MEVLÂNA dinî ve tasavvufî kavramları muhataba daha iyi kavratmak için onları bir hikâye üzerinden aktarır. Bu kavramlar ile ilgili düşüncelerini kimi zaman hikâye içinde, kimi zaman da hikâye bittikten sonra açıklar. Bu açıklama kısımları iyi okunduğunda Mevlâna’nın hikâyeden murat ettiği kavramları özenle şerh ederek, okuyucuyu bu konuda eğitmek istediği anlaşılır. Okuyucu böylelikle Mesnevi’deki hikâyelerin ve hikâyeler içindeki figürlerin farklı düşünce alanlarıyla bağlantılarının bir sonucu olarak eserin çok farklı okuma ve yorumlara kapı açan bir zenginlik gösterdiğini kavrar.
“Bakkal ve Papağan” hikâyesi, Mevlâna’nın kıyas fikri üzerine kurguladığı bir metindir. Mevlâna’nın kıyasta öncelediği husus, peygamberler ve velilerin sıradan insanlarla kıyaslanmasının çarpıcı yanılgısına dikkat çekmektir. Ancak daha özelde ise gerçek velilerin sıradan insanlarla kıyasının yanlışlığını kavratmak ister. Mevlâna, Allah dostu olan ve peygamberlerin izinden giden velilerin, yanıltıcı kıyasların bir sonucu olarak değerlerinin bilinmemesine vurgu yapar. Velinin sözlük anlamı “arkadan giden” demektir. Velinin arkasından gidip yolunu takip ettiği kimseler ise peygamberlerdir. Mevlâna bu niteliklerinden dolayı velileri, maddî ve manevî sahada peygamberlerin varisi sayar.
Mesnevî’de anlatılan hikâyeleri pek çok yönden tahlil etmek mümkündür. Zaten bu hikâyeler de bu maksada göre tertip edilip kurgulanırlar. Mevlâna, Mesnevî’nin manzum dibacesi olarak nitelemenin yanlış olmayacağı ilk otuz beş beyti, şu beyit ile bitirir:
“Gelin dostlar, dinleyin şu kıssayı,/ Gerçek hâlimizin nakdidir payı.”
Mesnevî’deki hikâyelere bu verinin ışığından bakılırsa Mevlâna’nın kıssa adını verdiği bu hikâyeleri, insanların gerçek durumlarını açıklayıp değerlendirmek üzere aktardığı görülür. Peşin para ve akça anlamına gelen nakit, mal alım satımında malın değerini belirleyen ticarî bir kavramdır. Mevlâna ticarî malın parasal karşılığını belirleme ölçüsü olan bu kavramı, insanların eylem, davranış ve amellerini ölçmek için kullandığı hususi bir kavrama dönüştürür. Mesnevî’deki hikâyeler, din ve tasavvufun temel ilkeleri çerçevesinde üretilen kavramları, okuyucunun daha rahat anlaması amacına dayanır. Bu açıdan Mesnevî’deki her hikâyeyi bu kavramlarla murat edilen manayı anlamak açısından okumak gerekir.
Mevlâna Mesnevî’de ilk hikâyenin son kısmı olan, kuyumcunun ölümü meselesini işlerken padişahın onu öldürtmesinin İlâhî ilham ve emirle olduğu düşüncesini, Kur’ân’daki “Hızır Kıssası”na bağlayıp kuyumcunun öldürülmesindeki hikmeti bu kıssa üzerinden açıklar. Hızır’ın o çocuğu Allah’ın emriyle öldürdüğünü söyleyerek bu işin hikmetini anlamayanların, onu kendilerince kıyas ederek hakikatten uzaklaşmalarına dikkat çeker. Tıpkı bunun gibi, Bakkal ve Papağan hikâyesi de kendilerine göre kıyas yapanların, olayın gerçeğinden ne kadar uzak düştüklerini gülünç bir durum içinden gösterir.
