HANİ derler
ya “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olur” diye, bu küçük çaplı araştırmayı
yaparken gördüm ki, her yazarın, yazı esnasında kendine has bir çalışma tarzı
varmış. İşte meşhur yazarlarımızın birbirinden ilginç huyları!
Şinasî (1826)
“Yazı yazdığı zaman
minderin köşesine çekilir, bağdaş kurardı. Yazacağı şey üzerine evvelce saatlerce
düşünür, odanın içinde birçok kez gezinir ve birçok sigara içerdi. Bu sırada
kendisine lakırdı söylenmesini istemezdi.
Kâğıda, kaleme, mürekkebe
hiç dikkat etmezdi. Kalemini, elde tutulamayacak kadar küçülmedikçe
yenilemezdi. Yazısı güzel değildi, kırık döküktü. Gece hiç yazdığı
görülmemiştir. Yazısını sabahları yazar, okumasını öğle yemeğinden sonra
yapardı.” (Eşi ile yapılan röportajdan; Ziyad Ebuzziya, Şinasî, İletişim Yay.,
İst.1997)
Abdülhak Hamid Tarhan (1852)
“Gürültüsüz yerde
oturamam. Pek fena bir tabiatım vardır: Yazarken de ses duymalıyım.
Sabahları hiç yazmazdım.
Geceleri geç yatardım, sabahları geç kalkardım. Banyomu falan yaptıktan sonra
gezmeye çıkardım. Hep öğle yemeklerinden sonra yazardım.” (Ruşen Eşref Ünaydın,
Diyorlar ki, Millî Eğitim Basımevi, İst. 1972, s.9-10)
Hüseyin Rahmi Gürpınar
(1864)
“Yazı yazarken gürültünün
müthiş düşmanıyım. Çıt olmasını istemem. Yapayalnız çalışırım. Yazı yazarken
odaya kimsenin girmesine tahammül edemem. Ekseriya, yukarı kattaki kütüphane
odamda yazı yazarım. Gürültüden o kadar nefret ederim ki, ben yukarıda
çalışırken alttaki odaya da kimsenin girmesine, orada kimsenin dolaşmasına
tahammül edemem. Hatta daha tuhafını söyleyeyim: Ben odada çalıştığım müddetçe
sofadaki saatin işlemesi yasaktır. Yazıya başlar başlamaz hemen dışarıya çıkar,
sofadaki saati durdururum.
Lodoslu havalarda katiyen
yazı yazamam. Lodos sinirlerimi bozar. Bir kadeh rakı içsem yazamam. Mide
meselesini de unutmamalı. Midem bozuk olduğu zaman katiyen yazı yazamam. Demir
kalemle yazarım, kurşunkalemle yazamam.” (Abdullah Tanrıkulu, Hüseyin Rahmi
Gürpınar, Toker Yayınları, İst. 1974)
Halide Edip Adıvar (1882)
“Konuştuğumdan daha kolay
yazarım. Yazdıktan sonra pek az okur, pek az da düzeltirim. Romancılıkta
mutlaka zihnimde mevzuumun plânını yaparım. Bütün olaylar zihnimde
kararlaştırılmış olur.
Son romanım müstesna, yazdıklarımı
bir hastalığın buhranlarını geçirir gibi, hiç ara vermeden, durup dinlenmeden
yazdım. En çoğu bir buçuk ay sürdü. Herkesten uzak, yalnız bir köşeye çekildim;
orada mütemadiyen yazdım.
İlk yazmaya başladığım
zaman, fikirler beynimde o kadar şiddetle yer tutmuş olurlardı ki hiçbir
yabancı ses onların yoğunluğunu dağıtamazdı. Fakat şimdi yalnızlık ve sessizlik
arıyorum. Meselâ romanlarımı herkesten uzak bir yerde yazarım ve son derece
titiz, sinirli olurum. Yanımda çok kahve, çok sigara olmalı. Hem birkaç kutu
sigara üst üste durmazsa rahat edemem. Kâğıtlarımın büyüklükleri de hep aynı
ölçüde olmalı. Daima ince ve uzun kâğıda yazarım. Yazdığım yer de alıştığım yer
olmalı.
