“Herkesî
ez zann-ı hod şod yâr-i men,/ V’ez derûnî men necüst esrâr-ı men…” (Zannınca
dostuyum herkesin amma/ Kimse bakmaz içteki sırlarıma…)
***
“HERKES
kendi zannınca benim dostum olduğunu zannetti. Ancak benim derunumdaki sırları
araştırmadı. Bu demektir ki benim sırlarımı araştırmayanlar benim dostum
değildirler. Kimse içimdeki sırlara bakmadı. Sadece bir Hakk dostuna yakın
olmak duygusunu tatmak için yanıma geldiler, sohbetlerime iştirak ettiler,
benimle konuştular, yani dışımla temas ettiler ama içimi görmediler.”
Buradan anlıyoruz ki, böyle zatların dostu olabilmek
için illa ki meclislerinde bulunmak, yüzünü görmek, elini öpmek, “Efendim”
demek gerekmiyor. “Kim ki benim sırrımı araştırdı, o dostumdur.” Önemli olan,
esrarına vâkıf olmaktır. Vâkıf olmak aslında iddialıdır, oradan ric’at edelim,
yüz geri edelim ve “talip olmak” diyelim. Çünkü o sırlara vâkıf olacak
vukufiyet nerede, biz neredeyiz? Dost kimdir, muhatap kimdir, sırlar kime
anlatılır, derundaki o incileri kim alabilir?
Beyitte “zan” sözcüğü geçiyor. Zan, asıl olarak
yanılgıyı ifade eder. “Herkes beni kendisine dost zannetti” derken yorumculara
bir gönderme yapıyor. “Herkes benim sırlarımı araştırdığını zannediyor, beni
anlatıyor, zannınca beni kavrıyor ama sırlarıma talip olmayan, derunumda
bunları bulamayan yanılır.” Ölçü bu!
Yüzlerce insanın Mevlâna araştırdığını biliyoruz. Mevlâna
hakkında yazılan kitaplar büyük bir kütüphaneyi doldurur. Peki, Mevlâna bu
hükümler ummanının neresindedir? Acaba bunların kaçı isabet kaydetmiştir? Emin
olun ki, çok büyük bir kısmı okumaya değmeyen şeylerdir.
Herkes onu kendi zannına göre anlayacaktır ve o yüzden
onu değil, kendisini anlatacaktır. Onun içindeki, derunundaki şeylerse
keşfedilmemiş inciler gibi orada duracaktır. Çünkü “Sırlarım var” diyor. Zaten
bir rubai dizesinde de “Biz Hakk’ın sırlar hazinesiyiz” der. Aslında her insan
sırlar hazinesi olma yeteneği taşır. Bu olgu, sadece Mevlâna’ya özgü değildir.
Ancak önemli olan o denize dalmak değil, vurgun yemeden selamet sahiline
çıkmaktır. Bu deniz, uçsuz bucaksız azîm bir denizdir.
“Azîm”, Hakk’ın sıfatlarından biridir. Azîm, daima büyük olan demektir. Mevlâna bir rubai dizesinde, “Azîm bir denizdir ki kıyısı olmaz aşkın” der. Kıyısız bir denizi görüp de kaç kişi kulaç atmaya cesaret edebilir? Bu sahilsiz umman, karşılık bekleyen yüzücüleri korkutur.
Kıyısız olmak
Aslında kıyısızlık da bir zandır. Eğer korkularınız
sizi bu ummânâ açılmaktan alıkoyuyorsa, kıyısızlığa mahkûm olursunuz. Ama
kayığınız mumdan bile olsa, o alev denizine girmeyi göze alıyorsanız, o kayık
erimeden kenara çıkarsınız. Fakat akılla bağlananlar, “Hiç mumdan kayıkla alev
denizine girilir mi? Erir gidersin!” derler. Erir miyiz bilmiyoruz, çünkü
girmedik…
Zanda kalanlar, Mevlâna’yı akılla anlamaya
çalışanlardır. Mevlâna üzerine araştırmalarda çok aklî bir çıkarım varsa,
biliniz ki Mevlâna onların dostluğundan ve çözümünden muaftır. Öyle diyor
çünkü: “Ben onların zannınca onlara dostum! Muhabbet duyabilirler, bu ayrı bir
şey; fakat ben bu dostluğu onaylamıyorum, dostluğumu kazanabilmek için derunuma
bakacaksınız!”
