Meslek odaları ne zaman hukuka uyacaklar?

1961 ve 1982 Anayasaları ile bu kuruluşlar “kamu tüzel kişiliğine sahip” sayılarak Anayasal bir statüye kavuşturulmuşlardır. Bir meslek kuruluşunun Anayasa’da yer alması ve kamu tüzel kişiliğine sahip sayılması (Madde 135), normalde sivil toplum kuruluşu özelliğini kaybetmiş olması demektir. Buna rağmen adı geçen kuruluşlar, kendilerini birer sivil toplum kuruluşu saymaya devam etmektedirler.

YÖNETME hak ve yetkisinin halka ait olduğu özgür ülkelerde meslek odaları ve kuruluşları, kendi alanlarında kaliteli hizmetlerin yürütülmesinde, meslek mensuplarının haklarının korunmasında, meslekî dayanışmanın sağlanmasında öncülük etmektedirler.

Tarihte lonca olarak bilinen meslek kuruluşları belki bunlara benzetilebilir. Loncalarda da bir kişinin mesleğe kabulü, o mesleği uygulama belgesinin verilmesi, hizmet standardının tayini, hizmetin ücretlendirilmesi, meslekî ahlâk ilkelerinin tespit edilmesi, ihtiyaç duyulan kredinin temin edilmesi ve nihâyet şikâyetlerin karara bağlanması gibi konularda yetkili sayılırdı.

Ancak ilerleyen zaman içinde yeni mesleklerin ortaya çıkması, toplum şartları ile birlikte hizmet ölçü ve taleplerinin değişimi, loncaların etkisinin zamanla azalmasına yol açmıştır. Böylece yeni meslek odalarının kuruluşlarının oluşturulması da zaruret hâlini almıştır.

Türkiye’de meslek kuruluşları deyince etkileri, üye sayılarının fazlalığı, siyaset, hukuk ve toplum üzerindeki nüfuzları dikkate alındığında TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği), TBB (Türkiye Barolar Birliği), TTB (Türk Tabipler Birliği) ve nihâyet MMO (Mimar ve Mühendis Odaları), akla ilk gelen meslek kuruluşlarıdır.

Bu meslek kuruluşlarının normalde siyâsî tartışmaların dışında, kendi işleri ile kendi meslek alanları hakkında görüş bildirmeleri, tavsiye ve telkinlerde bulunmaları gerekirken, aksine demokrasi ve halk iradesini ortadan kaldıracak şekilde siyâsî taraf oldukları darbecilerin gönüllü kuruluşu durumuna geldikleri örnekleri bilinmektedir.

28 Şubat 1997 Askerî Darbesi öncesinde, darbeye zemin hazırlamak için birlikte ve uyum hâlinde çalışan kuruluşlar, basında “Beşli Çete” olarak adlandırılmıştır. Bu çete; TİSK, TESK, TOBB, TÜRK-İŞ ve DİSK adlı sendika ve odalardan oluşmuştu.

Sınıf mücadelesini varlık nedeni sayan DİSK gibi bir sendika, işverenlerin sendikaları ile seçilmiş hükûmete karşı birlikte hareket etmiştir. Askerî darbeye yardım etmek söz konusu olunca sınıf mücadelesi unutulmuştur.

***

Meslek kuruluşlarının neredeyse tümünün başlangıcı Osmanlı dönemine uzanmaktadır. Her ne kadar İstanbul Barosu kendisini “bir Cumhuriyet kuruluşu” saymış olsa da kendi tarihçesinde kuruluş tarihi olarak 1878 yılını göstererek ilginç bir çelişki örneği vermiştir (www.istanbulbarosu.org.tr, erişim tarihi 19 Mayıs 2020).

Üstelik bu kuruluşların adlarında yer alan “Türk” ve “Türkiye” kelimelerini kullanmaları da özel izne bağlıdır. Çoğuna 1950’li yıllarda yenilenmiş olan kuruluş kanunları ile bu kelimeleri adlarında kullanma ayrıcalığı bahşedilmiştir.

1961 ve 1982 Anayasaları ile bu kuruluşlar “kamu tüzel kişiliğine sahip” sayılarak Anayasal bir statüye kavuşturulmuşlardır. Bir meslek kuruluşunun Anayasa’da yer alması ve kamu tüzel kişiliğine sahip sayılması (Madde 135), normalde sivil toplum kuruluşu özelliğini kaybetmiş olması demektir. Buna rağmen adı geçen kuruluşlar, kendilerini birer sivil toplum kuruluşu saymaya devam etmektedirler.

Bu kuruluşların sivil toplum özelliği olmadığı gibi demokratik olmadıkları da teslim edilmelidir. Çünkü Anayasa’nın ilgili maddesinde karşılığı olmayan ama kuruluş kanunlarında yer alan bir hükümle bunlara üye olmak zorunlu sayılmıştır. Zorunlu üyelik, kişinin özgür iradesini ortadan kaldırmaktadır. Kişinin kendi tercihine bağlı değildir bu. Üstelik ilgili kanuna göre aynı işi yapan avukat, doktor ve mühendis kamuda çalışırsa üye olmak zorunda değildir ama kendi adına özel çalışacaksa üye olmasını zorunlu sayarak önemli bir çelişkiye zemin hazırlanmıştır.