Bütün hazırlıklarım tamam
olduktan sonra, bir günde elli sahifeye kadar yazabilirim. Hemen sabahleyin
kalkınca yazmaya başlarım ve bilhassa gece vakti, el ayak çekilince çok yazarım
ve heyecanlı yazarım.” (Ruşen Eşref Ünaydın, Diyorlar ki, Milli Eğitim
Basımevi, İst. 1972)
Refik Halit Karay (1888)
“Refik, daima mevzuunu
uzaklardan seçer ve vakayı çok değiştirir. Gayet rahatlıkla çalışır. Gürültüye
filan aldırmaz. Ara sıra kalkıp dolaşır. Sabahın erken vaktinde başlar.
11-12’ye kadar çalışır. Çalışırken çay kahve ihtiyacı hissetmez. Hele
içkiliyken tek satır yazmamıştır. Roman yazarken birçok hususta fikrimi alır.
Bilhassa bazı kadın tabirlerini sorar. Yazdıklarını benden başka kimseye
okumaz.” (Eşi Nihal Karay ile yapılan röportajdan; Sermet Sami Uysal,
Cumhuriyet, 9 Haziran 1954)
Reşat Nuri Güntekin (1889)
“Gece 12’den sonra başlar.
Bazen dörde, beşe kadar sürer. Çalışırken sigara, kahve içer. Sessizlikten
hoşlanır. Bazen kolay yazar, bazen zor…” (Eşi Hadiye Güntekin ile yapılan
röportajdan; Sermet Sami Uysal, Cumhuriyet, 30 Mayıs 1954)
Falih Rıfkı Atay (1894)
“Ayakta gezinirken, ufak
ufak kâğıtları kıvırıp kıvırıp atar. Bunların her biri mükemmelleşmiş bir
cümleyi ifade eder. Evin orası burası hep o ufak kıvrık kâğıtlarla doludur.
Sonra oturup beş on dakikada zihnindeki mevzuu kâğıt üzerine geçirir. Daha
ziyade sabahları yazar. Sonra kalemine kimsenin el dokunmasını istemez. Kazâra
elimiz değerse hemen anlar ve kızar.” (Eşi Mehruba Atay ile yapılan
röportajdan; Sermet Sami Uysal, Cumhuriyet, 17 Haziran 1954)
Yusuf Ziya Ortaç (1895)
“Yazı yazarken yanında
kimsenin bulunmamasını ister. Biz onu kendi havasında bırakırız. Gündüzleri
mecmualardaki işleri için idarehanede meşgûl olur. Geceleri evde diğer
yazılarını yazar. Çok sevdiği pasajları bana okur. Benim tenkit ettiğim yerleri
değiştirir. Kadınlığa ve modaya ait şeyleri bana sorar.” (Eşi Güzide Ortaç ile
yapılan röportajdan; Sermet Sami Uysal, Cumhuriyet, 18 Haziran 1954)
Hasan Ali Yücel (1897)
“Geceleri sükûnet içinde
yazmayı sever. Bilhassa 12’den sonra… Bazen güneş doğuncaya kadar yazar. Son
zamanlarda sabahları yazmaya başlamıştır. Çalışırken çiçeği çok sever.