Sırlar, bir alev denizinin ötesindedir. Alev denizini
geçmekse ayrı bir meseledir. Bu denizi ancak aşk gömleği giydiğinizde
geçebilirsiniz. Sır, kolay bulunan bir şey değildir. Bizde şöyle bir beklenti
var: “Velînin işi gücü yoksa eteğindeki bütün sırları önümüze döksün, biz de
oturup onları toplayalım.” Böyle bir talep, ruhu uyanmadan nefsi uyanan ham
ruhlara cazip gelir. Hakk yolculuğuna çıkanların çok azı ulaşır menzile. Bu
yolcuların büyük bir kısmı, yolculuğu tamamlayamadıkları için eksik olarak
dönerler. Halk, bu yarım yolcudan sırlarını ortaya dökmesini talep edince, o da
“Oldum!” yanılgısıyla keramet gösterme tuzağına düşer. Oysa keramet merdiveni,
ilk merdivendir. Alenî keramet gösterisi yapanların eylemlerinde ciddî bir
riyakârlık vardır. Keramet, nefsin hamlığını bangır bangır bağırması demektir.
Demek ki sır, kendini herkese vermez. Velîler Ashab-ı
Kehf gibidirler, uyuyorlardır. Emin olunuz, rızaları yoksa irfan denizlerinden
bir katreyi bile alamazsınız. Eğer kendilerine yönelen kişiden bir samimiyet
kokusu alıyorlarsa durum değişir. Bu kişi, bir ümmî yahut bir ebleh de olsa
fark etmez. Onlar, kendilerinden samimi olarak yardım talep edenlere
meçhullerin karanlık ormanında yol gösterecek birer meşale olurlar. Zira samimi
olandan dostun ve dostluğun kokusu gelir. Dostta vefa kokusu vardır. Vefa kokusu
taşıyan, vefayı bilen, ahdini hatırlayandır. Biz elest meclisinde söz vermiş,
ahd ü peyman etmiş ve yeminler içmiştik. Bu ahdimizi unutmuş isek vefasız,
hatırlıyorsak vefalıyızdır. Dost, ahdini hatırlayandır. Demek oluyor ki bu
konuda Mevlâna’nın söylemek istediği şey şudur: “Vereceğim sırlar, ahdi
hatırlatmaya yarar. Ahdi hatırlayınca aslınızdan ne kadar uzak düştüğünüzü
kavrar, burada nasıl bir kötü hal içerisinde bulunduğunuzu görür ve derhal hoş
halli olmaya koşarsınız!”
Sabır süreci
Bu bir sabır sürecidir. Tekrar tekrar aramak lazımdır.
“Bâz cûyed” ibaresi, “tekrar arar” anlamındadır. Dikkat edilirse geniş zaman
kullanıyor. “Arar” diyor, “Aradı” demiyor. “Aradı” deseydi eylem durmuş olurdu.
Zaten Hakk’ın yaratması da böyledir, geniş zamanlıdır. Varlık her an
olmaktadır. O “Ol!” der ve olur. “Kün feyekûn”un zamanı, geniş zamandır.
Demek ki bir hakikatin peşine düştüğümüzde bizdeki zaman şuurunun geniş zaman olması gerekir. Tekrar tekrar arayacağız. Kim bilir, belki kapıyı çalıp gitmişizdir, belki içeriden bir ses gelmiştir de duymamışızdır. Bir gün içeriden gelecek sesi duyacak bir kulağa sahip olursak, âb-ı hayatı bulup içmemiz mümkündür. Mevlâna’nın şu rubaisi tam bu duruma ilişkindir: “Bu gece yıldız gibi ol, sabahlat uykuyu,/ Cana can katan bir ay parıldar gece boyu./ Uyuma, âb-ı hayat karanlıklar içinde,/ Belki bir gece bulur, içersin o suyu!”
Yaş, gözün mü, sırrın mı
damlası?
