eserleri salt ilme dayandığı için sahibini gurur tuzağına düşürmüştür. Kitabî bilgi, irfanî bilgiyle tamamlanmadığı müddetçe bu tuzak ortadan kalkmaz.


İki talim

Tekrar “akıl” meselesine dönelim… Akıl, az önceki teşbihe istinaden tepemizdeki kapağı atana kadar çok önemlidir. Ancak akıldan öte yol var tabiî. İman göğüne girince akıl kanadına ihtiyaç yoktur. Aklın öyle bir kanat olma özelliği de yoktur zaten. Burada gerekli olan, iman şevkidir. Aslında aşk da bir akıl biçimidir. Ama bildiğimiz akıldan farklı bir akıldır. Âlem-i misali kavratacak olan bir akıldır.

Mutasavvıflara göre ruhumuzun geldiği yere kadar beş merhale vardır. En dipteki, dünya merhalesidir. Burada akıl gereklidir. Hedef âlem-i misaldir ve o âleme giderken ruhun bazı idmanlar yapması gerekir. O idmanlarsa burada yapılır. Dolayısıyla aşk, bizi öbür tarafa hazırlayan, idman yaptıran bir nimettir. Doğrudan doğruya nimettir, çünkü onu Hakk gönderiyor. Eğer böyle bir kılavuza ihtiyacımız olmasaydı -Mevlâna’nın tabiriyle- “Cenab-ı Allah o kervanı yokluk ilinden yola düşürmezdi”. Çünkü aşk, elest meclisinden yola çıkmış bir mürşittir. Ruhun bu âlemde bir miraç idmanı yapması gerekir. Bu miracı da ancak aşkla yapar. Zaten aşkla hemhâl olduktan sonra kişi, Şems’in Evhadüddin-i Kirmanî’ye söylediği gibi, “Leğendeki dolunaya değil, başını kaldırıp gökteki dolunaya bakar”.

Şems’in bu tepkisinde şöyle bir ince uyarı vardır: Kişi, aşk merhalelerinden geçtikçe Allah’ın kâinattaki tecellilerini görmek gibi bir farkındalık boyutuna geçer. Bir tür harikuladelik olan bu boyut, kişiyi oyalayan bir engeldir. Oysa aşk yolculuğunun asıl amacı, Hakk’ın tecellilerini seyir için kâinatla oyalanmak değil, Hakk’ın bizzat kendisine yönelmektir. Yani aşk, istikamet için gelir. Bizi buradan alıp götürmek için gelir.

Peki, aşk maddî varlığımızı niye yakıyor? Maddî varlıkla mesafe alamayacağımızı bildiği için… Bu yüzden mutasavvıflar, pervane ve mum istiaresi üzerinde dururlar. Malumunuzdur ki gece kelebeği, mumu gördüğü zaman aşk ile ateşe dalar ve kendini yakar. Aşka ulaşır ve ulaştığı andan itibaren artık kelebek değildir. Kanatlarını ifna etmiş ve bu âlemle vedalaşmıştır. Mumun ateşi aşkı, kalıbı bedeni, ipi de ömrü sembolize eder. Eridikçe dökülenler de gözyaşıdır. Ömür ipi yanar ve aşk, bedeni eritmeye başlar. Bu süreç dünyayla alakanın kesilmesi anlamına gelir. Dünya ile alaka kesilince, yani beden sembolik olarak yok olunca ateş sönecektir. Yani aşk, bizdeki görevini tamamlamış olacaktır.

Demek ki aşk, bir vazifeye bağlı olarak gelir. Görevini tamamlar ve tekrar gider. Aşk bizde baki bir hal değil, Hakk’ın ödünç verdiği bir cevherdir. Cenab-ı Hakk “aşk” adlı öyle bir cevher yaratmıştır ki, bu cevher bizim beden cürufumuzu yakıp bizi bir mum gibi erittikten sonra görevini tamamlar ve çekilir. O çekildiği zaman, demek ki onun yerine bir başka şey gelecek. Demek ki aşk, bu âlemle gayb âlemi arasında işleyen bir binektir. Bizi gayb âlemine ulaştırınca görevi de sona erecektir. Bu kez âlem-i gayb ile bir üst âlem olan ayan-ı sabite arasında yeni bir binek gerekecektir. Nasıl ki bu âlemde aşk talimi yapıyoruz, gayb âleminde de başka bir şeyin talimini yapacağız.

