YÖNETME hak ve yetkisinin
halka ait olduğu özgür ülkelerde meslek odaları ve kuruluşları, kendi
alanlarında kaliteli hizmetlerin yürütülmesinde, meslek mensuplarının haklarının
korunmasında, meslekî dayanışmanın sağlanmasında öncülük etmektedirler.
Tarihte lonca olarak bilinen meslek kuruluşları belki bunlara
benzetilebilir. Loncalarda da bir kişinin mesleğe kabulü, o mesleği uygulama
belgesinin verilmesi, hizmet standardının tayini, hizmetin ücretlendirilmesi,
meslekî ahlâk ilkelerinin tespit edilmesi, ihtiyaç duyulan kredinin temin
edilmesi ve nihâyet şikâyetlerin karara bağlanması gibi konularda yetkili
sayılırdı.
Ancak ilerleyen zaman içinde yeni mesleklerin ortaya çıkması, toplum
şartları ile birlikte hizmet ölçü ve taleplerinin değişimi, loncaların
etkisinin zamanla azalmasına yol açmıştır. Böylece yeni meslek odalarının
kuruluşlarının oluşturulması da zaruret hâlini almıştır.
Türkiye’de meslek kuruluşları deyince etkileri, üye sayılarının fazlalığı,
siyaset, hukuk ve toplum üzerindeki nüfuzları dikkate alındığında TOBB (Türkiye
Odalar ve Borsalar Birliği), TBB (Türkiye Barolar Birliği), TTB (Türk Tabipler
Birliği) ve nihâyet MMO (Mimar ve Mühendis Odaları), akla ilk gelen meslek
kuruluşlarıdır.
Bu meslek kuruluşlarının normalde siyâsî tartışmaların dışında, kendi işleri
ile kendi meslek alanları hakkında görüş bildirmeleri, tavsiye ve telkinlerde
bulunmaları gerekirken, aksine demokrasi ve halk iradesini ortadan kaldıracak
şekilde siyâsî taraf oldukları darbecilerin gönüllü kuruluşu durumuna
geldikleri örnekleri bilinmektedir.
28 Şubat 1997 Askerî Darbesi öncesinde, darbeye zemin hazırlamak için
birlikte ve uyum hâlinde çalışan kuruluşlar, basında “Beşli Çete” olarak
adlandırılmıştır. Bu çete; TİSK, TESK, TOBB, TÜRK-İŞ ve DİSK adlı sendika ve
odalardan oluşmuştu.
Sınıf mücadelesini varlık nedeni sayan DİSK gibi bir sendika, işverenlerin
sendikaları ile seçilmiş hükûmete karşı birlikte hareket etmiştir. Askerî
darbeye yardım etmek söz konusu olunca sınıf mücadelesi unutulmuştur.
***
Meslek kuruluşlarının neredeyse tümünün başlangıcı Osmanlı dönemine
uzanmaktadır. Her ne kadar İstanbul Barosu kendisini “bir Cumhuriyet kuruluşu”
saymış olsa da kendi tarihçesinde kuruluş tarihi olarak 1878 yılını göstererek
ilginç bir çelişki örneği vermiştir (www.istanbulbarosu.org.tr, erişim tarihi 19
Mayıs 2020).
Üstelik bu kuruluşların adlarında yer alan “Türk” ve “Türkiye” kelimelerini
kullanmaları da özel izne bağlıdır. Çoğuna 1950’li yıllarda yenilenmiş olan
kuruluş kanunları ile bu kelimeleri adlarında kullanma ayrıcalığı
bahşedilmiştir.
1961 ve 1982 Anayasaları ile bu kuruluşlar “kamu tüzel kişiliğine sahip”
sayılarak Anayasal bir statüye kavuşturulmuşlardır. Bir meslek kuruluşunun Anayasa’da
yer alması ve kamu tüzel kişiliğine sahip sayılması (Madde 135), normalde sivil
toplum kuruluşu özelliğini kaybetmiş olması demektir. Buna rağmen adı geçen
kuruluşlar, kendilerini birer sivil toplum kuruluşu saymaya devam etmektedirler.
Bu kuruluşların sivil toplum özelliği olmadığı gibi demokratik olmadıkları
da teslim edilmelidir. Çünkü Anayasa’nın ilgili maddesinde karşılığı olmayan
ama kuruluş kanunlarında yer alan bir hükümle bunlara üye olmak zorunlu
sayılmıştır. Zorunlu üyelik, kişinin özgür iradesini ortadan kaldırmaktadır.
Kişinin kendi tercihine bağlı değildir bu. Üstelik ilgili kanuna göre aynı işi
yapan avukat, doktor ve mühendis kamuda çalışırsa üye olmak zorunda değildir
ama kendi adına özel çalışacaksa üye olmasını zorunlu sayarak önemli bir
çelişkiye zemin hazırlanmıştır.