“Sırr-ı
men ez nâle-i ben dûr nîst/ Lîk çem ü gûşrâ an nûr nîst.” (Sırrım
feryadımın içinde durur,/ Yoktur lakin göz ve kulakta o nur.)
“Sırrım, feryadımdan uzakta değildir. Ancak göz ve
kulakta o nur yoktur.” Bu beyitte vurgulanan “kavram/kelime” “nur”dur. Mevlâna,
“Gözde o nur olsaydı sırrımın feryadımın içinde olduğunu görecek, kulakta o nur
olsaydı sırrımın feryadımın içinden geldiğini duyacaktı” diyor. Dikkat edilirse
iki uzuvdan bahsediliyor: Göz ve kulak…
Burada zikredilen göz ve kulağın bildiğimiz göz ve
kulak olmadığı aşikârdır. Bunlar gönül gözü ve gönül kulağıdır. Mevlâna’nın bu
manevi organlardan bahsetmesi, sır meselesini vurgulamak içindir. “Benim
sırrım” dediği bir şey var. Baştan beri konuşanın ney, neyin de insan-ı kâmil
olduğunu biliyoruz, aslında Mevlâna’da bütün musiki aletleri insan-ı kâmilin
sembolüdür; musiki aletleri, kelamı feryada dönüştüren başka bir dil
kullanırlar. Ârifler nezdinde bu dil, kelamdan üstündür. Bir başka deyişle hal,
kâle, yani söze tercih edilir. Bu sebeple bu zatlar şiir söylerken -sözün
maksadı karşılamadığı durumlarda- halin yorum gerektirmeyen açık diline
başvururlar. Bu mecburiyet, kelamın hali ifadede aciz, ancak halin kelamı
belirtmede muciz olmasından kaynaklanır.
Bu bağlamda Yunus Emre, bir şiirinin sonunda şöyle
der: “Derviş Yunus söyler sözü,/ Yaş
doluptur iki gözü,/ Bilmeyen ne bilsin bizi,/ Bilenlere selam olsun!”
Feryat, nale, ağlamak gibi ifadeler hep bu hali
göstermek içindir. Mevlâna demek ister ki, “Öyle bir mânâ âlemiyle temastayız
ki bu temas, ruhu şevkten ağlatan bir zevk deryasıyla temastır”. Hepimiz
biliriz, gönlümüze birkaç bakir mânâcık düşse duygu-yoğun bir hale geçeriz. Bu
ortam, ayrı bir ortamdır. Burada his kulağı, his gözü, hâsılı hisse ait ne
varsa hepsi iptal olur. En ufak bir sevinçte bile boğaz düğümlenir ve hemen
ağlama eğilimine girilir.
Hakk’ın tecellîsinden başka bir şey olmayan bu sır ve
hakikatler âriflerin gönlüne indiğinde, ruhî zevk ve hazzın şiddetinden dolayı
onları saran duygu, nale, feryat, inleme ve ağlama biçiminde dışa yansır. Bu
zatların şiirlerine bu gözle baktığınız zaman, şiir sonunda “iki gözün yaş
dolması” beyanıyla karşılaşırız.
Üzerinde durulan “kavram/kelime”nin “nur” olduğunu
söylemiştik. Bu nura bir sıfat vermek gerekirse “marifet nuru” demek uygun
düşer. Bu nurdan maksat, Hakk’ın sır ve mânâya ait bilgiyi bir his ve hibe
olarak velîye göndermesi, daha doğrusu o sır ve mânâyı velîye keşfettirmesidir.
Mânâ keşfolunduğunda bu zatlar ilk aksülamel (tepki) olarak ya feryat ederler,
ya inlerler ya da “Allah Allah” diye zikrederler.
Menâkıbında geçtiğine göre, Mevlâna bir yerde
müritlerine şöyle hitap eder: “Ey müritlerim! Tutun ki size hakikatler anlatan
bu fani varlığım yoktur; bu varlığım, sizin için sadece hoş bir temaşa
vesilesidir. Biliniz ki benim yaratılış gayem, aslında sizi ezelî hakikatlerden
haberdar etmektir. Varsayınız ki ben size sadece Allah Allah şekerini yedirmek
için geldim…”
Demek ki velînin varlık sebebi, Hakk’a ait hakikati
gönüllere saçmak, başka bir ifadeyle gayb âleminin şekerini bu âlemin
papağanına yedirmektir. Zira bizler bu âlemde, İlâhî belagatle temas eden
papağanlar mesabesindeyiz. İlâhî belagat, perde ardından durmaksızın sır
söyler, velî o sırların bir kısmını duyar, fakat duyduğu kadarı onu ihya etmeye
yeter. Biz papağanlar da onun söylediklerinin bir kısmını duyarız. Bu kadarı da
bizi ihya etmeye yeter.
