Mesele seçim mi, yoksa niyetler farklı mı?

Siyâsî mülâhazalar şayet vahdetimize umut getirmeyecek ise, bunun adı iktidara talip olmak değil, yıkım siyasetidir. Normal olan her siyâsî ittifakın veya STK’nın şiarı, ülkemizin ve dolayısıyla insanımızın refahını hayra çevirecek proje ve düşünceleri ifade etmektir.

“ASLA ölmeyecek olan O Diri Varlığa (Allah’a) dayanıp güven ve O’na hamd ederek yüceliğini dile getir. Kullarının günahlarından haberdar olma konusunda O, Kendi Kendine yeterlidir.” (Furkan, 58)

Türkiye’de şartların elverdiği nispette, vesayetten mustarip olup vesayet rejimini kamu efkârına şikâyet edip de seçimle idareye gelen her iktidarın başına olmadık gaileler bulaşması ve akla hayâle gelmedik kumpaslarla karşılaşması mukadderdir.

1950 senesinden sonra her ne hikmetse (!) on yılda bir yapılan askerî müdahalelerin milletimizin hafızasında emsalsiz yaralar açtığı cümlenin malûmudur. Son yirmi yıl içinde ise millî iktidarın karşısında ABD-AB mahreçli ama yerli görünen ve gayr-ı millî politikaları serlevha edinenlerin her seçim arefesindeki oyunları pek değişmiyor.

En son 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri vesilesiyle Cumhur İttifakı karşısında her türlü fitne, fesat ve algı oyunlarını kullananlara karşı bir yazı kaleme almış idik. Aslında o günden bu yana Türkiye’de ve dünyada çok şey değişti, olağanüstü hâdiseler meydana geldi. Beşeriyeti sömüren vahşi kapitalizmin ve materyalist sermayenin zerre-i Korona karşısında yerle yeksan olmasına şahit olduk. ABD’nin öncülüğünde ve AB’nin refikliğinde Ukrayna-Rusya Savaşı başladı, mazlum coğrafyalardaki feryâd ü figân dinmedi, zalimler zulümlerine devam ediyorlar. Tabiî “Zalimler için yaşasın Cehennem!” nidaları da dinmedi.

Bizim diyarımızda ise zerre-i Korona karşısında en muvaffak imtihanı verdik, yerli şirretlere rağmen yangın ve sel karşısında milletimiz ve Devlet aklı yıkılmadı. En son 6 Şubat 2023 günü yaşanan “asrın felâketinde” milletçe kıyama ve “Ensar-Muhacir” uhuvvet şuuruyla ayağa kalktık. Elhamdülillah.

Muhalefetin hâl-i pürmelâli

Diğer yandan, âli Devletimizin gönül ve iman coğrafyasında muvaffak olmuş işlerine dudak büken, görmezden gelenler, bu milletin vahdetine kastedenler ne yaptılar dersiniz? Dün durdukları yerde daha da azgınlaşarak yeni seçime hazırlanıyorlar. Seçim sath-ı mahallinde cumhurbaşkanı adayları, kurulan ittifaklarda kısmî değişiklik olsa da hedef ve niyetlerinden geri durmuyor.

(Bir tespitimiz de şu ki, Cumhur İttifakı’na dâhil olan HÜDA-PAR hakkında 28 Şubat artıklarının yaptıkları tezvirata, bazı inançlı olduğunu söyleyen samimiyetsizler ile milliyetçilik kisvesi takınan, Türkçülüğü ırkçılığa tevil edenlerin de dâhil olması şaşırtmamalıdır; bu husustaki son sözümüzü bu yazının sonunda birkaç kelâmla arz edeceğiz.)

Yaklaşan 14 Mayıs Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Seçimleri vesilesiyle gerek Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, gerekse MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, hemen hemen her hitaplarında yerelde dinleyenlerin şahsında dünya kamu efkârına, ilgili tarafların bilmesini istedikleri hususun özünün, yapılan seçimlerin alelâde bir tercihin ötesinde mânâlar ifade ettiğini, konunun adeta bir beka meselesi olduğunu ifade ederek, seçmenin de buna göre hareket etmesi gerektiğini ifade ediyorlar.

Cumhur İttifakı diye omuzdaşlık yapan AK Parti ve MHP, BBP, YRP ve HÜDA-PAR’a göre beka olan mesele, neden diğerlerine göre değildir? Bu bir korkunun (!) ifadesi midir? Yoksa daha fazla vekil sayısına varmak mıdır? Doğrusu bu mesele, irdelemeyi (işin künhüne varmayı) zarurî kılıyor ve kulak arkası edilmeyecek kadar mühim. Bu konu, yorumlanmayı fazlasıyla hak ediyor.

