Mesnevi’nin ilk 18 beyti etrafında: Emanet bel oğluna değil, yol oğluna verilir

Mevlâna’nın bir sözü vardır: “Ne kadar çok şey bilirsen bil; bildiğin, karşındakinin anladığı kadardır”. Hatibin akıl düzeyinin yüksek olması tek başına önemli değildir. Muhatabın da aynı düzeyde olması gerekir. Ancak böyle olduğu zaman sohbet, hakikatleri dile getiren bir zemine oturur. Eğer dinleyici düzeyi düşük ise, siz ne kadar bilirseniz bilin, söylemek istedikleriniz garip bir el tarafından kısılmaya başlar.

“K’EZ neyistân tâ merâ bubrîde end/ Ez nefîrem merd ü zen nâlîde end…” (Beni kamışlıktan kestikleri an,/ Kadın erkek inledi feryadımdan…)

Bu beyitteki kamışlık, kadın ve erkek kelimeleri birer kavramdır. Kelimeler, kavramlaşınca bildiğimiz anlamlarının dışına çıkarlar. Mevlâna’nın eserlerinin yakın okumasını yapanlar, bu olguyu gözden kaçırmamalıdırlar. Bazı Mesnevî çevirmenleri, kadın ve erkek ifadesini herkes diye çevirmişlerdir. Hâlbuki bunlar birer kavramdır. Çevirirken bunlara dikkat etmek gerekir. Bu hususta çevirmene düşen ciddî bir sorumluluk vardır. Mevlâna’nın çilesini çekerek koyduğu kavramları dilimize çevirirken mânâyı es geçmemek gerekir. Aksi halde bu irfanî eser şiirden öte bir şey olmaz.

Mevlâna’nın kavramlaştırmasında kadın nefse, erkek de akla karşılık gelir. Yine kadın bu âlem (âlem-i şahadet), erkek de öbür âlemdir (âlem-i gayb). Bu örnekte olduğu gibi, Mesnevî’de pek çok kelime, farklı kavramları gösterecek farklı anlamlar yüklenir.

Bu beyit, sanki şöyle bir söyleyişi dile getiriyor: “Beni kamışlıktan kestikleri an, öyle bir feryat kopardım ki nefis de ağladı, akıl da. Yaşadığım dramın çığlığından dünya da etkilendi, gayb âlemi de...

Ayrıca bir şey daha söylemeye çalışıyor. Diyor ki, “İnsanda kadınlık ve erkeklik olmak üzere iki nitelik vardır. İnsan bunlardan oluşur. İnsan tabiatında nefis ve o nefsi dizginlemek için de akıl vardır. Nefse uyulduğunda insanı perişan edeceği için, akıl dizginleyici olarak devreye girer. Fakat her şey aklî olmaya başladığı anda da nefis çığlık atar”.

Mevlâna demektedir ki, “İnsan, kadın ve erkekle sembolleştirilen cihazların yanına bir cihaz daha eklemelidir. O da aşk”...

Aşkta cinsiyet yoktur. O, bunların ikisini birleştirir ve üzerilerinde bir konum alır. Akıl ve nefs, dünyaya ilişkin melekelerdir. Bunlar bizi dünyada abat da ederler, berbat da. Aklını kullanan aziz, nefsine uyan zelil olur. Akıl ve nefsi dengeleyen, bir hayat nizamı oluşturur. Fakat gaye bu değildir. Zira geçici bir âlem için bu kadar cihaz fazladır. Bunların üzerinde, onların dikkatini çeken, onlara çağıran bir başka şey daha vardır ki, o da aşktır.

İşte mürşid-i kâmil (üst insan), insana aklının ve nefsinin bilmediği bir başka yönden seslenir. Der ki, “Ey nefse uyarak zelil olanlar! Ey akla uyarak sığlaşanlar! Akılla burada aziz olursunuz ama gönlünüz sığlaşır, ruhunuz azap çeker”. Dolayısıyla ruhu besleyen ayrı bir akıl lazımdır. O akıl da daima gayb âleminden mânâlar getiren aşktır.

