Meslek kuruluşu mu, derebeylik mi?

Barolar, Tabip Odaları, Eczacı Odaları, Mimar ve Mühendis Odaları… Bunlar kanunla kurulmuş meslek kuruluşlarıdır. Özgürlük, hak hukuk, sömürü konularında en çok bunların sesi çıkar. Hâlbuki bunların yönetimi bu ülkedeki en faşist, en diktacı, en hak hukuk tanımaz, en acımasız sömürücülerdir. Bu kurumlar, yönetim bakımından âdeta bir derebeylik, üyeleri bakımından da bir kölelik rejimidir.

TIP camiası, sigaranın insan ve toplum sağlığı için zararlı olduğunu, ondan uzak durulması gerektiğini söyledi. Kimseden itiraz olmadı, çünkü doğru idi.

Yeşilay Başkanı, alkolün insan ve toplum sağlığını tehdit ettiğini, hattâ bütün kötülüklerin anası olduğunu söyledi, kimseden itiraz gelmedi. Aynı şeyi uyuşturucu kullanımı için de söyledi, ona da itiraz eden olmadı. Çünkü doğru idi.

Diyanet İşleri Başkanımız, eşcinsel ilişkinin dinimizce yasaklanan, insan ve toplum için çok zararlı bir fiil olduğunu söyledi, Ankara Barosu kudurdu!

Arkasından İzmir, İstanbul ve Diyarbakır Baroları da ona destek verdi.

Diyanet İşleri Başkanımızın hedefi, doğrudan fiilin kendisiydi. Dolayısıyla bunlar bizâtihi fiilin kendisine, sapkınlığa sahip çıktılar.

Hâlbuki bu, bizim toplumumuz tarafından sigara, alkol ve uyuşturucudan çok daha nefretle karşılanan bir fiildir.

Haydi, diyelim ki baronun yönetimi bu fiili zararlı olarak görmüyor ve belki kendileri de bu fiili işlemekte, bu hâlde dahi hangi hakla Devletin resmî din kurumunun başkanının, görevi icabı toplumu aydınlatmasına karşı çıkabiliyor? Daha da ötesi, bu vesileyle toplumun dinini aşağılamaya kalkıyor?

***

Bu, ne demek?

“Türkiye şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz” zihniyetinin kaydettiği aşama, bugün geldiği nokta demektir.

“Türkiye; Hacı Bayram-ı Velîlerin, Akşemseddinlerin, Eşrefoğlu Rumîlerin değil, i…lerin, o…ların, sapıkların memleketidir” demektir.

Bu yenilip yutulacak, birkaç kınamayla geçiştirilecek sıradan bir olay değildir. “Bu baroların yapılarını da artık bir elden geçirmenin zamanı geldi” deyip, ondan sonra da bir daha hatırlamamak hiç değildir!

Sövüp sayalım yahut bunları taşlayalım mı? Hayır, kastım bu değildir!

“Konunun önemi kadar üzerinde düşünelim, sorunun temeline inelim” diyorum. “Sorunu bu defa da halının altına süpürmeyelim” diyorum.

***

Atı alan Üsküdar’ı geçti, geçiyor. Kötülük bir eğik düzlemdir; insan bir yuvarlanmaya başlayınca, çukurun dibine kadar gider. Bu işte son nokta eşcinsel evliliğidir. Bu hayâsızların bunun için de sokağa dökülmeleri yakındır.

Bu avukat efendilerin bir toplantısında bağıra çağıra yapılan bir konuşmayı tahammül edebildiğim kadar dinledim. Öz olarak söylenen şuydu: “Biz avukatız, herkesin hakkını savunuruz. Yanlışın da, çirkinliğin de, ahlâksızlığın da ve nasıl oluyorsa haksızlığın da hakkını savunuruz!” 

***

Bu soruna birisi temel, diğeri teknik olmak üzere kaynaklık eden iki tane neden vardır. Dolayısıyla sorunun çözümü bu nedenlerin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Ana neden elbette daha önemli olsa da, ben önce teknik nedene temas etmek istiyorum.

Bir defa şunu koyalım: Ankara Barosu’na kayıtlı bütün avukatların aynı düşüncede olmadığı bilinmelidir. Ancak onların “çoğunluğunun” oylarıyla seçilmiş olan yönetimin beyan ettiği görüşler bütün üyeleri ilzam ediyor. Sözünü ettiğim teknik neden budur.

Barolar, Tabip Odaları, Eczacı Odaları, Mimar ve Mühendis Odaları… Bunlar kanunla kurulmuş meslek kuruluşlarıdır.