Faaliyet alanlarında bir tekel oluşturmaları ve kanun zoruyla herkesi üye
yapma gibi işlevleri nedeniyle meslek kuruluşlarının Avrupa’da faşist köklere
sahip olduğu, bu kuruluşların ilk defa Faşist İtalya’da hukuk tarafından
tanındığı ve kendilerine birtakım kamusal yetki ve ayrıcalıklar verildiği, daha
sonra meslek kuruluşlarının Salazar dönemi Portekiz’inde ve Franco dönemi
İspanya’sında yaygın olarak görüldüğü, Fransa’da ise barolar dışındaki meslek
kuruluşlarının 1940-1941 yıllarında yani Vichy rejimi döneminde ortaya
çıkmasının rastlantı olmadığı, bundan da anlaşılacağı üzere meslek kuruluşlarının
faşist rejimlerden mîras kaldıkları görüşleri bilinmektedir.
Bu bağlamda, Türkiye’de meslek kuruluşlarının sahip olduğu “kamu tüzel
kişiliğinin” Fransa’da Vichy döneminde bile olmadığı belirtilerek, kamu tüzel
kişiliği verilmesinin faşist rejimlerden bile ileri giden bir düzenleme olduğu
ifade edilmektedir (Kemal Gözler, İdare Hukuku, C.I/s.503).
Kanun zoruyla üye yapılan ve yönetimde karşılığı olmayan bir üyeyi o yönetim elbette temsil etmeyecektir. Bu sonuç, baro ve benzeri kuruluşların sivil toplum kuruluşu yanında demokratik kuruluşlar da olmadıklarını göstermektedir.
Bu kuruluşlar meslekî yarışa, daha iyi hizmete dayalı teşekküller de
değildir. Çünkü kuruluş kanunları, her mesleğe kendi alanında tekel olma
ayrıcalığını bahşetmiştir. İkinci bir TBB veya TTB yoktur.
Bu kuruluşların, yönetim organlarının seçimi uygulamaları itibarı ile de demokratik
olmadıkları kesindir. Çünkü liste seçimleri yapılmaktadır. Blok hâlinde oya
sunulan liste eğer rakibinden bir tek oy fazla almış ise bütün yönetim
organlarını kazanmış sayılmaktadır. Bir oy eksiği ile rakip liste ise yönetimde
hiç temsil edilmemektedir.
Örnek olarak İstanbul Barosu düşünüldüğünde, bu baronun on binlerce üyesi
vardır ama seçim mevzuatına göre bir oy farkla bile olsa aynı görüşte olan
liste, yönetme hakkı elde etmektedir. Buna karşılık bir oy farkla bile olsa
seçimi kaybetmiş sayılan farklı görüş, yönetimde temsil hakkını elde
edememektedir. Bu seçim yöntemi ister istemez, yönetimin aslında üyelerinin
tümünü temsil etmediğini göstermektedir.
Kanun zoruyla üye yapılan ve yönetimde karşılığı olmayan bir üyeyi o
yönetim elbette temsil etmeyecektir. Bu sonuç, baro ve benzeri kuruluşların
sivil toplum kuruluşu yanında demokratik kuruluşlar da olmadıklarını
göstermektedir.
İstanbul Barosu, kendi resmî web sayfasında 27 Mayıs Askerî Darbesi’ni
savunarak, onun hazırlattırdığı 1961 Anayasası’nı “sivil anayasa” diye tarif
ederken, darbecilerin devirdiği seçilmiş hükûmeti de “çoğunluk diktası” diye
tarif etmektedir.
Türkiye Barolar Birliği ise kendi kaynaklarında, “1921 ve 1924 Anayasaları, teokratik bir saltanata karşı ‘Kuvay-ı
Milliye’yi âmil ve iradey-i milliyeyi hâkim kılmak’ şiarının etrafında birleşen
ve daha sonra bunu ‘Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur’ ilkesine dönüştürmüş
olan asker-sivil kurucu yurtseverlerin ürünüdür. 1961 Anayasası ise bir
çoğunluk diktatörlüğüne karşı CHP’nin ilk hedefler bildirisi ile başlayan,
üniversite çevrelerinin ve aydınların destek ve katkılarıyla gelişen bir sivil
hareketin ürünüdür. 1982 Anayasası ise 1961’in katkısıyla gelişen çoğulcu
sosyal dinamiği durdurmayı ve denetim altına almayı amaçlayan ve ön
hazırlıkları belli sivil kesimlerce yapılan otoriter demokrasi modelidir. Her
ikisinde de askerlerin rolü, sivillerce hazırlanan modellerin aracısı olmaktan
öteye geçmemiştir” (TBB, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi Geliştirilmiş
Gerekçeli Yeni Metin, TBB Yayını, Ankara 2007, s. 15-16.) ifadelerine yer
vermektedir.
***
Türkiye’de hukuk kurumu sayılan TBB’nin darbelere bakışı aynen böyledir.
