Mert bir Gakkoş: Fethi Sekin

Fethi Sekin, teröristlerin yerini belirlemişti. Beylik tabancasının yatağına ilk mermiyi sürerken, bir yandan da “Yok mu alçaklara kurşun sıkacak biri?” diye bağırdı ve düğüne gider gibi uzun namlulu teröristlerle tek başına çatışmaya girdi…

KARI koca, azıklarını sırtlarına vurarak sabahın köründe yollara düştüler. Bir karış boyunu aşan pancar filizlerini yaban otlardan ayrıştırma vakti gelmişti. Yan yana, çatlak toprağa çapalarını daldırıp çıkardılar. Güneş tepelerindeydi. Artık ter silmeyi bırakmışlardı. Kavurucu sıcakla bir süre daha mücadele ettikten sonra dinlenmek için serinlik sunan söğüdün gölgesine sığındılar.

Kadın, vakit geçirmeden öğle yemeği hazırlığına başladı. Adam ise ateşle buluşturduğu sigarasını keyifle tüttürürken, toprakla buluşan dalların ucundan eğilerek sınırsız ufuk çizgisine baktı. Tarlanın üzerinde, asfaltı öpen buhar tabakasının bir benzerini gördü. Gözünde büyümüştü yapacağı iş ama bitirmeliydi.

Bitirmeliydi, çünkü babayiğit oğlu, kahraman Türk polisleri arasına katılmak üzere gurbete çıkacaktı. “Yoludur, mezuniyetidir, düğünüdür derken elimizin altında para bulunmalı” diyordu.

Evden getirilenler mahir eller eşliğinde sofraya dizildi birer birer.

Adam, sırtını çok da iri olmayan söğüde dayayıp derin bir “Oh!” çektikten sonra, “Hatun, nasıl dayanacağız bu çocuğun yokluğuna?” diye sordu.

Anne, elindeki lokmayı ağzına götürmekten son anda vazgeçti. Bir şey diyecek gibi oldu, yutkundu ve usulca sofradan uzaklaştı. Önce gözlerini delip geçen yaşları sildi, ardından süzme yoğurttan yaptığı ayranı kalaylı bakır bardağa doldurarak geri döndü sofraya…

“Git oğlum!”

Biraz evden, biraz da çarşıdan tedarik ettiklerini bir valize yerleştirip “helâllik” dilemek için anne babasının ellerine uzandı.

Anasının nasırlı ellerini öptüğünde, dudaklarının ipek bir tülde gezindiğini hissetti. Başını hafifçe kaldırdığında, ıslanmış gözlerle karşılaştı. “Bizi düşünme oğul, git! Vatanın sana, senin gibi mertlere ihtiyacı var” diyen annesinin sözlerini, “Git oğlum git! Minareler ezansız, camiler Kur’ân’sız, vatan bayraksız kalacaksa sen de git!” diyen Cemil Cüneyd’in dizelerine benzetti.

Samsun’a doğru yola çıkarken, babası, sattığı sarı ineğin parasını cebine sıkıştırdı. Aklı, geride bıraktığı altı kardeşinde kalacaktı…

Diyarbakır istikametinden kalkan ve Elazığ’dan yolcu alan otobüste, yirmi iki yıllık kader arkadaşı vardı.

Birbirlerini, “Yolculuk nereye?” diye başlayan soru sonrasında tanıdılar: “Devrem, ben Mehmet Faysal Ayarcı… Diyarbakır’dan kazandım…”

Kendisine uzanan eli sıkıca kavrayıp, “Ben de Fethi… Fethi Sekin… Elazığlıyım” diye karşılık verdi.

640 kilometrelik yolculuğun bitmesini ikisi de istememişti. Sekiz saatlik yolculuk sona erdiğinde, gözleri denizle buluştu.

Eğitim görecekleri Samsun 19 Mayıs Polis Okulu’na vardıklarında, kulübedeki nöbetçinin üzerindeki üniforma ve masmavi göğü süsleyen gönderdeki al bayrağı gören Fethi, hayatının geri kalan kısmında sıklıkla karşılaşacağı lacivertin yanına kırmızı ve gök mavisinin de eklendiğinin farkındaydı.

Nizamiye girişindeki görevlilere kayıtlarını yaptırdılar. Aylarca aynı eğitimi almak üzere Mehmet Faysal’ın hâricinde isimlerini bilmediği arkadaşlarıyla birlikte, kılavuz memur eşliğinde koğuş mahalline gitmek üzere yerlerinden kalktılar.

Küçük çantasını sırtına vurduktan sonra, epeyce ağır olan bavulu da eline alarak sıraya dâhil oldu.

Ranza başına gelen Fethi, yatağa bir test uzanışı yaptı. Ellerini kafasının altına yerleştirip yukarı baktığında, daha önceki öğrencilerin notlarıyla karşılaştı. Şafak sayandan tutun da şiir yazanına, resim karalayanından duâ edene kadar... “Akşama hepsini okurum” diyerek doğruldu.

Üst ranzayı kontrol eden Mehmet Faysal ile beraber bavul ve çantalarını boşaltmaya başladılar. İlk işi, dolap numarasını zihnine kazımak oldu.

Kıyafet teslim almak üzere depo önüne geldiler. Resmî günlerde giyeceği üniforma için boyu ölçülüp beden numarası belirlendikten sonra, kucağına tutuşturulan yeşil renkli eğitim elbisesini ve botunu alarak tekrar koğuşa yöneldi. Başlarındaki görevlinin “Tam beş dakikanız var!” ikazıyla hızlıca üzerini değiştirdi…

Çakı gibi olmuştu. Bütün arkadaşları koğuş önündeki boy aynasında kendini görmek istiyordu ama buna zaman kalmamıştı. Sıraya girdikten sonra, “İstikamet yemekhane! İleri, marş!” komutunu duydular.