Özgürlük, hak hukuk, sömürü konularında en çok bunların sesi çıkar.

Hâlbuki bunların yönetimi bu ülkedeki en faşist, en diktacı, en hak hukuk tanımaz, en acımasız sömürücülerdir. Bu kurumlar, yönetim bakımından âdeta bir derebeylik, üyeleri bakımından da bir kölelik rejimidir.

Abarttığım sanılmasın, ömrünün önemli bir kısmını bunlara karşı mücadeleyle geçirmiş bir insan olarak anlatacağım…

Bir avukat, mühendis, hekim ve diğerleri, üniversiteyi bitirdikten sonra meslek hayatına atılmadan önce bu kurumlara üye olmak ve aidat ödemek mecburiyetindedirler, aksi hâlde mesleklerini icra edemezler.

Üye aidatlarından başka, yasanın sağladığı onay yetkileri sayesinde bu yönetimler büyük maddî imkânlara sahip olmuşlardır. Devlet bu imkânı bunlara mesleklerinin, meslektaşlarının ve ülkenin menfaatine çalışmalar yapmaları için sağlamıştır.

Peki, bunlar ne yapmıştır?

Bütün bu maddî imkânları ve yetkilerini altmış yıldan beri alabildiğine kendi pis ideolojileri için Devlete karşı kullanıyorlar. Seksen öncesinde bunlar külliyen Marksist- Komünistlerdi. Bu defa da ne kadar ahlâksızlık, dinsizlik, Devlete ve millete karşı bir oluşum varsa onun içinde yahut yanındadırlar!

Üyeleri bunlara muhalefet edemezler. Canlarını sıkan bir üye olursa, onu üyelikten ihraç etmek sûretiyle hayatını bitiriverirler. Bir insanın 20-25 yılını harcayarak elde ettiği diploması, üç beş kişinin kararıyla bir kalemde hükümsüz hâle getirilebiliyor. Biz bunun örneklerini yaşadık. Bunlar tam bir terör rejimi kurmuşlardır!

Bu, yirmi küsur milyon oyla iktidar olan bir partinin kaderini Anayasa Mahkemesi’ndeki altı beyefendinin iki dudağı arasına teslim eden faşist vesayet rejiminin hâlâ yaşamakta olan kalıntısıdır!

Fakat o kadar hayret-i mucip ve esef edilecek bir hâldir ki, Devlet, bu kurumlar tarafından kendisine karşı açılan savaşı “umursamamak” sûretiyle yıllar yılı âdeta destekliyor.

***

Aklımıza hemen şu soru geliyor: Bu kuruluşların yönetimi neden inançlı insanların değil de hep bu muzırların eline geçiyor?

Çünkü bu muzır insanlar daha teşkilâtlı, daha uyanık, daha atik, dâvâlarına daha sahip ve sayıca daha çokturlar. Beri tarafın insanları ise teşkilâtsız, tembel ve pısırıktır. Bugün de öyle değil mi? Sosyal medyayı ne kadar etkin bir şekilde kullanıyorlar!

Bu milletin kahir ekseriyeti inançlı iken, bu alanda neden azınlık bir durum söz konusudur?

Çünkü ülkemizde insanların tahsili arttıkça inancı ve irfanı azalmakta, sapıtmaktadır. Bunun da sebebi, doksan yıldır okullarımızda uygulanan gayr-i millî eğitimdir ki hâlen aynıyla devam etmektedir. “Cahil” halkın istikameti daha doğru, devletine-milletine bağlılığı daha güçlüdür. 15 Temmuz’da vatanımızı savunanlar, okumuşlardan ziyâde bu kesimin insanlarıdır.

Sorunun kökü, temeli budur!

Şimdi, bugüne nasıl gelindiğini, içinde fiilen yaşadığım Mimar-Mühendis Odaları örneğinden giderek görelim!

***

1967 yılında Ziraat Yüksek Mühendisi olarak fakülteden mezun olup Ankara’ya geldiğimde gördüğüm manzara şöyleydi: Meslekî kuruluşlarımız olan Ziraat Mühendisleri Odası ve Ziraat Yüksek Mühendisleri Birliği’nin her ikisinde de yönetim tamamen solcuların elinde bulunuyordu. O yıllardaki cepheleşme sağ-sol şeklindeydi.

Genel Kurul toplantılarında yarışan dört yahut beş ayrı grubun hepsi, pembeden kızıla kadar sol fraksiyonlardan ibaretti. Sağın bir liste çıkarması bir yana, solun ağır psikolojik hegemonyası altında bireysel olarak dahi bir fikir beyan etmesi imkânsız gibiydi. Sonuçta mutlaka Marksist bir liste seçimi kazanıyordu.