Mesnevî şarihlerinden olup Mesnevî’inin Anadolu sahasında bütün ciltlerinin Farsça olarak şerh eden ilk şarih, Gelibolulu Sürurî’dir. Sürurî, Farsça olarak yazdığı bu şerhte, papağanın gül yağını dökmesi olayını, Allah’ın sır yağını dökerek İlâhî gazap ve öfkeye uğrayan ham kişilerin durumları olarak gösterir. Ona göre insan, bilgisi, konuşma yetisi ve belagat gücüyle gururlanmamalıdır. Zira bu gururun sonu, papağanın başına inen silleyle kel olması gibi bir cezaya müstahak olmaktır. Sururî, papağanın kendi hâlini, hırka sahibinin durumu ile kıyaslamasını hatalı bularak bu durumun, kendi hâlini Allah dostlarının hâlleriyle kıyaslamak gibi bir yanlışa yol açacağını söyler. Şarih, acı ve tatlı suyun berraklık bakımından benzerliğine vurgu yaparak bakana göre acı suyun da tatlı suyun da berrak olduğunu söyler. Şüphesiz nebiler ve veliler görünüşte beşerdirler. Ancak diğer insanlar gibi olmayıp veli ve nebi olmalarından dolayı görünüş bakımından değil, nefis ve ruh açısından üstündürler (Kardeş, 2022).
Sürûri’nin Farsça şerhini örnek alarak Anadolu’da Mesnevî’nin Türkçe tam şerhini yapan ilk şarih olan Şem’î, papağanın başının kel olması durumuna dair şerhi, isim vermeden Sürûrî’den tercüme ederek aktarır. Ankaravî ise pak olan evliyanın işini kendisiyle kıyas etmenin yanlışlığına değinerek halkın bu kıyas yüzünden yol şaştığını belirtir. Bu farkı zevk sahiplerinin anlayacağını bu zevkten mahrum olanların büyü ile mucize arasındaki farkı idrak edemeyerek ikisin aslını da hile sanacağına işaret eder.
Fazlullah Rahimî ise bu hikâye bağlamında kıyas meselesine dikkat çekerek bütün dünya halkının dudu gibi boş ve hükümsüz kıyasta bulunmalarından dolayı yolu ve izi kaybettiklerini belirtir. Peygamber ve velilerin sırlarına vakıf olmayanların onları kendilerine göre kıyas eylemeleri sebebiyle İlâhî zevkten nasipsiz olup cehalet çölünde kaldıklarını belirtir.
Mesnevî’de ilgili hikâye metni şu şekildedir:
“Vardı bir bakkalda hoş bir papağan;/ Güzel sesli, yeşil renkli, konuşkan.
Her zaman dükkâna bekçilik eder,/ Söylerdi esnafa ince nükteler.
İnsana hitapta söze kadirdi,/ Kendi ötüşünde de çok mahirdi.
Evine gitmişti bir gün sahibi/ Dükkân bekçisi de bizim dudu
Ansızın içeri girdi bir kedi,/ Can korkusu ile zavallı dudu;
Çırpınıp bir uçtan bir uca uçtu,/ Gül yağların döküp her yana saçtı.
Az sonra, sahibi geldi dükkâna,/ Tacirce kuruldu geçip mekâna.
Baktı, her yer yağa batmış sanki sel,/ Dudunun başına vurup etti kel!
Dudu, birkaç güncük konuşmadı hiç,/ Dükkân sahibi bin pişman, çekti iç.
Yolup sakalını diyordu: ‘Yazık,/ Buluta girdi rızk güneşim artık.
Keşke kırılsaydı kolum kökten,/ O tatlı dilliye nasıl kıydım ben?’
Bakkal, dudum tekrar konuşsun diye,/ Nerde yoksul görse verdi hediye.
Üç gün sonra, şaşkın ve ağlayıp zar,/ Ümit kesip geçti dükkâna tüccar.
‘Ne zaman konuşacak, bu kuş?’ diye,/ Eş oldu; bin bir gam ve üzüntüye.
Konuşması için dudunun tüccar,/ Yapıyordu, türlü maskaralıklar.
Bir cavlakî geçti, kafa cascavlak,/ Kel başı, kalaylı kap gibi parlak.