Masasında bir gül, bir karanfil olsun ister. Eskiden bir makaleyi iki günde
yazardı. Şimdi ise yazılarını kolaylıkla yazıyor. Hem de müsvedde yapmadan…” (Eşi
Refika Yücel ile yapılan röportajdan; Sermet Sami Uysal, Cumhuriyet, 30 Ağustos
1954)
Nurullah Ataç (1898)
“Sevdiğim şeylerden biri
de yatakta makine ile yazı yazmaktır. Ayrıca demir kalemle yazı yazmayı severim
de stilo ile yazmayı sevmem. Sonra, çalışırken çok kahve içerim. Eskiden zor
yazardım. Şimdi kolay yazıyorum. İnsan yaşlandıkça dilini, deyişini koruyor,
kolay yazabiliyor.” (Sermet Sami Uysal, Cumhuriyet, 5 Ağustos 1954)
Faruk Nafiz Çamlıbel (1898)
“Kahvaltı etmeden,
sabahtan öğleye kadar çalışır. Çalışırken çok sigara içer. Konuşmak istemez.
Bir şey sorulunca kızar. Bazı eserlerini bana okuyarak fikrimi alır. Tenkit
ettiğim bazı yerleri değiştirir.” (Eşi Azize Çamlıbel ile yapılan röportajdan;
Sermet Sami Uysal, Cumhuriyet, 31 Mayıs 1954)
Peyami Safa (1899)
“Yazı yazarken gürültüden
hoşlanmaz, yalnızlık ister; bilhassa gece yazmayı sever. Düşünürken veya yazı
yazarken kendisine bir şey sorulursa müthiş canı sıkılır. Kahve ve sigara içer.
Yazdığı kâğıtlar muntazam ve temiz olmalıdır. Bilhassa roman yazarken defterin
en iyisini seçer.
Eseri evvelâ zihninde
hazırlar. Uzun uzun düşünür. Ama müsveddeler bile temiz çıkar. Fakat bu, onu
tatmin etmez. Bir pasajı kırk defa yazdığı olmuştur.” (Eşi Nebahat Safa ile
yapılan röportajdan; Sermet Sami Uysal, Cumhuriyet, 6 Haziran 1954)
Halide Nusret Zorlutuna
(1901)
“Her zaman yazar.
Birisiyle konuşurken, hatta yemek yaparken bile şiir yazdığı olur. Yazarken,
yanında daima sekiz on tane yontulmuş kurşunkalem olur.” (Eşi Aziz Zorlutuna
ile yapılan röportajdan; Sermet Sami Uysal, Cumhuriyet, 28 Eylül 1954)
Ahmet Kutsi Tecer (1901)
“Yazı yazarken sükûnet
ister. Bir şey söylesen anlamaz. Çünkü o zaman kendi kafasıyla konuşur.
Çalışırken yoruldukça kahve veya çay içer.
Şiiri bazen kolay yazar.
Bazen de bir şiir üzerinde senelerce durur. Neşredilen eserleri üzerinde bile
tekrar çalışır, değişiklikler yapar. En çok lisan üzerinde durur.
Ekseriya geceleri yazar.
Kalemlerini bize yontturur. Bloknotlara yahut parça kâğıtlara yazar. Çok zaman
ilk yazdığını tamamıyla değiştirdiği olur.” (Eşi Meliha Tuncer ile yapılan
röportajdan; Sermet Sami Uysal, Cumhuriyet, 1 Haziran 1954)
Nazım Hikmet (1901)
“Yazmak için çalışma
odasına çekilir, işi olduğunu söylerdi herkese. Kocaman gözlüklerini burnuna
takar, kollarını sıvar ve başlardı daktilo ile tıkırdatmaya...” (Eşi Vera ile
yapılan röportajdan; Yürüyüş Dergisi, S:1-6, 1977)
Kemalettin Tuğcu (1902)
“Benim yazı yazmam biraz
gariptir. Makineye kâğıt koyarım. Bir kelime yazarım ama ikinci kelimenin ne
olacağını bilmem. Beni etkileyen konu kendiliğinden makineye akar sanki.
Yazdığımı bir daha asla okumam. Tashih yapmaya tahammülüm yoktur. Ben,
kitaplarımda kendi yapamadıklarımı yazdım.”