Aşk gelince ruhumuz feryat etmeye başlar. Bunun nedeni, aşkın bize asıl vatanı hatırlatmasıdır. Tam bu noktada Sühreverdî’nin meşhur tavus teşbihini hatırlatmakta fayda vardır. O metaforik (değişmeceli) anlatımda Sühreverdî der ki, “Sultanın has bahçesinde bir tavus kuşu vardı. O tavus kuşu, güzelim kanatlarını açarak her gün has bahçede gururla dolaşıyor ve sultanın serptiği yemle besleniyordu. Her şey onun için bir rüya gibiydi. Sanki bir cennette yaşıyordu. Bir gün hırsızın biri tamah etti ve tavus kuşunu bir çuvala koyup götürdü. Böylelikle tavus kuşu, o rüya gibi has bahçeden ayrı düştü. Hırsız, onu hep bu çuvalın içinde tutuyordu. Sadece gagasını uzatıp yem yiyebilmesi için çuvalda bir delik açmıştı. Zavallı kuş artık gösterişli kanatlarını açıp gururla dolaşamıyordu. Kafasını uzatıp yemini yerken, rüzgâr has bahçenin kokusunu getiriyordu. Tavus kuşu, o kokuyla bir şeyler hatırlıyor ve feryat ediyordu”.

İşte bizim bu dünyadaki durumumuz aynen böyledir! Aşk rüzgârı bize has bahçeyi hatırlatıyor ve biz burada feryat ediyoruz. Vatan kokusu geliyor ama perde açılmadığından vatanın neresi olduğunu bir türlü anlayıp kavrayamıyoruz.


Gönlü yorgun, başında aşk yeli…

“Sîne hâhem şerha şerha ez firâk/ Tâ bigûyem serh-i derd-i iştiyâk…”

(Geçmek için aşk derdinin şerhine,/ İsterim hicranla yanmış bir sîne…)

Bu beyit, benim zevkime göre Mesnevî’nin ilk 18 beytinin şah beytidir. Büyük ruhların, deha sahibi insanların en büyük sıkıntılarından biri, dertlerini paylaşacak bir dost ve dediklerini anlayacak bir muhatap bulamamaktır. Eğer bu dostu bulamazlar ise, burası onlar için bir sürgün yerinden farksızdır. Zira seslerine ses veren, attıkları çığlığa çığlıkla mukabele eden bir dost ihtiyacı onlar için kâinat çapında önemlidir. O yüzden Mevlâna’nın coşkun ve müştak ruhu Şems’i, Şems’in coşkun ve müştak ruhu da hep Mevlâna’yı aramıştır. Böyle müstesna bir kavuşmanın ne kadar acı bir ayrılığının olacağını tahmin etmek zor değildir. Bu acı ayrılığın feryatları, Divan-ı Kebir ve Mesnevî’yi baştanbaşa doldurmuştur. Bunlar bizim için eser, onun için canın tenden çekilişidir. Bu ayrılık, tarif edilemez bir acıdır. Konuşuyorsunuz, ses veriyorsunuz, ama muhatap yok. Muhataptan kasıtsa, elbette etrafımızı saran kitle değil.

Kuru kalabalıklar için Mevlâna der ki, “Halkın itibar göstermesi iki saattir”. Kuru kalabalığa dayanmak, temelsiz duvara dayanmak gibidir. Halkın sahte itibarında sebat yoktur. Dostluk ise bâkî ve ölümsüz bir duygudur. Dostluk, kendi semamızda yalnız uçmadığımızı bilmektir.

Velînin en büyük dramlarından biri, muhatap bulamamaktır. Bazı velîler, neredeyse bir ömür etrafını dolduran mürit kitlesine rağmen bir halef bulamazlar. Bunların halef bulmaları da kendi seçimleri değildir. Başında aşk ateşi yanan bir mürit dergâha gelmedikçe bu emanet verilmez. Velev ki dergâhtaki dervişler kırk yıl hizmet etsinler.

Emaneti sahibine vermek gerekir. Talibi ne kadar çok olursa olsun, sahibi gelmediği müddetçe tutulur ve muhafaza edilir. Somuncu Baba’yı düşünelim… Oğlu Yûsuf-ı Hakîkî, gerçekten faziletli bir insandır. Koca bir Dîvân’ı da vardır. Ummuş ki, bu vazife babasından kendisine geçer. Ama Somuncu Baba, Ankara’da bir medresede olan Hacı Bayram’ı çağırtır. Bir bayram günü Hacı Bayram, Somuncu Baba’nın yanına gelir. Somuncu Baba oğluna der ki, “Evladım, emanet bel oğluna değil, yol oğluna verilir”.

