TIP camiası,
sigaranın insan ve toplum sağlığı için zararlı olduğunu, ondan uzak durulması
gerektiğini söyledi. Kimseden itiraz olmadı, çünkü doğru idi.
Yeşilay
Başkanı, alkolün insan ve toplum sağlığını tehdit ettiğini, hattâ bütün
kötülüklerin anası olduğunu söyledi, kimseden itiraz gelmedi. Aynı şeyi uyuşturucu
kullanımı için de söyledi, ona da itiraz eden olmadı. Çünkü doğru idi.
Diyanet
İşleri Başkanımız, eşcinsel ilişkinin dinimizce yasaklanan, insan ve toplum
için çok zararlı bir fiil olduğunu söyledi, Ankara Barosu kudurdu!
Arkasından
İzmir, İstanbul ve Diyarbakır Baroları da ona destek verdi.
Diyanet
İşleri Başkanımızın hedefi, doğrudan fiilin kendisiydi. Dolayısıyla bunlar bizâtihi
fiilin kendisine, sapkınlığa sahip çıktılar.
Hâlbuki
bu, bizim toplumumuz tarafından sigara, alkol ve uyuşturucudan çok daha
nefretle karşılanan bir fiildir.
Haydi,
diyelim ki baronun yönetimi bu fiili zararlı olarak görmüyor ve belki kendileri
de bu fiili işlemekte, bu hâlde dahi hangi hakla Devletin resmî din kurumunun
başkanının, görevi icabı toplumu aydınlatmasına karşı çıkabiliyor? Daha da
ötesi, bu vesileyle toplumun dinini aşağılamaya kalkıyor?
***
Bu,
ne demek?
“Türkiye şeyhler,
dervişler, müritler memleketi olamaz” zihniyetinin kaydettiği aşama, bugün
geldiği nokta demektir.
“Türkiye; Hacı
Bayram-ı Velîlerin, Akşemseddinlerin, Eşrefoğlu Rumîlerin değil, i…lerin,
o…ların, sapıkların memleketidir” demektir.
Bu
yenilip yutulacak, birkaç kınamayla geçiştirilecek sıradan bir olay değildir. “Bu baroların yapılarını da artık bir elden
geçirmenin zamanı geldi” deyip, ondan sonra da bir daha hatırlamamak hiç
değildir!
Sövüp
sayalım yahut bunları taşlayalım mı? Hayır, kastım bu değildir!
“Konunun önemi
kadar üzerinde düşünelim, sorunun temeline inelim” diyorum. “Sorunu
bu defa da halının altına süpürmeyelim” diyorum.
***
Atı
alan Üsküdar’ı geçti, geçiyor. Kötülük bir eğik düzlemdir; insan bir
yuvarlanmaya başlayınca, çukurun dibine kadar gider. Bu işte son nokta eşcinsel
evliliğidir. Bu hayâsızların bunun için de sokağa dökülmeleri yakındır.
Bu
avukat efendilerin bir toplantısında bağıra çağıra yapılan bir konuşmayı
tahammül edebildiğim kadar dinledim. Öz olarak söylenen şuydu: “Biz avukatız, herkesin hakkını savunuruz.
Yanlışın da, çirkinliğin de, ahlâksızlığın da ve nasıl oluyorsa haksızlığın da
hakkını savunuruz!”
***
Bu
soruna birisi temel, diğeri teknik olmak üzere kaynaklık eden iki tane neden
vardır. Dolayısıyla sorunun çözümü bu nedenlerin ortadan kaldırılmasıyla
mümkündür. Ana neden elbette daha önemli olsa da, ben önce teknik nedene temas
etmek istiyorum.
Bir
defa şunu koyalım: Ankara Barosu’na kayıtlı bütün avukatların aynı düşüncede
olmadığı bilinmelidir. Ancak onların “çoğunluğunun” oylarıyla seçilmiş olan
yönetimin beyan ettiği görüşler bütün üyeleri ilzam ediyor. Sözünü ettiğim
teknik neden budur.
Barolar,
Tabip Odaları, Eczacı Odaları, Mimar ve Mühendis Odaları… Bunlar kanunla
kurulmuş meslek kuruluşlarıdır.
Özgürlük,
hak hukuk, sömürü konularında en çok bunların sesi çıkar.
Hâlbuki
bunların yönetimi bu ülkedeki en faşist, en diktacı, en hak hukuk tanımaz, en
acımasız sömürücülerdir. Bu kurumlar, yönetim bakımından âdeta bir derebeylik,
üyeleri bakımından da bir kölelik rejimidir.