Malumunuz ki ney, dünyaya ait, nefse ait kayıtlardan
kurtulmuş velînin sembolüdür. Üzerindeki yedi delik, nefsin yedi safhasına
işaret eder. Arkada, üzerine parmak basılan delik ise nefsin iptal olduğunu
gösterir. Velî bazen nefs-i emmâre (ego) perdesinden konuşur, bazen nefs-i
levvâme (süper ego) perdesinden, bazen de en üst perdeden.
Mesnevî’deki ilk 18 beyit, en üst perdeden konuşan
beyitlerdir. İlerleyen bölümlerde en alt perdeden konuştuğuna da şahit
olacağız. İnsanların hepsi kemal safhasında olmadığı için onların durumlarına
uygun olarak Hazret, bazen alt perdeden de konuşacaktır. Çünkü hitap ettiğiniz
kişi, aklı başında olmak kaydıyla idraki en kıt kişi de olabilir. Ona da bir
şeyler anlatmak lazımdır.
Ancak bu nokta, çok nazik bir noktadır. Mesnevî’de
nefs-i emmâre kategorisindeki bireyler için anlatılan sembolik mahiyette bazı
hikâyeler vardır. Genellikle hırs ve şehveti konu alan bu sembolik hikâyelere
bakıp “Mevlâna böyle şeyleri nasıl anlatır?” diyen bazı türedi Molla Kasım’lar,
Hazret’i ahlak açısından tenkit etme densizliğine kalkışıyorlar.
Böyle kimselere cevaben deriz ki, “Bir, velîler
peygamber değildirler. Halkın muhabbet fazlalığıyla kendilerine masumiyet ve
masuniyet yükleme ihtimalinden kaçınmak için bu tip ifade ve davranışa bilinçli
olarak başvururlar. Bunları, kendilerini kusurlu göstermek amacıyla yaparlar.
Böylelikle bir taşla iki kuş vururlar. Hem gururlarının başlarını ezerler, hem
de velîde hata aramaya çıkan ham ruhları tuzağa düşürürler. Velîler böyle
durumlarda hatayı, muhatabın gerçek kimliğini gösteren bir ayna gibi
kullanırlar. O aynaya bakan densiz, aynada kendini gördüğü halde bundan gafil
olup orada gördüğünün ayna tutan zat olduğunu sanır. İki, onu ahlak açısından
yargılayanlar bilmeliler ki, Mevlâna, Hazreti Peygamber’in üst ahlakını en iyi
anlayıp uygulayan kişilerden biridir. Hazret-i Pir, bu türedilere ahlakının
zekâtını verecek olsa kendilerini de abat ederler, nesillerini de. Üç, köpekler
havlıyor diye dolunay, âlem karanlığını ışıtmaktan vazgeçecek değildir.”
Eğer başınızı hakikatler âleminden bu âleme çevirmiş,
yani irşat makamına geçmişseniz, en alt perdeden en üst perdeye kadar herkese
bir şeyler anlatacaksınız. Amaç, onların perdelerini kendi perdenizle
yırtmaktır. Zaten ney için Mevlâna der ki, “Onun perdeleri bizim perdemizi
yırttı”.
Demek ki Hakk’a ait sır, mânâ, lütuf, ihsan, keşif,
işrak ve kerametler bizdeki perdeleri yırtmak içindir. Perdelerimiz
yırtılmadığında, bizi kuşatan hamlığı tümlük sanırız. Bu tümlük gururuyla
akıldan başka bir irşat vasıtasına ihtiyaç duymamak gibi bir kısır döngü içine
gireriz. Bu tavır, aslında bir vehimdir. Perde yırtan zatlar ile
karşılaştığımızda bizim yerden göğe kadar dizdiğimiz zan küplerinden birini
aradan çekip aldıklarını görürüz. Gümbür gümbür yıkılan küplere bakınca sanal
bir âlem içinde ömrümüzü heder ettiğimizi anlarız. Meğer ömrü gölge avıyla geçirmişiz.