Bakınız, Hacı Bayram, Somuncu Baba’nın sohbetinde hiç bulunmamıştır! Ama o zat, ayrı bir aynayla onu görmüş ve talep etmiştir. Bunu bugünün ölçüleriyle izah etmemiz mümkün değildir. Bu zatlar, emaneti ehline vermekle yükümlüdürler. Emanet söz konusu olunca boyunları kıldan incedir. Onların bu konuda tercih hakları yoktur, sadece yüksek bir emanetin emanetçisidirler, o kadar!

Mevlâna’nın en çok yakındığı şeylerden biri budur. Şems, kendisine emaneti vermek için geliyor aslında; o biraz pişecek, üstadı da sürecin tamamlandığını görecek, o kadar! Ancak olayların sevimsiz eli ikisinin yakasına birden yapışıyor. Şems Konya’yı terk ediyor, Mevlâna ise “gönlü yorgun, başında aşk yeli” ile hücreye giriyor.

Mesnevî’deki vezir hikâyesinin bir sahnesi, sanki tam bu durumu anlatır gibidir. Dervişler gelip yalvarıyorlar “Şeyhim, seni çok özledik, çık artık!” diye. Ama o yine hücreye kapanıyor. Çünkü ayna olmazsa görüntü yansımaz. Ayna lazım! Bu âlem de Hakk sırlarının ortaya çıkma yeri olan bir aynadır. Bu kavrayış, varlık gerçeğini okumayı bilenler içindir elbet. Varlık, onu okumayı bilmeyenler için ağaçtır, binadır, yoldur… Gerçekte ise bunların hepsi, mânânın önünde birer perdeden başka bir şey değildir.

Mevlâna şu dizede, insanlık âlemini bir yolcuya indirgeyerek şöyle seslenir: “Hân ey seferî kücâyist kücâ?” (Ey yolcu sefer nereye, menzil hangi diyar?)

“Nereye gidiyorsun? Gittiğin yerin farkında mısın? İstikametin var mı?” İşte bu suallere cevap bulabilmek için yahut da bu sualin ardından anlatacağı şeyleri verebilmek için bir muhatap arıyor. Bu muhatapta aradığı özellik şu: O da hicran ile sinesini dağlamış, o da ayrılık ateşiyle yanmış olacak!

“Bu âlem bir ateş denizidir…”

Beyitte “şerh” ifadesi var. “Şerh”, bir şeyin açıklaması, çözümü, yorumu demektir. Burada aşk derdini anlatacağını söylüyor. Bunu anlatacak, fakat bunu yazmak için de bir sayfa lazım. O sayfa ise “ateşle dağlanarak yanmış bir sine”. Hazretin burada sineye gönderme yapması boşuna değildir. Sine, Hakk âşıklarının rüştlerini ispat etme meydanıdır. Hakk âşıkları, Hakk’ın cezbesine kapıldıklarında bazen kendilerinden geçerek üst baş yırtarlar, yumruk veya taşla sinelerini döverler; hatta daha ileri giderek bir bıçak yahut kesici bir nesne ile sinelerini doğrarlar. Buna “şerha çekmek” ya da “elif çekmek” denir. Bu durumda şöyle bir teşbihe başvurulur: Sine sanki bir sayfa, üzerine çekilen kanlı elifler de kırmızı mürekkeple yazılmış birer kısaltma. Bu kısaltmayla murat edilen gösterge ise Allah’tır. “Allah” lafzı elifle başladığı için, sinedeki elifler, “Allah! Allah!” diyerek zikreden dervişin dış lisanıdır.