Cumhur İttifakı’nın karşısında blok oluşturan, ismine “Millet İttifakı” denilen grup, zımnî ortağı bölücü partinin tarafları olanlarla bir beraberlik meydana getirdi. Her parti sözcüsü kendi adına konuşuyor gibi yapıyor, lâkin ne menem şeyler söylediklerini alt alta yazalım da ortaya çıkan neticeye bakalım.

Millet İttifakı’nın sözcülerinden Meral Akşener ile onları buluşturan, ülkenin ve milletin değil, koltuklarının bekasıdır. Bu gerçeği perdelemek için, bu ittifakı ‘ülkenin bekası’ diye izah etmeye çalışıyorlar.

Bir başka muhalefet lideri ise anketlerde eridiğini, oy kaybettiğini görüyor. “Vatandaş, artık beylik laflara ihtiyacı olmadığını görüyor. Vatandaşın karnı aç. Vatandaş işsiz. Çaresizlik görüyorsun vatandaşta. Sorun var, sorun çok derin” diyen Kemal Kılıçdaroğlu ise, özetle bu ifadeleri hakikati perdelemek için söylüyor. Zaten Kılıçdaroğlu’nun birbirini tutmayan beyanları hem kin ve nefret dolu, hem bölücülük ve şen’i şeyleri ihtiva ediyor. Kimi zaman da mizah yazarlarına malzeme oluyor.

Kandil mahreçli HDP ve onu parlatmaya çalışan alleme (!) gazetecilere göreyse beka meselesini en iyi özetleyen hülâsayı, Türkiye’deki Kürtçülüğün mimarı sayılan ve fikirlerine (!) danışılan 92 yaşındaki en kadim Kürtçülerden Dr. Tarık Ziya Ekinci’nin yıllar evvel bir haber sitesine verdiği mülâkat anlatıyor. O mülâkattan bir paragrafı alalım: “Türkiye Devleti’nde, Cumhuriyet’in kuruluşundan başlayarak Türk ve Sünnî Müslümanlık temelinde ırkçı bir milliyetçilik politikası izlendi. Türkiye’de makbul vatandaş sayılmak için Türk ve Sünnî Müslüman olmak zorunluydu. Gayrimüslimler kısa sürede zorunlu göç, mübadele gibi yöntemlerle sorun olmaktan çıkarıldı. Ancak Kürtlerin varlığı resmî devlet politikasının başarılı olmasına engeldi…”

Ziya Ekinci’nin mülâkatı çelişkilerle dolu olmasına rağmen, bu sözler ayrı bir tartışma konusudur. Konunun özüne dönersek, diğer Marksist/Leninist Kürtçülerin eski tüfek Kürtçü allâmelerinden Ahmet Türk’ün son beyanları ve diğer şureka-i Kürtçü ve Kürtçülük hempalarının ortalama kanaatleri tıpkı Ekinci gibidir. Bu Marksist/Leninist taifenin ve hempalarının ümmetin vahdetinden yana zımnen taraf olmadıkları ve bîhaber oldukları tesadüf değil, bilhassa ümmetin bölünmesinden yana taşeronluk yapan bir hâldedir.

Seçimler bahane edilerek, Cumhur İttifakı’nın muarızı diğer STK ve siyâsî partilerin de bu mihvâlde kelâmlar ediyor olması sağlıklı bir fikir platformu değil, şuur altlarındaki hezeyanlarının dışa vurma hâlidir, açığa çıkmasıdır. Millet İttifakı’nda yer alan ve “Sağcı” ve “inançlı” diye ifade edilen hizipler için “akıl tutulması” yakıştırmasının yeridir. Mesele magazin laubaliliğine feda edilmeyecek kadar mühim ve can alıcıdır.


Haç ile Hilâl’in mücadelesi              

Haçlı küfrüne karşı, diğer bir ifade ile lâ-dini, gayr-ı İslâmî ittifak ve cereyanlara karşı İlâ-yı Kelîmetullah için Nizam-ı Âlem ülküsünü şiar edinen ecdadımız, müstevlilerin marifetiyle Birinci Dünya Savaşı’na son veren bir anlaşma yaptı(!). Aslında bu antlaşma, Avrupa’daki iç savaşa son vermiştir. İşin aslı, çok geçmeden yeni bir “Avrupa iç savaşı” başlayacak, adına da “İkinci Dünya Savaşı” denilecekti. Ama bu ikinci savaş, bugünkü küresel düzen itibariyle, sistematik değişikliğe yol açmayacak, küresel güç denklemini daha da tahkim edip kaldığı yerden devam ettirecekti.