Faaliyet alanlarında bir tekel oluşturmaları ve kanun zoruyla herkesi üye yapma gibi işlevleri nedeniyle meslek kuruluşlarının Avrupa’da faşist köklere sahip olduğu, bu kuruluşların ilk defa Faşist İtalya’da hukuk tarafından tanındığı ve kendilerine birtakım kamusal yetki ve ayrıcalıklar verildiği, daha sonra meslek kuruluşlarının Salazar dönemi Portekiz’inde ve Franco dönemi İspanya’sında yaygın olarak görüldüğü, Fransa’da ise barolar dışındaki meslek kuruluşlarının 1940-1941 yıllarında yani Vichy rejimi döneminde ortaya çıkmasının rastlantı olmadığı, bundan da anlaşılacağı üzere meslek kuruluşlarının faşist rejimlerden mîras kaldıkları görüşleri bilinmektedir.

Bu bağlamda, Türkiye’de meslek kuruluşlarının sahip olduğu “kamu tüzel kişiliğinin” Fransa’da Vichy döneminde bile olmadığı belirtilerek, kamu tüzel kişiliği verilmesinin faşist rejimlerden bile ileri giden bir düzenleme olduğu ifade edilmektedir (Kemal Gözler, İdare Hukuku, C.I/s.503).

Kanun zoruyla üye yapılan ve yönetimde karşılığı olmayan bir üyeyi o yönetim elbette temsil etmeyecektir. Bu sonuç, baro ve benzeri kuruluşların sivil toplum kuruluşu yanında demokratik kuruluşlar da olmadıklarını göstermektedir.

Bu kuruluşlar meslekî yarışa, daha iyi hizmete dayalı teşekküller de değildir. Çünkü kuruluş kanunları, her mesleğe kendi alanında tekel olma ayrıcalığını bahşetmiştir. İkinci bir TBB veya TTB yoktur.

Bu kuruluşların, yönetim organlarının seçimi uygulamaları itibarı ile de demokratik olmadıkları kesindir. Çünkü liste seçimleri yapılmaktadır. Blok hâlinde oya sunulan liste eğer rakibinden bir tek oy fazla almış ise bütün yönetim organlarını kazanmış sayılmaktadır. Bir oy eksiği ile rakip liste ise yönetimde hiç temsil edilmemektedir.

Örnek olarak İstanbul Barosu düşünüldüğünde, bu baronun on binlerce üyesi vardır ama seçim mevzuatına göre bir oy farkla bile olsa aynı görüşte olan liste, yönetme hakkı elde etmektedir. Buna karşılık bir oy farkla bile olsa seçimi kaybetmiş sayılan farklı görüş, yönetimde temsil hakkını elde edememektedir. Bu seçim yöntemi ister istemez, yönetimin aslında üyelerinin tümünü temsil etmediğini göstermektedir.

Kanun zoruyla üye yapılan ve yönetimde karşılığı olmayan bir üyeyi o yönetim elbette temsil etmeyecektir. Bu sonuç, baro ve benzeri kuruluşların sivil toplum kuruluşu yanında demokratik kuruluşlar da olmadıklarını göstermektedir.

İstanbul Barosu, kendi resmî web sayfasında 27 Mayıs Askerî Darbesi’ni savunarak, onun hazırlattırdığı 1961 Anayasası’nı “sivil anayasa” diye tarif ederken, darbecilerin devirdiği seçilmiş hükûmeti de “çoğunluk diktası” diye tarif etmektedir.

Türkiye Barolar Birliği ise kendi kaynaklarında, “1921 ve 1924 Anayasaları, teokratik bir saltanata karşı ‘Kuvay-ı Milliye’yi âmil ve iradey-i milliyeyi hâkim kılmak’ şiarının etrafında birleşen ve daha sonra bunu ‘Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur’ ilkesine dönüştürmüş olan asker-sivil kurucu yurtseverlerin ürünüdür. 1961 Anayasası ise bir çoğunluk diktatörlüğüne karşı CHP’nin ilk hedefler bildirisi ile başlayan, üniversite çevrelerinin ve aydınların destek ve katkılarıyla gelişen bir sivil hareketin ürünüdür. 1982 Anayasası ise 1961’in katkısıyla gelişen çoğulcu sosyal dinamiği durdurmayı ve denetim altına almayı amaçlayan ve ön hazırlıkları belli sivil kesimlerce yapılan otoriter demokrasi modelidir. Her ikisinde de askerlerin rolü, sivillerce hazırlanan modellerin aracısı olmaktan öteye geçmemiştir” (TBB, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi Geliştirilmiş Gerekçeli Yeni Metin, TBB Yayını, Ankara 2007, s. 15-16.) ifadelerine yer vermektedir.