Dudu, konuşmaya başladı o an,/ Dervişe doğru bağırdı: ‘Ey filan!
Ey kel, benim gibi neden kelsin sen?/ Yoksa gül yağı mı döktün şişeden?’”
Mevlâna görüldüğü gibi hikâyeyi beklenmedik bir kıyasla bitirir. Bir şiir ve hikâyeyi beklenmedik bir sonuçla bitirmek terdit sanatına dâhildir. Mevlâna terdit sanatını, hikâyenin ana fikri olan kıyas kavramını belleklere daha iyi kazımak için kullanır. Mevlâna’nın bu hikâye vesilesiyle kıyas meselesine girizgâh niteliğinde kurguladığı beyitler 16 ila 18. beyitlerdir. Bu beyitlere göre papağan, saç ve sakalını kazıtmış bir cavlaki dervişininin kel bir hâlde dükkân önünden geçmesini kendi durumu ile eşleştirir. Kendince mantıklı ama gerçekte gülünç bir kıyas yapar: Bu kıyasa göre o derviş de gül yağı dökerek sahibi tarafından darp edilerek kel olmuştur. Bu durumda Mevlâna’nın papağandan muradı, düz mantık kullanan ve bilgileriyle hakikate ulaşamayanlar, cavlaki dervişinden muradı da mana ve hakikat ile temas hâlinde olan Hak velileridir:
“Bu kıyas güldürdü çarşıyı, ey can!/ Kendi gibi sandı, dervişi bir an.”
Mevlâna benzerlerin kıyasının ne kadar yanıltıcı olduğuna dair ilk delili dilden getirir. İmlada aynı harflerle yazılan şîr kelimesi hem aslan hem de süt anlamlarına gelir. İki kelimenin de imlaları aynıdır fakat hakikatte ormanlar şahı aslan nerede, beyaz ve latif süt nerededir! Hoş bir cinas oyunu gibi görünen bu durum, kâğıt üstünde gözü aldatabilir ancak kelimenin metin içinde delalet ettiği manayı kavrayan zihin, gözün önündeki perdeyi açarak gerçeği tüm açıklığıyla gösterir…
“Kendinle kıyas etme pak erleri,/ Şîr; aslan ve süttür, bir mi yerleri?
Halkta bu yüzdendir, yol şaşmalar,/ Hak abdalından kimin haberi var?
Mevlâna halktaki yol şaşmaları, kıyası yanlış yapmalarına bağlar ve bu durumu papağanın kendince kıyas yapması örneği üzerinden ifade eder. Bu açıdan bakınca temel meseleleri anlamada kıyası yanlış bir zemin üzerine oturtanların durumunu, papağan kıyasıdiyebileceğimiz bir hâl ile izah eder. Tam da bu noktada Mesnevî’nin hikâyeler yoluyla pek çok durumu ifade edebilecek bir dil kabiliyeti taşıdığını belirtmekte yarar vardır. İşte kıyastaki bu inceliği bilmeyen cahil çoğunluk, papağan usulü kıyastan hareketle peygamberlerle denklik ve velilerle aynılık iddiasında bulunurlar. Bu iddialarındaki temel tez ise onların da kendileri gibi insan olmalarıdır. Bunlara göre peygamber ve veliler de kendileri gibi yiyip içmekte ve kendileri gibi yatıp uyumaktadırlar. İlk bakışta muhataba çok mantıklı gelen bu kıyas, Mevlâna’ya göre körlük denizine batmaktan farksızdır. Zira nebi ve velilerle kendilerini kıyaslayan bu kuru kalabalık, aslında papağan kıyası yapmaktadırlar. Oysa o kıyas ile bu kıyas arasında uçsuz bucaksız bir fark vardır:
“Denklik dava ettiler nebîlerle,/ “Biz aynıyız!” dediler velîlerle.
“Bak, biz de beşeriz, onlar da beşer,/ Biz de yer, uyur onlar da!” dediler.
Görmediler, olunca körlüğe gark,/ Vardır arada uçsuz bucaksız fark.”