Avrupa için savaşın sonu, bizim için imha projesiydi. Yüz yıl önce Paris’te kurulan masa, “Avrupa için savaşın sonu, bizim içinse imha masası” idi. Osmanlı’nın siyasal anlamda yok edilmesi, Türklerin Anadolu dışına sürülmesi ve Müslümanların tarih dışına itilmesi kararlaştırılmıştı. Atlantik’ten Pasifik kıyılarına kadar uzanan geniş bir coğrafyanın talan edilmesi, siyâsî haritadan çıkarılması, Selçuklularla başlayıp Anadolu üzerinden Avrupa’ya yönelen, Viyana kapılarında durdurulan Osmanlı Cihan Devleti’nin tasavvuru ve siyâsî gücünün bütün coğrafyadan tasfiye edilmesi kararlaştırılmıştı.

Yüz sene önce milletimizin şahsında ümmet-i İslâm’a karşı kurulan kumpasın günümüzdeki izdüşümünü idrakten yoksun partilerin, STK ve fikir gruplarının beka meselesini istihza yolu ile geçiştirmeleri niyetlerini ifşa ediyor. Ancak konunun öyle dudak bükülecek bir lakırdı olmadığını yüz yıldır yaşadığımız ölümcül vakalardan anlayabiliyoruz.

“Tarih tekerrürden ibaret” denir ya, bakınız bu hususta Millî Şair  Mehmed Âkif, Safahat’ında ne söylemiş: “Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!/ Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar,/ Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”

Bu kıssayı bir buçuk asır önce Osmanlı Cihan Devleti’ne karşı kurulan kirli ittifak olan “Sykes-Picot” anlaşmasının serencamını görerek unutmamalıyız. Nadanların isteklerini, düşmanca emellerini maharet ve liyakatle durduran ve bu tavrı bizden de isteyen İkinci Sultan Abdülhamid Han’ın riyaset-i saadetlerinden sonra yerine ikâme edilen ve Devlet-i Âli’nin siyasetini kabullenemeyen genç Cumhuriyet’in kurucuları, “redd-i miras” ederek yeni merkezlere biat ettiler. Adı “demokrasi, halkın iradesi ve yönetimi” gibi süslü ifadelerle kurulan yeni idare, on yılda bir inkıtaa uğrayan bir terakki ile vesayetin ceremesini bize yıkıyor, ağır bedeller ödetiyordu. Nitekim, adeta Devlet’e karşı bir kalkışma olan ve sahibi okyanus ötesindeki büyük şeytan ve onun taşeronu PKK ile FETÖ hainlerine karşı şehit ve gaziler verdiğimiz 15 Temmuz’da ihanete uğradı Türkiye Cumhuriyeti. Devlet’in bütün kurumlarında millî iradenin yeniden tecellisi için harekete geçen Türk milleti sayesinde, yüz yıl sürmesi muhtemel bir irticadan kurtulduk. Meydanlar millî iradeyi egemen kılmak isteyen nutuklar ile inledi. Dost düşman herkes, Türk milletinin hürriyetine ve son 140 yılda geliştirmeye çalıştığı istiklâline (aslında bunun adı “Devlet-i ebet müddettir”) nasıl sahip çıktığını gördü.

Bu arada adeta vazgeçilmez bir vird olarak meydanlarda İttihatçıların lânetlenmesinin yanında ecdada dualar ihmâl edilmedi.

Meseleleri İslâmî bir tasavvurla kaleme alan bir yazarımızın, “Tamam, birileri ‘beka’ kelimesini sonsuzluk değil, süreklilik anlamında kullanıyor ama dinî kavramları dünyevî işlerimizde kullanırken ihtiyat etmeliyiz. Çünkü kavramları yıpratıyoruz. Eğer devletinizin yücelmesini istiyorsanız, toplum olarak liyakatinizi artırmanız gerek. İşi ehline vermeniz gerekir. Adil olmanız gerekir. Adalet mülkün temelidir. Adalet yoksa barış da yok. Adalet ve barış yoksa hiçbir özgürlük güvende olmayacaktır. Allah cahil ve zalim bir topluluğa kurtuluş vermez. Biz kendimizi değiştirmeden, Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecektir” mealindeki görüşünden kasıt aramıyoruz. Çünkü bunu terennüm eden liderlerin ve münevverin kastı “süreklilik, istikrar ve yerlî-milli olma hâlinin devamı”dır. Bundan hareketle diyebiliriz ki, bugün, başta Cumhur İttifakı olmak üzere, beka meselesini dillendiren STK ve diğer münevver-i azamın kasteyledikleri “beka”, “İstanbul’un savunması Saraybosna’dan, Ankara’nın savunması Basra’dan başlar; Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere’yi savunamazsak, yarın Diyarbekir’i, İzmir’i, Kars’ı, Trabzon’u koruyamayız” diyenlerin derdidir.