Bir beytinde şöyle der Hazret-i Pir: “Ömür okluğu boş, tez bitti ömür./ Gölge
avıyla geçip gitti ömür!”
Neyin feryadı önemlidir. Zira sırrın ancak bir hal ile
ortaya çıktığını söylüyor. Buradaki halden kastımız, sırrın gelmesiyle gönlün
coşmasıdır. Mânâ bizimle temas ettiği zaman bizi “iç coşku halleri”
diyebileceğimiz “vecd, istiğrak, gaşy ve huşû”ya sürükler. Bunların hepsi de
coşkuyla kendinden geçişin farklı görüntüleridir. Bırakınız bu sırlarla dolu
mânâ ile temas etmeyi, sıradan bir bilgiyle temas ettiğimizde bile bir mutluluk
coşkusu yaşarız. Bilgi, onu kavramaktan dolayı bize bir mutluluk hissi verir.
Demek ki kesbî ilme, yani çalışıp çabalayarak elde edilen bilgiye ait bir şey
bize mutluluk verdiğine göre, ondan daha üstün ve özel olan vehbî ilim, yani
bizzat Hakk’ın bağış ve ihsan olarak gönlümüze indirdiği bilgi, bize mutluluk
vermekle kalmaz, tutup bir de kanat takar. Çünkü onda tecellî söz konusudur.
Tecellî söz konusu olunca gönül aynasının pası silinir ve Hakk’a ait mânâlar
bir nur huzmesi ve bir ışın demeti halinde kalp aynasına düşüp yansımaya
başlar.
Bu marifet nuru kişiye ne zaman gelir? Malumunuzdur ki
tasavvufta dört merhale vardır: Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat. Şeriat,
aslında ilmin tahsil aşamasıdır. Ardından gelen aşama, ilmin tatbik aşaması
olan tarikattır. İdrak düzeyinin mânâ ve sırrı kavrayacak düzeye gelmesi,
marifet aşamasıdır. En üst mertebe ise “Hakikat-ı Muhammediye” dediğimiz
hakikat aşamasıdır. İlk yaratılan ruh, Hazret-i Peygamber’in ruhu olduğu için
bu makama Hakikat-ı Muhammediye denir.
Gönlümüze birkaç bakir mânâcık düşse duygu-yoğun bir hale geçeriz. Bu ortam, ayrı bir ortamdır. Burada his kulağı, his gözü, hâsılı hisse ait ne varsa hepsi iptal olur. En ufak bir sevinçte bile boğaz düğümlenir ve hemen ağlama eğilimine girilir.
“Ten
zi cân u cân zi ten mestûr nîst/ Lîk kesrâ dîd-i cân destûr nîst.” (Perdesizdir
can tene, ten de cana./ Canı görme izni yok hiçbir cana.)
Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Hiç kimseye canı
görme izni verilmemişse, Hazret bunu nereden biliyor?” Bu tarz, Mevlâna’nın
açıklama yöntemlerinden biridir. O, bazı meseleleri izah ederken kasıtlı olarak
böyle “kör nokta”lar koyar; ehil ve erbap olmayanlar o perdeden içeri
geçmesinler diye… Demek ister ki, “Bu bir sırdır, bunu açıklamaya mezun
değilim”. Bu tip kör noktaların olduğu yerde daima işin erbabına üstü örtülü
şöyle bir hitap vardır: “Ey kalbi uyanık okuyucu! Burada bir perde var, geri
dönme, sebat et, perde biraz sonra açılacaktır. Buradaki sırrı her gönül ve her
idrak kavrayamaz, biraz sabret!”
Sabır, çölde yetişen acı bir bitkidir. Şifa isteyenler
acısı pahasına o bitkiyi yerler. Sabır böyle bir şeydir işte! Acıdır, eziyet
verir ama neticede sağlığa kavuşturur.