Abarttığım
sanılmasın, ömrünün önemli bir kısmını bunlara karşı mücadeleyle geçirmiş bir
insan olarak anlatacağım…
Bir
avukat, mühendis, hekim ve diğerleri, üniversiteyi bitirdikten sonra meslek
hayatına atılmadan önce bu kurumlara üye olmak ve aidat ödemek
mecburiyetindedirler, aksi hâlde mesleklerini icra edemezler.
Üye
aidatlarından başka, yasanın sağladığı onay yetkileri sayesinde bu yönetimler
büyük maddî imkânlara sahip olmuşlardır. Devlet bu imkânı bunlara
mesleklerinin, meslektaşlarının ve ülkenin menfaatine çalışmalar yapmaları için
sağlamıştır.
Peki,
bunlar ne yapmıştır?
Bütün
bu maddî imkânları ve yetkilerini altmış yıldan beri alabildiğine kendi pis
ideolojileri için Devlete karşı kullanıyorlar. Seksen öncesinde bunlar külliyen
Marksist- Komünistlerdi. Bu defa da ne kadar ahlâksızlık, dinsizlik, Devlete ve
millete karşı bir oluşum varsa onun içinde yahut yanındadırlar!
Üyeleri
bunlara muhalefet edemezler. Canlarını sıkan bir üye olursa, onu üyelikten
ihraç etmek sûretiyle hayatını bitiriverirler. Bir insanın 20-25 yılını harcayarak
elde ettiği diploması, üç beş kişinin kararıyla bir kalemde hükümsüz hâle
getirilebiliyor. Biz bunun örneklerini yaşadık. Bunlar tam bir terör rejimi
kurmuşlardır!
Bu,
yirmi küsur milyon oyla iktidar olan bir partinin kaderini Anayasa Mahkemesi’ndeki
altı beyefendinin iki dudağı arasına teslim eden faşist vesayet rejiminin hâlâ
yaşamakta olan kalıntısıdır!
Fakat
o kadar hayret-i mucip ve esef edilecek bir hâldir ki, Devlet, bu kurumlar
tarafından kendisine karşı açılan savaşı “umursamamak” sûretiyle yıllar yılı âdeta
destekliyor.
***
Aklımıza
hemen şu soru geliyor: Bu kuruluşların yönetimi neden inançlı insanların değil
de hep bu muzırların eline geçiyor?
Çünkü
bu muzır insanlar daha teşkilâtlı, daha uyanık, daha atik, dâvâlarına daha
sahip ve sayıca daha çokturlar. Beri tarafın insanları ise teşkilâtsız, tembel
ve pısırıktır. Bugün de öyle değil mi? Sosyal medyayı ne kadar etkin bir
şekilde kullanıyorlar!
Bu
milletin kahir ekseriyeti inançlı iken, bu alanda neden azınlık bir durum söz
konusudur?
Çünkü
ülkemizde insanların tahsili arttıkça inancı ve irfanı azalmakta, sapıtmaktadır.
Bunun da sebebi, doksan yıldır okullarımızda uygulanan gayr-i millî eğitimdir
ki hâlen aynıyla devam etmektedir. “Cahil” halkın istikameti daha doğru, devletine-milletine
bağlılığı daha güçlüdür. 15 Temmuz’da vatanımızı savunanlar, okumuşlardan ziyâde
bu kesimin insanlarıdır.
Sorunun
kökü, temeli budur!
Şimdi,
bugüne nasıl gelindiğini, içinde fiilen yaşadığım Mimar-Mühendis Odaları
örneğinden giderek görelim!
***
1967
yılında Ziraat Yüksek Mühendisi olarak fakülteden mezun olup Ankara’ya geldiğimde
gördüğüm manzara şöyleydi: Meslekî kuruluşlarımız olan Ziraat Mühendisleri
Odası ve Ziraat Yüksek Mühendisleri Birliği’nin her ikisinde de yönetim tamamen
solcuların elinde bulunuyordu. O yıllardaki cepheleşme sağ-sol şeklindeydi.
Genel
Kurul toplantılarında yarışan dört yahut beş ayrı grubun hepsi, pembeden kızıla
kadar sol fraksiyonlardan ibaretti. Sağın bir liste çıkarması bir yana, solun ağır
psikolojik hegemonyası altında bireysel olarak dahi bir fikir beyan etmesi
imkânsız gibiydi. Sonuçta mutlaka Marksist bir liste seçimi kazanıyordu.
Ben
Ülkücüydüm ve bu durum, benim kanıma dokunuyordu. Ama elden bir şey gelmiyordu.