Nereden bakılsa bu ifadeler bir cehalet ve önyargı ürünüdür. 27 Mayıs Darbesi
öncesindeki hükûmet bir çoğunluk diktatörlüğü olarak nitelendirilmişken, 1921
Teşkilât-ı Esasiye Kanunu da teokrasiye/saltanata karşı bir anayasa
sayılmıştır. “Teokrasi” teriminin uygunsuzluğu bir yana, 1921 Anayasası’nda,
TBMM’nin görevi “şeriat kurallarını uygulamak ve şeriata aykırı yasa çıkaramamak”
diye belirtilmiştir.
1924’te çıkarılan “Muhami/Avukatlık Kanunu” ile İstanbul Barosu’na kayıtlı
960 üyenin 482’si meslekten çıkarılmış, Baro Başkanı Lütfü Fikri Bey’in itirazı
üzerine dönemin Adalet Bakanlığı, İstanbul Barosu’nun yönetimine resen el
koymuştur. İstanbul Barosu, bu hukuk dışı kıyımı bile savunmaktadır.
27 Mayıs darbecilerinin hazırlattığı 1961 Anayasası ise “sivil hareketin
ürünü” olarak görülmüştür. Baro için “askerî darbe” ile “sivil hareket” deyimi
iç içedir. Herkesin gözü önünde 1961 ve 1982 Anayasaları, dönemin
darbecilerinin isteğine göre ve onlar tarafından tayin edilen
kişiler tarafından hazırlandığı hâlde, Baro bu anayasaların sivillerce
hazırlandığını iddia edebilmiştir.
TBB, YÖK kararı ile meslek liselerinin mağduriyetini savunmuştur. 2009’da
yeni YÖK yönetiminin lise-meslek lisesi ayırımını ortadan kaldıran
düzenlemesini ise iptal edilmesi için yargıya taşıyarak kendi tarihine uygun,
hukuk dışı bir iş daha yapmıştır.
Benzeri girişimleri başörtüsü serbestliğini öngören düzenlemelerin iptali
için de defalarca tekrarlamıştır bu baro. İnsan haklarının yanında olması
beklenen Baro, tam aksine bazı kesimlerin haklarının kısıtlanması için mücadele
edebilmektedir. Son yıllarda bu verilen örneklere ek olarak Baro (Ankara,
İstanbul, İzmir gibi), kendisini LGBT’lilerin taleplerine adamış gibi
çalışmaktadır.
Hükûmet’e düşen, bu demokrasi ve hukuk dışı, darbeci, vesâyetçi kuruluşların tekelini ortadan kaldırmaktır. Her meslek alanında birden fazla odanın kurulmasını, dolayısı ile mesleğin daha iyi ve verimli uygulanmasını temin etmektir. On binlerce insanın temsil edilmediği, aksine karşı olduğu görüş ve tutumlara karşı onları çâresiz bırakmamaktır. Adlarında yer alan ve tek parti döneminde bahşedilen “Türk, Türkiye” kavramlarını kullanmalarını engellemektir. Sözü edilen meslek odalarlında hukukun, demokrasinin, insan haklarının daha etkili ve geçerli olmasını temin etmektir.
TTB’nin de farklı bir durumu yoktur. Özellikle terör operasyonlarına
muhalefetiyle haber olmaktadır. Terör örgütlerinin saldırılarına karşı değil
ama terör örgütlerine karşı devlet tarafından düzenlenen operasyonlara
muhalefetiyle haber olmaktadır.
MMO ise Hükûmet eliyle yapılan bütün bayındırlık faaliyetlerine karşı ön cephede
mücadele etmektedir. Otoyollar, köprüler, barajlar, hattâ hastaneler, belli başlı
muhalefet konularıdır. Zaten yaşı müsait olanlar MMO’nın özellikle Taksim’e
cami yapılmaması, Taksim’deki AKM’nin yenilenmemesini bir çeşit kan dâvâsı gibi
takip ettiğini teslim edeceklerdir.
Verilen bütün bu örnekler, adı geçen kuruluşların kanunda belirtilen
faaliyet alanları dışındadır. Bu meslek odaları her zaman seçilmiş iktidarlara
karşı birer siyâsî parti gibi karşı durmaktadırlar. Kanun zoruyla üye yapılan
on binlerce meslek mensubu adına ama onlara rağmen bu faaliyetler
sürdürülmektedir.
Oysa Hükûmet’e düşen, bu demokrasi ve hukuk dışı, darbeci, vesâyetçi
kuruluşların tekelini ortadan kaldırmaktır. Her meslek alanında birden fazla
odanın kurulmasını, dolayısı ile mesleğin daha iyi ve verimli uygulanmasını
temin etmektir. On binlerce insanın temsil edilmediği, aksine karşı olduğu görüş
ve tutumlara karşı onları çâresiz bırakmamaktır. Adlarında yer alan ve tek
parti döneminde bahşedilen “Türk, Türkiye” kavramlarını kullanmalarını
engellemektir. Sözü edilen meslek odalarlında hukukun, demokrasinin, insan
haklarının daha etkili ve geçerli olmasını temin etmektir.