Beyitte geçen “can ve ten” kelimeleri, bildiğimiz
anlamları dışında iki kavrama karşılık gelmektedir. Ten, âlem-i şahadeti (bu
âlem), can da âlem-i gaybı (öbür âlem) temsil ediyor. İnsanda can ve ten bir
araya gelmiştir. Ten cana âşık olduğu gibi, can da tene âşıktır. Canın tene
olan derin özlem ve arzusu öyle bir noktadadır ki ölüm hissi, beraberinde
tenden ayrılma bilincini içerdiği için bizi korkutur. Bu da her ruhun kendi
bedenini sevdiğini gösterir. Bu çıkarımdan hareketle âlem-i misal ile âlem-i
şahadet arasında bir sevgi boyutu olduğunu ileri sürmek mümkündür.
Perde kaldırıldığında birbirine âşık iki âlemin
kavuşmak için harekete geçtiği görülür. Âlem-i misal, sevgi duyduğu için âlem-i
şahadete inmek ister; âlem-i şahadet de bu sevgiye karşılık vermek için âlem-i
misâle çıkmak ister. Bunların dili, Hakk’ın kâinat dili yaptığı şey, yani
“sevgi dili”dir.
Bu karşılıklı harekete geçişe bağlı olarak ortaya
şöyle bir şey çıkar: Âlem-i gaybda, yani sırlar âlemindeki hakikatler, mensup
oldukları âlemin mahiyeti icabı herhangi bir varlık formu içermezler. Âlem-i
şahadette ise her şeyin bir varlık formu vardır. Bu durumdan dolayı sırlar
âleminden kalkıp bu âleme gelen her şey, bir varlık suretine bürünmek
zorundadır. Bu zorunluluğun gereği olarak bazen kelime, bazen keramet, bazen
formül, bazen melodi, bazen renk kılığına bürünerek kendilerini ortaya
koyarlar. Zira mahlûk olanın fıtrat ve mayasında kendisini ortaya koyma eğilimi
vardır. Bir şey varsa, kendisini göstermek ister. Mesela aşk, bir üst akıl
olarak gelir ve kendisini bildirmek ister. Bunun için âşığın gönlünde
kelimelere bürünerek sevgi sözcüklerine dönüşür. Bu etki âşığın eylemlerini,
sevginin dışavurumuna dönüştürür. “Can” sözcüğü, aynı zamanda Mevlâna’nın
müritlerine hitap etme biçimidir. Bu haliyle aslında bir sevgi sözcüğüdür.
Sevgi cevherdir, kalıcıdır, bakidir. Nefrette beka
yoktur, fena vardır. Mevlâna bir şey daha söyler: “Mayası kötü olanlarda
cehennemden bir parça, mayası iyi olanlarda ise cennetten bir parça vardır.”
Kelimeler de böyledir. Söz gelimi “münafık” kelimesi cehennemdendir ve kişiye
münafık denilse yaralar. Eğer onda cehennem tadı olmasa ruhu yaralamaz. Ama
“dost” kelimesi cennettendir ve kişiye “dost” diye hitap edildiğinde ruha
cennet tadı verir.
Malumunuz, her şey kendi aslına döner. Parçalar kendi
bütününe doğru giderler. Can ve ten ortaklığı bozulduğunda can üst âleme
gidecek, ten bu âlemde kalacaktır. O yüzden Hazret der ki, “Ey can! Balçık olan
tene uyup da dünya çukurunda kalma, senin kanatlanıp üst âleme gitmen gerekir!
Ruhun kılavuzluğunu tercih et, canın müştak olduğu şeylere yönel ki o seni
yukarı çıkarsın. Zühre’ye bak, günahkâr bir kadınken, teni cana tebdil edip
göğe çekildi ve Zühre yıldızı oldu!”
Demek ki kılavuz olanların can istikametinde gitmesi
gerekiyorlar. Can da ancak âlem-i gaybın gönderdiği sırlarla irşat olarak üst
âlemle temas kuruyor.
Şeb-i ârus
Parça nasıl ki bütüne doğru gidiyorsa, bütün de
parçaya bir iştiyak duyar. Bu durumu Veysel’in irfan diliyle söylediği şu
dizelerde görürüz: “Bir ulu ağaçtan bir yaprak düşse,/ O an acısını duyar
iniler.”