Ben Ülkücüydüm ve bu durum, benim kanıma dokunuyordu. Ama elden bir şey gelmiyordu.

1971’de eğitim için ABD’ye gidip 1974 başında ülkeye döndüğümde değişik bir durumla karşılaştım.

MHP lideri merhum Alpaslan Türkeş, sola karşı mücadelenin ancak teşkilâtlanarak mümkün olduğu gerçeğinden hareketle, toplumun bütün kesimlerinde Ülkücü teşkilâtlar kurdurmuş, bu meyanda “Ülkücü Teknik Elemanlar Derneği” adında bizim kesim için de bir dernek kurdurmuştu.

Türkeş hem eğitiyor, hem de müthiş bir moral motivasyon sağlıyordu. Bu teşkilât hemen meyvesini vermeye başladı.

Girdiğimiz ilk seçimde, beş grup içinde en az oyu bizim listemizin almış olmasına rağmen sola karşı bir liste çıkarabilmiş ve genel kurul salonuna hitap edebilmiş olmamız, bizim için olduğu kadar karşımızdakiler için de büyük bir olay olmuştu. Bir sonraki genel kurul için bir yıl boyunca yaptığımız çok yoğun çalışmada bizi en çok yoran şey, sağda solda uyuşmuş, pısmış, sol karşısında psikolojik hezimet yaşayan insanlarımızı ayağa kaldırmada çektiğimiz sıkıntı olmuştur.

Müteakip genel kurulda bizim gücümüzü gören sol fraksiyonlar birleşerek karşımıza tek listeyle çıkmak zorunda kaldılar. Bu bizim için büyük bir başarıydı.

İşte, her şey inanç ve çalışmayla oluyor!

Fakat sonuçta kazanabileceğimiz bir seçimi tecrübesizliğimiz yüzünden az bir farkla kaybettik.

Burada bu süfli insanlardan bizim öğrenmemiz gereken bir şey var. Yıllardır birbirleriyle mücadele eden farklı görüşteki bu gruplar, bize karşı mücadele söz konusu olunca hemen birleşiverdiler. Bugün de öyle değiller mi?

Peki, bugün “bizimkiler” ne durumdadır? En az yarısı karşı tarafın payandası durumunda değil mi?

1977 senesine gelindiğinde kaybedeceklerini anlayan solcular, âniden bir gazete ilânı vererek genel kurulun İzmir Büyük Efes Oteli’nde yapılmasına karar vermişler. Bizler de yurt sathına dağılarak arkadaşlarımızı uyarıp genel kurul toplantısına yönlendirmek sûretiyle arkalarından gittik. Ben Artvin’e kadar giderek yol boyunca arkadaşlarımızı uyararak İzmir’e gitmelerini sağladım. Seçimi kazanacağımız kesindi.

Fakat bu defa karşımıza hiç beklemediğimiz bir engel çıktı. İktidardaki “Milliyetçi Cephe Hükûmeti”nin Millî Selâmet Partili İç İşleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk, bir polis birliği gönderip bizim arkadaşların salona girişini engellemeye çalışırken, içeride alelacele yapılan düzmece bir seçimi yine Oğuzhan Efendi’nin Bakanlığına bağlı bir hükûmet komiseri onaylıyor.

Yani aslan kediye boğduruluyor!

Bu Oğuzhan Asiltürk denilen sözde Millî Görüşçü adam, bütün hayatı boyunca bize karşı solculardan yana olmuştur. Bugün SP’nin başındaki Temel Karamollaoğlu gibi aynı takımdan olanların solcu aşkı, tâ o yıllara dayanır!

Biz yılmadık. Ben o yıl ÜLKÜ-TEK’in Genel Başkanı idim. Yurdun her tarafına onlarca şube açarak, diğer bütün mühendis odalarında dişe diş bir mücadeleye girdik. Aynı yıl Türk Ziraat Yüksek Mühendisleri Birliği’ni, Orman Mühendisleri Odası, Harita Mühendisleri Odası, İnşaat Mühendisleri Odası gibi bir kısım odaları solun elinden aldık.

Bu mücadeleler kolay olmuyordu. Karşımızdakiler ellerindekini vermemek için her türlü kirli yola başvuruyorlardı. Önce taşlı, bilâhare silahlı saldırılara maruz kaldık. Bir defasında Ziraat Yüksek Mühendisleri Birliği’nde altı arkadaşımızı şehit ettiler. Bütün bunlara rağmen oda yönetimleri patır patır dökülmeye başlayınca, son kozları olan Danıştay’ı devreye soktular.