1971’de
eğitim için ABD’ye gidip 1974 başında ülkeye döndüğümde değişik bir durumla
karşılaştım.
MHP
lideri merhum Alpaslan Türkeş, sola karşı mücadelenin ancak teşkilâtlanarak
mümkün olduğu gerçeğinden hareketle, toplumun bütün kesimlerinde Ülkücü teşkilâtlar
kurdurmuş, bu meyanda “Ülkücü Teknik Elemanlar Derneği” adında bizim kesim için
de bir dernek kurdurmuştu.
Türkeş
hem eğitiyor, hem de müthiş bir moral motivasyon sağlıyordu. Bu teşkilât hemen
meyvesini vermeye başladı.
Girdiğimiz
ilk seçimde, beş grup içinde en az oyu bizim listemizin almış olmasına rağmen
sola karşı bir liste çıkarabilmiş ve genel kurul salonuna hitap edebilmiş
olmamız, bizim için olduğu kadar karşımızdakiler için de büyük bir olay
olmuştu. Bir sonraki genel kurul için bir yıl boyunca yaptığımız çok yoğun
çalışmada bizi en çok yoran şey, sağda solda uyuşmuş, pısmış, sol karşısında
psikolojik hezimet yaşayan insanlarımızı ayağa kaldırmada çektiğimiz sıkıntı
olmuştur.
Müteakip
genel kurulda bizim gücümüzü gören sol fraksiyonlar birleşerek karşımıza tek listeyle
çıkmak zorunda kaldılar. Bu bizim için büyük bir başarıydı.
İşte,
her şey inanç ve çalışmayla oluyor!
Fakat
sonuçta kazanabileceğimiz bir seçimi tecrübesizliğimiz yüzünden az bir farkla
kaybettik.
Burada
bu süfli insanlardan bizim öğrenmemiz gereken bir şey var. Yıllardır
birbirleriyle mücadele eden farklı görüşteki bu gruplar, bize karşı mücadele
söz konusu olunca hemen birleşiverdiler. Bugün de öyle değiller mi?
Peki,
bugün “bizimkiler” ne durumdadır? En az yarısı karşı tarafın payandası
durumunda değil mi?
1977
senesine gelindiğinde kaybedeceklerini anlayan solcular, âniden bir gazete ilânı
vererek genel kurulun İzmir Büyük Efes Oteli’nde yapılmasına karar vermişler.
Bizler de yurt sathına dağılarak arkadaşlarımızı uyarıp genel kurul
toplantısına yönlendirmek sûretiyle arkalarından gittik. Ben Artvin’e kadar
giderek yol boyunca arkadaşlarımızı uyararak İzmir’e gitmelerini sağladım.
Seçimi kazanacağımız kesindi.
Fakat
bu defa karşımıza hiç beklemediğimiz bir engel çıktı. İktidardaki “Milliyetçi
Cephe Hükûmeti”nin Millî Selâmet Partili İç İşleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk, bir
polis birliği gönderip bizim arkadaşların salona girişini engellemeye
çalışırken, içeride alelacele yapılan düzmece bir seçimi yine Oğuzhan Efendi’nin
Bakanlığına bağlı bir hükûmet komiseri onaylıyor.
Yani
aslan kediye boğduruluyor!
Bu
Oğuzhan Asiltürk denilen sözde Millî Görüşçü adam, bütün hayatı boyunca bize
karşı solculardan yana olmuştur. Bugün SP’nin başındaki Temel Karamollaoğlu
gibi aynı takımdan olanların solcu aşkı, tâ o yıllara dayanır!
Biz
yılmadık. Ben o yıl ÜLKÜ-TEK’in Genel Başkanı idim. Yurdun her tarafına onlarca
şube açarak, diğer bütün mühendis odalarında dişe diş bir mücadeleye girdik.
Aynı yıl Türk Ziraat Yüksek Mühendisleri Birliği’ni, Orman Mühendisleri Odası,
Harita Mühendisleri Odası, İnşaat Mühendisleri Odası gibi bir kısım odaları
solun elinden aldık.
Bu
mücadeleler kolay olmuyordu. Karşımızdakiler ellerindekini vermemek için her
türlü kirli yola başvuruyorlardı. Önce taşlı, bilâhare silahlı saldırılara
maruz kaldık. Bir defasında Ziraat Yüksek Mühendisleri Birliği’nde altı
arkadaşımızı şehit ettiler. Bütün bunlara rağmen oda yönetimleri patır patır
dökülmeye başlayınca, son kozları olan Danıştay’ı devreye soktular.