Her âlemde, başka bir deyişle her varlık kategorisinde iki türlü idman yapılır. Bu idmanlardan biri inen kafile için, diğeri de çıkan kafile içindir. Örnek olarak âlem-i gaybı verelim: Gayb âlemi, bu âlem ile ayan-ı sabite arasında bir âlemdir. Gayb âleminde -ki buna âlem-i misal de denir- varlık formları şeffaf haldedir. Burada dünyada bedenleşecek olan ruhlar iniş sırası beklerlerken, ölerek dünyanın beden örtüsünü terk eden ruhlarsa çıkış sırası beklerler. Dünyada aklın kuralları geçerli olduğu için inecek ruhlar akıl idmanı ve akıl talimi yaparken, ayan-ı sabiteye çıkacak ruhlarsa orada geçerli olan şeyin talimini yaparlar.

Aşk gelip bizi bulduysa, dıştan gelip bulmuştur. Gelince bedenimizi tahrip eder. “Bedenimizi tahrip etmek”ten kasıt, dünya ile alakalarımızı kesmesidir. Neşemizi alır ve yerine gam verir. Fakat bu gam âlem-i misalden geldiği için bizde feraha tekabül eder.

Mutasavvıfların dünyasında bu zıddiyete dikkat etmek gerekir. Gam zannettiğimiz ferahlık, ferahlık zannettiğimiz gamdır. Biz burada kendimizi mutlu zannediyoruz, ama onun Hakk lisanındaki karşılığı mutsuzluktur. Çünkü biz burada özneyi kavrayamıyoruz. Özne zannettiğimiz şeyler, sözde öznelerdir. Oysa bu âlemdeki asıl özne gizlidir. Peki, gizli olan bu asıl özne kimdir? El-cevap: Cenab-ı Hakk...

Demek ki âleme ilişkin mutluluk, özneyi kavratmaz. Biz mutlu olduğumuzu zannederken Cenab-ı Hakk diyor ki, “Siz mutsuzsunuz, o halde alın size mutluluk!”. Mutluluk nedir? Mutluluk aşktır. Aşkın gelişi gamladır. O yüzden ruh, aşkla ilk karşılaştığında ıstırap çeker. Bu ıstırabın nedeni, tam olarak ayrılık idrakidir. Ruh, aşk geldikten sonra bedenden, yani varlıktan ayrılma bilinci ile dolar. Artık bilir ki “bu rıhtımdan ayrılma vakti” gelmiştir.

Her âlemin vasıtası ayrıdır. Şöyle ifade edelim: Âlem-i misalde ruh bedene gelecek. Demek ki âlem-i misaldeki ruh da buraya gelmek için aklı talim ediyor. Cenab-ı Hakk’ı temsil eden faal akıldan itibaren akıl kategorileri vardır. Biz, en diptekine “akıl”, onun bir üstündekine de “aşk” diyoruz. Onun üzerinde de ayrı akıl kategorileri vardır. Bu âlemde nasıl aşk talimi yapılıyorsa, bir üst âlemden buraya gelecek olan ruh da bu âlemi kavrayacak olgunluğa ulaşmak için akıl talimi yapar.

Haliyle, çıkarken aşka ihtiyacımız var, inerken akla. Kılavuz niçin gerekli? Çünkü yolu bilir ve yolu bilen, yol gösterir. Âlem-i misalin kılavuzu aşktır. Akla burada kılavuzluk verirsek, o bizi sadece âlemde gezdirir. Akıl yukarıdan buraya inecek olan için kılavuz, buradan yukarıya çıkacak olan içinse yol kesicidir.