Seçimi kaybettiklerinde hemen gidip Danıştay’dan bizim gıyabımızda aldıkları bir iptal belgesini Oğuzhan’ın polisleri eşliğinde getirip odayı bizim arkadaşlardan geri alıyorlardı.

Bu işlerle Danıştay’ın ne ilgisi olur? Haydi diyelim ki var, bizim de görüşümüz alınmalı değil miydi?

ÇUKOBİRLİK Genel Müdürlüğü’nden alınmama karşı benim açtığım iptal dâvâsına 43 yıldır cevap dahi vermeyen Danıştay, bu yandaşlarına üç beş günde hemen istedikleri kâğıt parçasını veriveriyordu!

O zor günleri kelle koltukta beraber yaşadığımız bazı arkadaşlarım, bugün Sayın Tayyip Erdoğan’a söylenmedik lâf bırakmıyorlar. Her şeyi ne kadar kolay unutmuşlar! Tayyip Bey hiçbir şey yapmamış olsa dahi, onun bu yüksek yargı organlarını alçak vesâyetçi zorbaların elinden kurtararak milleti özgürlüğüne kavuşturmuş olması, hizmet olarak ona yeter!

***

Solcularla olan mücadelemiz artık çığırından iyice çıkıp bir savaş hâlini almış iken, 12 Eylül 1980 Darbesi vuku buldu. Şayet Danıştay belâsı ve Asiltürk faktörü olmuş olmasaydı, darbeden sonra mühendis odalarının çoğu ve üst birlik yönetimi kesinlikle Ülkücülerin eline geçmiş olacaktı.

Fakat öyle olmadı, odaların çoğunluğu solcuların elinde kaldı. Darbeciler de Ülkücüleri insafsızca öyle bir ezmişti ki artık değil tekrar bir mücadeleye girmek, bizler sadece hayatta kalabilme mücadelesi vermek zorunda kalmıştık…

Dolayısıyla gene başa dönmüştük. Solcu oda yönetimleri gene üyelerinden zorla, icra ile haraç alır gibi aidat alıyorlardı. Ben bu durumları anlatan bir dosya hazırlayarak, kendisi de mühendis olan darbe hükûmetinin Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’a ulaştırmayı başardım. Merhum Özal, hemen bir yasa değişikliği ile kamuda çalışan teknik elemanların meslek odalarına kayıt olma mecburiyetini ortadan kaldırdı. Bu değişiklik, çoğunluğu kamuda çalışan Ziraat, Orman ve İnşaat Mühendislerini oldukça rahatlatırken, oda yönetimlerine büyük bir darbe oldu!

Bununla beraber, özel sektörde ve serbest olarak çalışan mühendislerin çilesi hâlen devam ediyor.

***

Geldik bugüne…

Ne yapılmalıdır?

Bugün artık ne Türkeş var, ne de onun Ülkücüleri!

O hâlde yapılacak şey, yasa değişikliğidir. Bu da son derece basit bir iştir! Meslek odaları tekeli ortadan kaldırılmalı, tıpkı sendikalarda olduğu gibi, belli şartları yerine getiren birden fazla meslek odası yetkili kılınmalıdır. Ayrıca bunların hesapları ve faaliyetleri Sayıştay ve Yargıtay denetimine tâbi olmalı, aidat miktarlarına elâstikiyet getirilmeli vesaire…

Pekâlâ… Bunu kim yapacak?

Tabiî ki Sayın Cumhurbaşkanı talimat verirse yapılacak…

Bu hükûmetin bir Adalet Bakanı, bir Sağlık Bakanı, bir bilmem ne bakanı yok mudur? Her şey Cumhurbaşkanı’ndan bekleniyor. Her yaptıkları işte, “Sayın Cumhurbaşkanımızın emriyle şunu şöyle yaptık, bunu böyle yaptık” deyip duruyorlar. Bir tanesi de şu ülkenin problemlerini dert edinip kendi inisiyatifiyle bir şey yapamıyor! Bunlar bakan falan değil, memur bunlar!

Allah Cumhurbaşkanımıza güç kuvvet versin! Bizim elimizden gelen de bu kadar!

***

Sorunun bir ana nedeni olduğunu söylemiştim. Bir türlü anlayamıyorum… Bu gayr-i millî eğitime ne zaman el atılacak?

Sayın Cumhurbaşkanı, bunun önemini gayet iyi biliyor. Biliyor ama ne düşünüyor, neyi bekliyor? Tren kaçıyor! Buna çok ama pek çok üzülüyorum…