Cevdet Kudret (1907)
“Genellikle yatakta yazı
yazar. Çok titizdir. Yarım sahife üzerinde günlerce durduğu olur. Kurşunkalemle
ince şerit hâlindeki kâğıtlara yazar.” (Eşi İhsan Solok ile yapılan
röportajdan; Sermet Sami Uysal, Cumhuriyet, 6 Eylül 1954)
Sabahattin Ali (1907)
“Sabahattin, roman ve hikâyelerini
çok rahat yazıyordu. Oturma odamızda radyo çalarken eserlerini yazmak, onu
rahatsız etmezdi. Kendisini bir işe verdiği zaman, gürültüyü ve etrafı
unutabiliyordu. Bütün hikâye ve romanları, muhtelif gazetelerde tefrika
edildikten sonra kitap hâlinde çıkmıştı. Gazeteye günlük tefrika yetiştirirken,
evde misafir de olsa aynı odada bir kenara çekilip yazar, gazeteye yetiştirirdi.
Yalnız roman ve hikâyelerini
yazmaya başlamadan evvel 5-6 ay not alır, kafasında onları hazırlardı. Neticede
yazarken kafasındakiler birbiri arkasına kâğıda dökülebiliyordu sanırım.” (Eşi
Aliye Ali ile yapılan röportajdan; F. Ali Lasio, A. Özkırımlı, Sabahattin Ali,
Cem Yayınları, İstanbul)
Behçet Kemal Çağlar (1908)
“Behçet Kemal Çağlar,
bazen kolay, bazen de çok zor yazan bir şairdir. Kolay tarafı ile dost
meclislerinde, sofralarda, hatta yolda yürürken yarı şaka, yarı ciddî,
irticalen şiirler söyler. Özellikle tanıdığı güzel hanımların gönlünü almak
için hemen oracıkta, ânında şiirler yazar. Bazen bunların içinde çok güzel
olanlar da vardır. Behçet Kemal bu yönüyle halk şairlerimize pek benzer.
Fakat onun bir de zor
tarafı vardır ki, işte bu tarafıyla gerçek şiirlerini verir! Bekâr odasında
kapanıp saatlerce kendi kendine kalır. Yazar, bozar, yeniden yazar, yarım
bırakır, daha sonra tamamlar.” (Baki Süha Edipoğlu, Bizim Kuşak ve Ötekiler,
Varlık Yay., İst. 1968)
Kemal Tahir (1910)
“Daha çok sabahları
çalışırdı. Erken saatlerde masasının başına oturur, öğleye kadar çalışırdı.
Ancak işi çok sıkıysa şayet, akşamları da çalışırdı. Çalışması bazen sabaha
kadar sürerdi. Özellikle romanın girişini kim bilir kaç kere yazardı. İlk
sayfaları belki on, belki on beş defa yazdığını hatırlıyorum. Durmadan yazar,
durmadan değiştirir, baştan yazardı ilk sayfaları. Sonra aradığını bulur, içi
rahat eder, ondan sonra daha ağır bir tempoyla çalışmasını sürdürürdü. Ama bu
yalnız ilk bölümler için değildi. Arada da bazı bölümleri birkaç kere yazar,
redakte eder, tekrar yazardı. Roman tamamlandığında ona bir daha ilişmezdi
genellikle. Olsa olsa küçük değişiklikler olurdu, elle yazardı.” (Eşi Semiha
Hanım ile yapılan röportajdan)
Ziya Osman Saba (1910)
“Sabah erken kalkardı. İşe
gitmeden erken kalkar ve yazmaya başlardı. Şiiri sokakta yazardı. Ama nesri
sabah kalkar ve ayrı bir odaya gider ve yazardı.” (Eşi Rezzan Saba ile yapılan
röportaj; Mehmet Nuri Yardım, Türk Şiirinden Portreler, Burak Yay., İst. 2001)
Bedri Rahmi Eyüboğlu (1911)
“En rahat, gece çalışırım.