Mevlâna papağan kıyasının yanlışlığını vurgulamak için sadece imla delili ile yetinmez. Önerisini desteklemek için, bu delili takiben söz meydanına doğadan seçtiği üç delil daha sunar. Doğadan seçilen birinci delil arılardır. Mevlâna, aynı ortamda beslenen iki arı türüne işaret eder. Bu arılardan biri olan bal arısı, aynı beslenme ortamından aldıklarını bal olarak verirken diğer bir tür olan yabani arıysa buna karşılık zehir üretmektedir.
“İki tür arı, bir yerden beslenir,/ Biri bal verir, diğeriyse zehir!”
Mevlâna’nın doğadan seçtiği ikinci delil ceylanlara dayanır. İki tür ceylan aynı otlaklarda otlayıp aynı sulardan içtikleri hâlde, birinin göbeği halis misk yatağı iken öbürünün göbeği sadece idrar ifrazatına yarayan bir organdır. Misk ceylanının göbeğinden elde edilen misk, mis gibi kokusuyla aktar dükkânlarının en seçkin köşelerinde zamane güzellerine ağır pahaya satılırken, sadece idrar ifrazatına yarayan ceylan göbeği ise pis kokusundan dolayı kimsenin rağbet etmediği necis bir uzuvdan başka bir şey değildir.
“İki tür ceylan, su içer, otlanır,/ Biri saf misk verir, biri kaşanır!”
Mevlâna’nın doğadan getirdiği üçüncü delil ise kamışlardır. Kamışların bir türü dere kenarında su içip boy atan sıradan bir ot iken diğeri içinde şeker taşıyan değerli bir kamıştır.
“İki kamış, aynı suyu içtiler,/ Biri boştur, öbürü yük yük şeker.”
Dikkat edilirse Mevlâna papağan kıyasını tenkit ederken tabiattan getirdiği delillerde türlerin aynı olmasına rağmen, onların ortaya koydukları ürünlerin birbirine zıt değerler taşımasına vurgu yapar. Yaban arısının ortaya koyduğu ürün zehir iken bal arısının sunduğu ürün insanlığın temel gıdalarından biri olan baldır. İki tür ceylandan ot ceylanının göbeği idrar kesesiyken misk ceylanının göbeği misk madenidir. Yine kamışlardan bir kısmı sadece boy atıp içlerinde pamukçuk biriktirirken diğer kısmı içlerinde insanlığın yararına olan yük yük şeker taşımaktadır.
Mevlâna deliller vasıtasıyla ulaştığı bu sağlam kıyastan sonra, tabiattan bu yöntem üzerine getirilecek binlerce örnek bulunduğu gerçeğine dikkat çeker. Bunların hepsini tek tek kıyas etmek akılcı değildir. Ancak sayıları ne olursa olsun bu deliller için değişmez olan tek gerçek, türlerinin aynı olmasına mukabil aralarındaki büyük farktır. Ona göre iki varlığın suret yönünden benzeşmesi, yaratılıştaki adalet ilkesinin bir gereğidir. Ancak suret bakımından benzerlik, muhteva yönündeki benzerliğin teminatı değildir. Varlıklar zahiren benzeyip batınen farklı ve görünüş itibarıyla aynı ancak muhteva yönünden çok farklı olabilirler.
Sözgelimi acı suyla tatlı su, berrak oluş yönünden ayırt edilemezler. Ancak tadıldıklarında anlaşılır ki birinin muhtevasında yoğun tuz olduğu için zehir gibi acı, diğerinin muhtevasındaki bileşikler ölçülü olduğu için lezizdir. Mevlâna acı ve tatlı su mecazlarıyla iki bilgin tipine işaret eder. Bunlardan biri ilmini fitne çıkarmak için kullanır ancak asıl maksadını gizleyerek fitne zehrini sözlerinin içine hak ve hakikat kılığında yerleştirir. Diğeri ise ilmini, ilmin asıl amacı olan kalpleri ve milleti fitneden arıtmak ve insanları hak ve hakikate yöneltmek için kullanır. Beyanlarına bakıldığında ikisi de hakikatten dem vurmaktadır. Fakat özü doğrunun hakikati ile özü eğrinin hakikati arasında yüz yıllık mesafe vardır. Bu farkı halk anlamaz o hâlde bunlar arasındaki farkı ancak hakikat zevkini bilen bir marifet ehli fark eder:
“Böyle, yüz binlerce benzere bak da,/ Farkı gör, yetmiş yıl yol var arada.