Ney sembolüyle verilen mürşit diyor ki, “Benim söyleyeceğim şeyler, sıradan sözcükler değil, ateşten sözcüklerdir. Çünkü aşk, yekpare ateştir. Onun geliş amacı, bizim fanî varlığımızı yok etmektir. O halde bu sözcükleri sinesine yazıp çizecek adamın yanmayı daha baştan göze alması lazımdır!”. Ney, yani mürşit, “Ben nasıl yandıysam, muhatabım da yanmayı göze almalıdır ki aynı dilden konuşalım” diyor. Tam da bu bağlamda Eşrefoğlu Rûmî bir beytinde şöyle der:

“Bu âlem sanki oddan bir denizdir;/ Kendüyi ana atmakdır adı aşk…”

Bu âlem bir ateş denizidir. Eğer “Âşığım” diyorsan kendini bu denize atmayı göze alacaksın. Bu, tasavvurla olan bir şey değildir. Doğrudan doğruya varlığına tatbik edeceksin ki, varlık ipin yanıp kopsun da sen dünya tuzağından azat ol. Âşığın muhatabı âşık gerektir. Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Dîvânelerin hemdemi dîvâne gerektir”.

Mevlâna, işte böyle bir aşk uğruna makamından çekildi, böyle bir aşk uğruna medresenin gösterişli kaftan ve kavuğunu çıkararak dervişlerin gök renkli (delk-i kebûd) hırkasını giydi ve yine böyle bir aşk uğruna her türlü kınanma ve ayıplanmayı göze aldı!

Demek ki mürşidin aşk derdini anlatabilmesi, hakikatleri söyleyebilmesi için, muhatabının da kendisi düzeyinde yanmayı göze alan biri olması gerekiyor. Mevlâna’nın bir sözü vardır: “Ne kadar çok şey bilirsen bil; bildiğin, karşındakinin anladığı kadardır”. Hatibin akıl düzeyinin yüksek olması tek başına önemli değildir. Muhatabın da aynı düzeyde olması gerekir. Ancak böyle olduğu zaman sohbet, hakikatleri dile getiren bir zemine oturur. Eğer dinleyici düzeyi düşük ise, siz ne kadar bilirseniz bilin, söylemek istedikleriniz garip bir el tarafından kısılmaya başlar. Öyle olur ki, gönlünüze doğan mânâların kırkı kapıda bekler, içeriye ancak biri girer. Eğer sohbet halkası feyizli ise, mânâlar içeri girmek için birbirinin üzerine basa basa gelirler. Bu, doğrudan doğruya hatip ve muhatap düzeyiyle alakalı bir durumdur.

Mürşit hakikatin tepesinde bile olsa, eğer nitelikli bir muhatabı yoksa o hakikat, onun için de yok mesabesindedir. Zira hakikat onlara, başkalarına aktarılmak şartıyla verilmiş bir emanettir. Bu durumda velî, onu mutlaka sahiplerine dağıtacaktır. Bu yüzden istemek, yani dua, çok bilinçli bir eylemdir. Bu beyitte Mevlâna, “İstiyorum ki, dua ediyorum ki bana sinesi yanmış bir muhatap düşsün!” diyor. Bu öyle feyizli bir duadır ki, Mevlâna, bir yerine sinesi yanmış dört muhatap birden bulmuştur. Biri şeriat makamını temsil eden Seyyid Burhaneddin, biri tarikat makamını temsil eden Şems-i Tebrizî, biri marifet makamını temsil eden Selahaddin-i Zerkûbî ve biri de hakikat makamını temsil eden Çelebi Hüsameddin. Sinesi ateşle yanmış dört üstün muhatap…

Mürşit, hakikat makamına eriştikten sonra konuşur. Eğer o makama çıkmadıysa, ona konuşma izni verilmez, fetret ârız olur, yani Hakk’tan mürşide gelen feyiz, nur, tecellî, ilham ve bağış kesilir.

Bir de hakikat makamına geldiği halde susanlar vardır. Bunlar da Melamîlerdir. Melamî şeyhleri, yüksek bir irfanî tecelliye mazhar oldukları halde bunları gizlerler ve konuşmazlar. Onlar, insan yetiştirmeyi eser vermeye yeğlerler. Büyük bir Melâmî şeyhi olan Hacı Bayram-ı Velî, kendi yetiştirmesi olan Muhammediye yazarı Yazıcıoğlu Mehmed’e şöyle der: “Bu eseri yazacağına, keşke bir insan yetiştirseydin!

Bu temennide, aynı zamanda bir eser yazmanın ne kadar ciddî bir sorumluluk gerektirdiği hususuna işaret vardır. Her eserin Mesnevî gibi ruhlara hitap etmesi, gönülleri kuşatması zordur. Bakınız, Muhammediye bir zamanlar yaygın olarak okunuyordu, ama bugün içeriği hayattan çekildiği için, raflara kaldırılmış bir kitap hükmündedir.