El ayak çekilince, dışarıdan ümit kesildikten sonra... Kapının, telefonun
çalınmayacağına inandıktan sonra… 15 senedir 4’ten evvel yattığımı
hatırlamıyorum. Ömrümde kurşun kalemle tek satır yazı yazmadım. Sonra bir kâğıdı
ikiye bükmeden katiyen yazı yazamam.” (Sermet Sami Uysal, Cumhuriyet, 24
Haziran 1954)
Orhan Kemal (1914)
“Belli çalışma saatleri
yoktu. Bu çalışma saatlerinde her şeyin durmasını istemezdi; ben çocuklara ‘Ses
yapmayın’ dediğim zaman ‘Bırak’ derdi, ‘Ben yazmaya başladım mı zaten hiçbir
şey duymam’.” (Eşi Nuriye Öğütçü ile yapılan röportajdan; Piraye Şengel, Sanat
Olayı Dergisi, sayı 60, Mayıs 1986)
Behçet Necatigil (1916)
“Kafasında hep şiirler ve
yazacağı konular vardı. Eve gelir gelmez şiire sarılırdı. Genellikle şiir
düşündüğü zaman konuşmaz, bizlerin arasında bile sanki yalnız olurdu. Odasına
kapanır, şiirini bitirmeden çıkmazdı. Ben ve çocuklar odasına hiç girmezdik.
Şiiri bitinceye kadar, yani çocuk doğuncaya kadar o sancılar devam ederdi.
Derken kapı aralanır, başı uzanırdı. Eğer gülüyorsa ‘Şiir bitmiştir’ derdim ve
çoğunlukla bana okurdu. Benim beğenmemi çok isterdi.” (Eşi Huriye Necatigil ile
yapılan röportajdan; Piraye Şengel, Sanat Olayı Dergisi, sayı 60, Mayıs 1986)
Attila İlhan (1925)
“Felâket asap bozucu nitelikte
disiplinliyimdir. Sabah 07:00-09:30 arası, öğleden sonra ise 15:00-19:00 arası,
benim çalışma saatlerimdir. Geceleri kesinlikle çalışmam. Gece hayatım, içkim,
sigaram olmadığı için erken kalkarım ve güne zinde başlarım. Üretkenliğime
gelince, bu sürekli çalıştığım için oluyor. En kalın romanlarımı bile günde bir
sayfa yazarım. ‘Nasıl yetiştiriyorsun?’ diyeceksiniz. Sürekli ve disiplinli
çalıştığım için oluyor bu. Öyle ki, çalışırken Şubat ayının 28 çekme meselesini
bile dikkate alırım.” (Ses Mecmuası, 4 Haziran 1983, Tüles Hasdemir’in yaptığı
röportajdan)
Mehmet Çınarlı (1925)
“Çalışmak için erken
saatleri seçerdi. Kahvaltıdan sonra odasına giderdi. Sabah erken kalkardı. Saat
8-9 gibi çalışmaya başlardı. Geceleri çalışmazdı. Çünkü ‘Geceler yazarsam
beynimi durduramıyorum. Uykum kaçıyor’ derdi.
Bir yazıyı veya şiiri
bitirdikten sonra, ilk önce ben yüksek sesle ona okurdum. O dinlerdi. Özellikle
şiirler için bunu birkaç kere yapardı. ‘Mûsikîsini kontrol ediyorum’ derdi.
Kulağına hoş gelmeyen kelimeleri bu şekilde değiştirirdi. Yazdığı şiirleri veya
nesirleri ilk önce ona ben okurdum.” (Eşi Gönül Çınarlı ile yapılan
röportajdan; Öztürk Emiroğlu, Türk Edebiyatı, Ağustos 2002)
Emine Işınsu (1936)
“Ben umumiyetle yazarken,
bir sene boyunca, yazacağım roman hakkında araştırma yaparım. Bilgiler edinir
ve bir deftere kaydederim. Bilgiler çoğaldıkça karakterlerim ve olaylar doğmaya
başlar. Onları da defterime kaydederim. Aldığım bilgilere göre küçük küçük
sahneler yazmaya başlar ve bunları da not ederim. Bir sene gibi bir süre
geçtikten sonra bir gün gönlüm, ‘Artık yazman lâzım’ der. Daha fazla duramam.