İki suretin benzeşmesi haktır,/ Acı su da tatlı su da berraktır.
Bir zevk ehli bul, başkası ne anlar,/ Acı suyla tatlı suda ne fark var!”
Âlemin hakikatinden ve mananın yüceliğinden haberdar olmayan papağan kıyasçıları, Hz. Musa’nın asasının ejderhaya dönüşme mucizesini, büyücülere özgü bir aldatma sanarak mucizeyi büyü ile kıyasladılar. Büyücü hokkabazlık yapıp olmayanı varmış gibi gösterdiğine göre Hz. Musa da onlar gibi olmalıdır diye akıl yürüttüler. Papağan kıyasının piri olan büyücüler, Hz. Musa’ya meydan okuyarak ellerine onun asası gibi birer asa alıp onunla müsabakaya girdiler. Müsabaka meydanına dışarıdan bakanlar, Hz. Musa’nın elindeki asa ile büyücülerin ellerindeki asalar arasında bir fark görmediler. Mevlâna, Hz. Musa’nın asasının ardında Allah’ın rahmetinin, büyücülerin asalarının ardında ise Allah’ın lanetinin bulunduğunu söyleyerek o gün o meydanda rahmet ile lanetin yarıştığını belirtir.
“Büyüyü mucizeye kıyas ile/ Sanır, ikisinin de aslı hile.
Girip sahirler, Mûsâ’yla cedele,/ Onun asâsından aldılar ele.
Bu asâdan ona, derin bir fark var,/ Bu işten o işe yol; uzun ve dar.
Sihrin ardında Hakk’ın laneti var,/ Mucizedeyse Hakk’ın rahmeti var.”
Mevlâna olayların zahirine bakarak kıyas etme tarzındaki yanılgının nedenini her varlığın görünüşte bir cisim olmasına karşılık, özü ve manası itibarıyla bir isim olması gerçeğine bağlar. Her cisim, manada bir isimden ibaret olunca bu kez ortaya isimlerin manası meselesi çıkar. Meseleyi daha iyi anlamak için konuyu asa örneği üzerinden yürütmeye devam edelim…
Hz. Musa’nın asası da büyücülerin asaları da birer isimdir. Ancak Hz. Musa’nın asasının ismi rahmet, hak katındaki adı da ejderhadır. Müsabaka günü, Hz. Musa’nın elinde asa gibi görünen nesne, hak katındaki gerçek anlamıyla tecelli edince ejderhaya dönüşerek büyücülerin sahte yılanlarını yutuverir. Çünkü büyücülerin asalarının ismi lanet olup Hak katındaki anlamı ise ejderha yemiydi. Büyücüler asalarını meydana atınca onların Hak katındaki anlamları tecelli edip birer ejderha yemine dönüştüler. Bunun üzerine Hz. Musa’nın ejderhası da o yemleri iştahla yiyerek onları meydandan temizledi. Böylelikle Firavun ve büyücüleri yanlış kıyas yapmanın bedelini Hz. Musa karşısında aciz düşerek ödediler.
Bu durumda Mevlâna bir olay ve durumun zahirine bakarak kıyas yapmanın insanı, hikâyedeki papağan gibi gerçeğin yolundan uzak düşüreceğini söyler. Papağanın yaptığı kıyas, zahire göre yapılmış bir kıyas olduğu için, hakikatin manasıyla kavranmasının önünde bir engeldir. Mevlâna bu kıyastan kurtulmanın ve bu engeli geçmenin çaresini manasıyla kıyas etme usulünde görür. Ona göre nebiler ve onların varisi olan veliler, ulaştıkları marifet bilgisi sayesinde cisimleri isimlere dönüştürerek bizleri o isimlerin Hak katındaki anlamlarından haberdar ederler.