Yaprak ağaç için inlerse, ağaç da yaprak için
inleyecektir. Bizim varlığımız iki parçadır. Bir parçamız bu âleme ilişkin
olduğu için buraya muhabbet duyarız. Bir parçamız da öbür âleme ilişkin olduğu
için oraya muhabbet duyarız. Bu âleme ilişkin şeylere muhabbet duymamız
tabiîdir. Bu muhabbetten dolayı varlık âleminde varlık edinmeye kalkışır ve tüm
ömrümüzü bu uğurda harcarız. Fakat bazı ruhlar bu varlık âleminde masanın
üzerine yığılan şeylere başka bir nazarla bakarak onları çocuk oyuncaklarından
farksız görürler. Varlık onları cendere gibi sıkar, rahatsız eder. Yunus’un
mükemmel ifadesiyle, “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı”…
Bu zatlardaki ruh, nitelikli ruhtur. Bunlara ya
hatiften bir ses gelir ve hakikati ona hatırlatır ya da ruh, bir acı, bir
sıklet ve bir içe doğuşla bu hakikati keşfeder. Daha doğrusu bu hakikat onlara
bildirilir. Zira mânâ âlemi daima seçilmiş ruhlara teveccüh eder. Oradan gelen
mânâ doğanı sıradan avları avlamaz, seçicidir.
İki âlem arasında perde olmaması bir keşiftir ve bu
keşif bize de oldukça zevk verir. Eğer bu iki âlem arasında perde yoksa en üst
âleme kadar hiçbir âlem arasında da perde yok demektir. İki âlem arasında perde
yoktur, ama bir âlemden diğerine geçmek için binlerce perde geçmek gerekir.
Perdeler vardır, ancak perde yoktur. Bunun anlamı şudur: Kaç perde olursa
olsun, madem o sır yokluk ilinden kalkıp yola düştü ve buraya gelip bizimle
temas kurarak kendisini ortaya koydu, demek ki onun geldiği yoldan biz de
gidebiliriz. Onun geldiği yoldan gidersek, onun geldiği yere varırız. Can
tenden ayrılınca zaten zorunlu olarak gideceğiz. Ama önemli olan henüz bu
âlemdeyken gidebilmektir. “Ölmeden önce ölünüz” hadisinin anlattığı şey işte
budur! O ihtar kendisini sürekli olarak gösterir. Bunu görmek için demek ki
kendimizi bu âleme ait his ve idraklerden kurtarmamız gerekiyor.
Mevlâna önceki beyitte bu idrakin herkeste olmadığını
söyledi. Bunu da kulak ve göze vurgu yaparak ifade etti. Bu kulak ve gözlerin
bir dünyaya bakanları vardır, bir de bunun zıddı olarak öbür tarafa bakanları.
Bu tarafı açtığımızda öbür taraf iptal olur. Öbür tarafla temas kurmak için de
bu tarafı iptal etmemiz gerekir. Gerçek olan şudur ki, ikisi aynı anda
çalışmaz.
İnsan görünenin peşinde olduğu için duyularını hep bu âleme açar. Zora tahammül edemez. Nefis sabırsızdır. Der ki, “Her şey elinin altında, al, tat, ye, iç!”. Hazret-i Musa’nın kavmi çölde kaldığında, malumunuz onlara gökten bıldırcın ve kudret helvası iner. Bunlar bir müddet sonra bu yiyeceklerden bıkarak “Hani sarımsak ve mercimek?” diye serzenişte bulunurlar. Bu serzeniş, iki âlem arasında açılan perdeyi kapatan bir nankörlüktür. Perde nankörlerin canına çekildiği için onlar bu perdesizliği göremezler. Perde minnet sahiplerinin canından hakikat eliyle kaldırıldığı için, onlar iki âlem arasında perde görmezler. Zira aşk mürşidi, gelirken yol üzerindeki bütün perdeleri yırtmıştır. Geldiği zaman beş duyu üzerine çekilen beş perdeyi daha yırtar. Can ve ten, ancak aşkın perdeleri yırtmasından sonra birbirlerini duvarsız ve duvaksız olarak görürler.