Seçimi
kaybettiklerinde hemen gidip Danıştay’dan bizim gıyabımızda aldıkları bir iptal
belgesini Oğuzhan’ın polisleri eşliğinde getirip odayı bizim arkadaşlardan geri
alıyorlardı.
Bu
işlerle Danıştay’ın ne ilgisi olur? Haydi diyelim ki var, bizim de görüşümüz
alınmalı değil miydi?
ÇUKOBİRLİK
Genel Müdürlüğü’nden alınmama karşı benim açtığım iptal dâvâsına 43 yıldır cevap
dahi vermeyen Danıştay, bu yandaşlarına üç beş günde hemen istedikleri kâğıt
parçasını veriveriyordu!
O
zor günleri kelle koltukta beraber yaşadığımız bazı arkadaşlarım, bugün Sayın Tayyip
Erdoğan’a söylenmedik lâf bırakmıyorlar. Her şeyi ne kadar kolay unutmuşlar! Tayyip
Bey hiçbir şey yapmamış olsa dahi, onun bu yüksek yargı organlarını alçak vesâyetçi
zorbaların elinden kurtararak milleti özgürlüğüne kavuşturmuş olması, hizmet
olarak ona yeter!
***
Solcularla
olan mücadelemiz artık çığırından iyice çıkıp bir savaş hâlini almış iken, 12
Eylül 1980 Darbesi vuku buldu. Şayet Danıştay belâsı ve Asiltürk faktörü olmuş
olmasaydı, darbeden sonra mühendis odalarının çoğu ve üst birlik yönetimi
kesinlikle Ülkücülerin eline geçmiş olacaktı.
Fakat
öyle olmadı, odaların çoğunluğu solcuların elinde kaldı. Darbeciler de
Ülkücüleri insafsızca öyle bir ezmişti ki artık değil tekrar bir mücadeleye
girmek, bizler sadece hayatta kalabilme mücadelesi vermek zorunda kalmıştık…
Dolayısıyla
gene başa dönmüştük. Solcu oda yönetimleri gene üyelerinden zorla, icra ile haraç
alır gibi aidat alıyorlardı. Ben bu durumları anlatan bir dosya hazırlayarak,
kendisi de mühendis olan darbe hükûmetinin Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’a
ulaştırmayı başardım. Merhum Özal, hemen bir yasa değişikliği ile kamuda
çalışan teknik elemanların meslek odalarına kayıt olma mecburiyetini ortadan
kaldırdı. Bu değişiklik, çoğunluğu kamuda çalışan Ziraat, Orman ve İnşaat
Mühendislerini oldukça rahatlatırken, oda yönetimlerine büyük bir darbe oldu!
Bununla
beraber, özel sektörde ve serbest olarak çalışan mühendislerin çilesi hâlen
devam ediyor.
***
Geldik
bugüne…
Ne
yapılmalıdır?
Bugün
artık ne Türkeş var, ne de onun Ülkücüleri!
O
hâlde yapılacak şey, yasa değişikliğidir. Bu da son derece basit bir iştir!
Meslek odaları tekeli ortadan kaldırılmalı, tıpkı sendikalarda olduğu gibi,
belli şartları yerine getiren birden fazla meslek odası yetkili kılınmalıdır.
Ayrıca bunların hesapları ve faaliyetleri Sayıştay ve Yargıtay denetimine tâbi
olmalı, aidat miktarlarına elâstikiyet getirilmeli vesaire…
Pekâlâ…
Bunu kim yapacak?
Tabiî
ki Sayın Cumhurbaşkanı talimat verirse yapılacak…
Bu
hükûmetin bir Adalet Bakanı, bir Sağlık Bakanı, bir bilmem ne bakanı yok mudur?
Her şey Cumhurbaşkanı’ndan bekleniyor. Her yaptıkları işte, “Sayın
Cumhurbaşkanımızın emriyle şunu şöyle yaptık, bunu böyle yaptık” deyip
duruyorlar. Bir tanesi de şu ülkenin problemlerini dert edinip kendi inisiyatifiyle
bir şey yapamıyor! Bunlar bakan falan değil, memur bunlar!
Allah
Cumhurbaşkanımıza güç kuvvet versin! Bizim elimizden gelen de bu kadar!
***
Sorunun
bir ana nedeni olduğunu söylemiştim. Bir türlü anlayamıyorum… Bu gayr-i millî
eğitime ne zaman el atılacak?
Sayın
Cumhurbaşkanı, bunun önemini gayet iyi biliyor. Biliyor ama ne düşünüyor, neyi
bekliyor? Tren kaçıyor! Buna çok ama pek çok üzülüyorum…