Eğer bir mürşit her şeyden önce gönül evine giremiyorsa, biliniz ki başka bir şeyle karşı karşıyasınızdır. Mevlâna’nın ifadesiyle, “dervişlerin sözünü çalarak insanları afsunlayan alçak” bir kişiliktir bu! 

Ney’in kaygısı

Baştan beri konuşan neyin bütün kaygısı, aşk derdini açıklamak ve aşkın ne olduğunu anlatmaktır. Aşk derdi, söz ile anlatılabilen bir şey değildir. Bunun için muhatap lazımdır. “Aşk” sözcüğünü duyduğu anda yüreğinde muhabbet fırtınası kopan bir kimse olmadan bu dert şerh edilemez. Aşk bir derttir. Ama aynı zamanda aşk bir ferahtır da. Bunların ötesinde bir müjdedir, bir mürşittir. Aslında mürşit olan velî değil, aşk rehberinin getirdiği hakikattir. Bu hakikat, velînin ağzından döküldüğü için ona “mürşit” denir. Bir fetret ârız olur da velîler ağzından aşk hakikati dökülmezse o vakit Mevlâna kim ola, Yunus kim ola?

Bakınız, bunun çok somut bir örneği de vardır. Mevlâna altıncı cilt bittiğinde Çelebi Hüsameddin’e demiştir ki, “Ey Hakk ışığı Hüsameddin! Allah’tan izin olursa Mesnevî’deki hakikatleri, rumuzları bir bir açıklayalım”. Fakat Hakk’tan müsaade gelmemiştir. Mevlâna ve Çelebi Hüsameddin tam altı yıl beklemişlerdir. Bu altı yıl boyunca Mevlâna neredeyse dilsiz damaksızdır. Hakikatleri açıklamaya müsaade olacağına dair müjdeyi beklerken, bir başka müjdeci gelmiştir ve demiştir ki, “Ey dost, seni çağıran var!”. O müjdeci Azrail’dir. Ve Mevlâna, hakikatlere yürümeyi bırakıp hakikatlerin kaynağı olan Zat’a, yani Hakk’a yürümüştür.

Buradan şunu anlamamız lazımdır ki, bu vadide konuşanların hepsi sadece birer aracıdır. Eğer “Ben müjdeciyim, ben hakikat getiriyorum!” diyerek kendini öne çıkarıyorsa, biliniz ki bir müjdeciyle değil, bir sahtekârla karşı karşıyasınızdır. Hakk yolunda kendi rolünü aracılık olarak konumlamayan kişi, mutlak surette yalan söylüyordur.

Mürşidin derdi, sadece hakikati aktarmaktır. Bu sözler kendisine emanet verilmiştir. Onun görevi, bunları mutlaka gönül hanelerine iletmektir. Bu emanette herkesin gönül hanesinin bir payı vardır. Mürşit, o payları o hanelere bırakmakla yükümlüdür. Bırakamıyorsa, o yük onun değildir. Eğer bir mürşit her şeyden önce gönül evine giremiyorsa, biliniz ki başka bir şeyle karşı karşıyasınızdır. Mevlâna’nın ifadesiyle, “dervişlerin sözünü çalarak insanları afsunlayan alçak” bir kişiliktir bu!

Mesnevî, baştan sona aşk derdinin şerhidir. Aşkın ne olduğunu üst perdeden söyleyen de neydir. Neyin bütün derdi, hakikati aktarmaktır. Bu yüzden neyin sesi yanıktır ve bu âleme ilişkin bir şey çağrıştırmaz. Bir mürşit bize bu âleme ilişkin şeyler getiriyorsa, bilelim ki o ayrı bir yerden geliyor.

Son olarak şunu söyleyeyim: Aşk derdinin şerhine talipsek Mesnevî okuyacağız. Eğer bu hitap bizim gönül sayfamızı doldurmuyorsa, ateşli bir bıçakla sinemize elifler çektirmiyorsa, demektir ki bu sözlerin muhatabı biz değiliz. O zaman başka bir kapıyı çalmamız gerekir.