Tamamen gönül coğrafyamızdaki dostlarımızın, ümmetin yetimlerinin gözyaşlarının dinmesidir derdimiz. Yoksa ABD ve okyanus ötesi ile iltisaklı terör mihraklarını, Kandil icazetli taşeronları şirin gösteren siyâsî partilerin ve medya kuruluşlarının konuyu alaya almaları gaflet değilse, karşılığının ne olduğu cümlenin malûmudur. “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” atasözünde ifade bulduğu gibi, beka meselesini magazinle, oy kaygısı ile, siyâsî şovla, koltuk endişesi gibi tarafları rencide edici, hafif meşrep eda ile ifade etmek isteyen tarafların niyetlerinin yerli-millî olmadığı, kimi düşman odaklara iltisaklı olduklarını söylememiz, haddi aşmak olarak ifade edilmemelidir. Son yüz elli senedir yaşadıklarımız, hele Ortadoğu, Balkanlar, Uzakdoğu ve Çin-Hint hinterlandında yaşanan kahredici olayları düşününce, kalkıp şayet “Bize dokunmaz! Suriyelinin, Afgan’ın burada ne işi var? Türkmen ellerinden olanlar niye ülkemize geliyorlar? Kerküklü neden bize muhtaç olsun ki? Evlâd-ı Fatihandan bize ne, biz kendimizden sorumluyuz!” gibi lakırdıları söyleyenin tiyniyetinden şüphe etmek lâzım. Bu, cehalet değilse gaflet, hatta ihanettir. PKK/YPG/PYD, PDY/FETÖ ve diğerlerini ABD ve AB’nin gözüyle görenlerden bize yâr olmaz.

Hülâsa

14 Mayıs’ta yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Seçimlerinin medeniyet tasavvurumuza ait kodlarda oynamalar yapabileceğini hesap ederek, kavmî ve itikadî konuları yazıp söz ederken, Kur’ân’ın irşadından ve Risalet’in ahenginden sapmamak kaydı ile istikbâle dair hayırhah temennilerde bulunabiliriz. Ancak bizi biz yapan manevî kuvvemizi canlı tutan dinamiklerimizi tahrip eden söz ve fiillerden uzak durmalıyız.

Düşmanını ok attığı kaleleri tahrip etmemeli, ümmetin ve gönül coğrafyamızın imhasına çalışan küfür güruhuna derman olacak işlerden ve hareketlerden uzak durmalıyız. Konuyu, birilerine duyulan antipatiyle, ihanete varan aymazlıkla başka taraflara çekmeye gerek yoktur. Ancak üzülerek görüyoruz ki, kendilerine “Millet İttifakı” adını veren Altılı Masa artı HDPKK’nın kimi sözcülerinin ABD’den, FETÖ’den ve Kandil’den aldıkları talimatları -ki bunu pazarlık yaptıran parti başkanları var- ve kullandıkları kin ve nefret dili “birliğimize” halel getirecektir. Bunların gidişatı ve tekebbür kokan hâlleri millî bekamıza ve Müslüman milletimizin âl-i istikbâline zevâl vermeye adaydır.

Siyâsî mülâhazalar şayet vahdetimize umut getirmeyecek ise, bunun adı iktidara talip olmak değil, yıkım siyasetidir. Normal olan her siyâsî ittifakın veya STK’nın şiarı, ülkemizin ve dolayısıyla insanımızın refahını hayra çevirecek proje ve düşünceleri ifade etmektir. Bu anlamda tâ Amerikalardan birilerinin, diyar-ı Frenk’ten kimilerinin bu seçimle alâkadar olması boşuna değildir.

Son sözümüz şudur: “Gevşemeyin, üzülmeyin! Eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir.” (Âl-i İmran, 139)

(Bu ayet-i kerîme, doğru olduğuna emin olduğu bir kararı veren, verme aşamasında olan her inanana, girdiği işten zaferle çıkacağı güvenini aşılar. Hep birlikte şu duayı edelim: “Allah bize yeter, O ne güzel Vekîl’dir.”)

Vesselâm…