***

Türkiye’de hukuk kurumu sayılan TBB’nin darbelere bakışı aynen böyledir. Nereden bakılsa bu ifadeler bir cehalet ve önyargı ürünüdür. 27 Mayıs Darbesi öncesindeki hükûmet bir çoğunluk diktatörlüğü olarak nitelendirilmişken, 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu da teokrasiye/saltanata karşı bir anayasa sayılmıştır. “Teokrasi” teriminin uygunsuzluğu bir yana, 1921 Anayasası’nda, TBMM’nin görevi “şeriat kurallarını uygulamak ve şeriata aykırı yasa çıkaramamak” diye belirtilmiştir.

1924’te çıkarılan “Muhami/Avukatlık Kanunu” ile İstanbul Barosu’na kayıtlı 960 üyenin 482’si meslekten çıkarılmış, Baro Başkanı Lütfü Fikri Bey’in itirazı üzerine dönemin Adalet Bakanlığı, İstanbul Barosu’nun yönetimine resen el koymuştur. İstanbul Barosu, bu hukuk dışı kıyımı bile savunmaktadır.

27 Mayıs darbecilerinin hazırlattığı 1961 Anayasası ise “sivil hareketin ürünü” olarak görülmüştür. Baro için “askerî darbe” ile “sivil hareket” deyimi iç içedir. Herkesin gözü önünde 1961 ve 1982 Anayasaları, dönemin darbecilerinin isteğine göre ve onlar tarafından tayin edilen kişiler tarafından hazırlandığı hâlde, Baro bu anayasaların sivillerce hazırlandığını iddia edebilmiştir.

TBB, YÖK kararı ile meslek liselerinin mağduriyetini savunmuştur. 2009’da yeni YÖK yönetiminin lise-meslek lisesi ayırımını ortadan kaldıran düzenlemesini ise iptal edilmesi için yargıya taşıyarak kendi tarihine uygun, hukuk dışı bir iş daha yapmıştır.

Benzeri girişimleri başörtüsü serbestliğini öngören düzenlemelerin iptali için de defalarca tekrarlamıştır bu baro. İnsan haklarının yanında olması beklenen Baro, tam aksine bazı kesimlerin haklarının kısıtlanması için mücadele edebilmektedir. Son yıllarda bu verilen örneklere ek olarak Baro (Ankara, İstanbul, İzmir gibi), kendisini LGBT’lilerin taleplerine adamış gibi çalışmaktadır.

Hükûmet’e düşen, bu demokrasi ve hukuk dışı, darbeci, vesâyetçi kuruluşların tekelini ortadan kaldırmaktır. Her meslek alanında birden fazla odanın kurulmasını, dolayısı ile mesleğin daha iyi ve verimli uygulanmasını temin etmektir. On binlerce insanın temsil edilmediği, aksine karşı olduğu görüş ve tutumlara karşı onları çâresiz bırakmamaktır. Adlarında yer alan ve tek parti döneminde bahşedilen “Türk, Türkiye” kavramlarını kullanmalarını engellemektir. Sözü edilen meslek odalarlında hukukun, demokrasinin, insan haklarının daha etkili ve geçerli olmasını temin etmektir.

TTB’nin de farklı bir durumu yoktur. Özellikle terör operasyonlarına muhalefetiyle haber olmaktadır. Terör örgütlerinin saldırılarına karşı değil ama terör örgütlerine karşı devlet tarafından düzenlenen operasyonlara muhalefetiyle haber olmaktadır.

MMO ise Hükûmet eliyle yapılan bütün bayındırlık faaliyetlerine karşı ön cephede mücadele etmektedir. Otoyollar, köprüler, barajlar, hattâ hastaneler, belli başlı muhalefet konularıdır. Zaten yaşı müsait olanlar MMO’nın özellikle Taksim’e cami yapılmaması, Taksim’deki AKM’nin yenilenmemesini bir çeşit kan dâvâsı gibi takip ettiğini teslim edeceklerdir.

Verilen bütün bu örnekler, adı geçen kuruluşların kanunda belirtilen faaliyet alanları dışındadır. Bu meslek odaları her zaman seçilmiş iktidarlara karşı birer siyâsî parti gibi karşı durmaktadırlar. Kanun zoruyla üye yapılan on binlerce meslek mensubu adına ama onlara rağmen bu faaliyetler sürdürülmektedir.

Oysa Hükûmet’e düşen, bu demokrasi ve hukuk dışı, darbeci, vesâyetçi kuruluşların tekelini ortadan kaldırmaktır. Her meslek alanında birden fazla odanın kurulmasını, dolayısı ile mesleğin daha iyi ve verimli uygulanmasını temin etmektir. On binlerce insanın temsil edilmediği, aksine karşı olduğu görüş ve tutumlara karşı onları çâresiz bırakmamaktır. Adlarında yer alan ve tek parti döneminde bahşedilen “Türk, Türkiye” kavramlarını kullanmalarını engellemektir. Sözü edilen meslek odalarlında hukukun, demokrasinin, insan haklarının daha etkili ve geçerli olmasını temin etmektir.