Allah’ın izniyle başlarım. Arada önceden yazdığım sahnelerden çok faydalanırım.
Hepsini değil belki ama büyük bir kısmını romana geçiririm; tabiî biraz
değiştirerek…” (Türk Edebiyatı Dergisi, Şubat-2004, sayı 364, s.6)
Ayşe Kulin (1941)
“Ben yazmaya oturduğumda,
kafamda bazı fikirler beliriyor. İnsan neyle doluysa onunla başlıyor yazmaya.
Birinci cümlemi yazana kadar hiçbir şey kurgulamıyorum. Bazı romanlarda yazmaya
başladıktan sonra kahraman sizi alır ve kendisiyle beraber götürmeye başlar.
Ben yazılan romanın
okunduğunda anlaşılır olmasını, akıcı bir dille kaleme alınmasını istiyorum.
Uzun uzun anlatmak yerine diyaloglarla aktarmayı tercih ederim. Konuşma diliyle
yazdığım için insanlar benim romanlarımı okumayı tercih ediyor. Belki basit bir
dil ama demek ki bir misyonum varmış, ben Türk insanına Türk romanını okutmayı
başarmışım.”
Dilaver Cebeci (1943)
“Okulda dersi olduğu gün
çalışmasını akşam yapar ve gece geç vakitlere kadar sürer. Eğer okulda dersi
yoksa gündüz de odasına çekilir ve yazılarını yazar. Ara sıra kendisine çay
molası verir.
Şiir yazmanın onun için
belli bir mekânı ve zamanı yoktur. İlham her yerde bulunur. Vapurda, trende, evde,
istirahat ederken vs. Mesela bir şiirini İstanbul’dan Ankara’ya giderken trene
bindiğinde başlayıp vardığında bitirdiğini söylemişti. Bir başka şiiri yazarken
de bir mısraın yerine uygun olmadığı için bir sene beklediğini bilirim. Şiirini
yazdıktan sonra bana okur ve fikrimi sorar. Şiir yazarken, aynı doğum sancısı
çeker gibi bir sancı çektiğini, fakat bitirdikten sonra doğum yapmış bir
kadının rahatlaması gibi rahatladığını söyler.” (Eşi Ayla Cebeci ile yapılan
röportajdan; Mehmet Nuri Yardım, Türk Şiirinden Portreler, Burak Yay. İst.
2001)
Osman Çeviksoy (1951)
“Önce bir çıkış noktası
bulurum. (Bu bir olay, bir durum, bir hareket, jest ve mimik de olabilir.) Bunu
zihnimde belli bir süre taşıyarak olgunlaştırırım. Konu olgunlaşırken, bir
taraftan da kendime sorarım: ‘Ben bununla okuyucuya ne vereceğim?’
Mesajı nasıl vermem
gerekir diye düşünürken, olayın kurgusunu da yaparım. Hikâye benim zihnimde
olgunlaşmış, kurgusu yapılmış, mesajı belirlenmiş hâle gelince otururum masanın
başına ve yazmaya başlarım. Yazmaya başlamadan önce hikâyenin tamamı kafamda
oluşmuştur. Genelde kafamda yaptığım plâna uygun olarak yazarım. Sonradan
değiştirdiğim yerler çok az olur.”
Orhan Pamuk (1952)
“Şu ara 5’te kalkıp 12’ye
kadar yeni romanımı yazıyorum. Günün en iyi saati, sabah 5-6 civarı… Şehir
uyurken masamın etrafında yürüyüp roman yazmayı düşünmek…”