Rap rap sesleri arasında yemekhaneye geldiler. Tabldotta yer alan zengin mönü, karınlarından önce gözlerini doyurmuştu.

Yemek duâsı

“Duâ için ayağa kalk!” emriyle sandalye gıcırtıları arasında ayağa kalktılar. Keplerini göğüslerinin üzerine koyup hazır ola geçtiler: “Tanrımıza hamd olsun, milletimiz var olsun!”

Söyleneni hep bir ağızdan tekrar ettiler. Yemek duâsını yaptıran nöbetçi memuru 360 derece dönerek “Buyurun Komiserim!” diye tekmil verince, çakır gözlü nöbetçi komiserin “Afiyet olsun!” demesiyle birlikte tüm yemekhane “Sağ ol!” sesiyle yankılandı.

O günden sonra bu ritüel, günde üç kez tekrarlanacaktı.

Mezuniyet sevinci

Sevdiği meslekle buluşmuştu ama göreve başlamamıştı henüz. Zorlu ve riskli mesleğin sert yüzüne tebessümler ve iyilikler kondurarak tamamladığı okul günleri bitmişti.

Kura çekimi sonucu, ikisinin de tayini Kocaeli Emniyet Müdürlüğü Trafik Denetleme Şube Müdürlüğü’ne çıkmıştı. Heyecanlı ve umut doluydular.

Kısa sürede “Mert Gakkoş” karakteriyle gönüllerde yer edinmişti.

Evden getirdiği valizi toplarken, “Hoş gülüşüyle biz arkadaşları asla unutmayacağız” notunun yazılı olduğu hatıra defteri gözüne ilişti.

Sayısız hatıra sığdırdığı koğuşuna son kez bakarak, anasına ve lezzetli yemeklerine kavuşmak üzere yola çıktı.

On beş günlük mehil müddeti çabucak sona yaklaşmıştı. Diyarbakır’daki arkadaşını arayıp dertleşti. Dönüş için bilet ayarlamak gerekiyordu ancak önemli bir sorun vardı. İkisinin de parası yoktu. Ailelerine de külfet olmak istemiyorlardı. Çevrelerinden borç edinerek Kocaeli bileti aldılar.

Ana oğul, birbirine doymamıştı. Ama baba ocağından ayrılma vakti gelmişti. “Yanımda hiç kalmadın” diyerek sitem ettikten sonra kendi elleriyle kurduğu biber turşusunu, bol cevizli pestili ve tandır ekmeğini bir kutunun içine özenle yerleştirip tembih etti: “Ne zaman canı çekerse yine gönderirim oğluma!”

O gün son kez oturdular sofraya. Ortaya gelen gömmeye daha fazla dayanamadı, besmele çekip iştahla yemeye başladı. Önce “Elhamdülillah”, sonra “Ellerine sağlık benim güzel anacığım!” diyerek sofradan kalktı.

Karadeniz’den sonra Marmara

Yakınlarıyla teker teker vedâlaştı. Arkasından dökülen su kadar gözyaşı dökülmüştü annesinin gözlerinden. Kendisini uğurlamaya gelenlere döndü, gözden kaybolana kadar el salladı.

Otobüs nehir yataklarından ve dağ yamaçlarından geçerek şehirle bağını koparmıştı. Yüzünü cama yaslayıp uzakta geçireceği hasret günlerini, beylik tabancasının markasını, evleneceği kızın sîmâsını ve çocuklarına bırakacağı isimleri hayâl etti…

Körfez’e indiğinde saate baktı, “Erkendir, biraz daha vakit geçsin” diyerek köyde bıraktıklarını aramayı tehir etti. Faysal ile buluşarak İlkadım’daki Emniyet Müdürlüğü’ne gitmek üzere otogardan ayrıldılar.

Saadet Caddesi üzerindeki binadan içeri girdiğinde gururlanmıştı. Önce Personel Şube’ye uğradılar, ardından Lojistik Şube’ye. Bir sürü işlem gerçekleştirmiş olmalarına rağmen gün yetmemiş, işlemleri ertesi güne sarkmıştı.

Bir kutu içinde teslim edilen silahını ellerine aldı, sever gibi okşadı ve “Allah, bunu kullanmayı mecbur bırakmasın ama bundan da etmesin!” diye duâ ederek kemeriyle pantolonu arasına yerleştirdi. “184349” sicil numaralı genç polisin bedenine demir kütlesinin soğukluğu yayılmıştı.

Kısa bir süre sonra, arkadaşının tayini Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne çıkmıştı. Buna çok üzüldü. Kendisi de terörle mücadele eden etkin şubelerde görev yapmak istiyordu.

“Ben Özel Harekâtçı olup çatışacağım ve şehitlik mertebesine ulaşacağım” diyordu.

Mehmet Zeki ile Hatun çifti, meslekte beş yılı geride bırakan oğullarına, “Seni baş göz etmenin vakti geldi” diyerek kız aramaya başladılar. Ona Burak Tolunay (16), Zeynep Dila (15) ve Nisa (8) isimli cennet kokulu üç evlât verecek olan Rabia ile tanıştırdılar. Sağ ellerine takılı nişan yüzüklerine uzanan makasla kırmızı kurdele ikiye ayrılınca, yıllar önce hayâl ettiği yolculuğu geldi ve tebessümle geçirdi o ânı…

Ege’nin incisi İzmir

Üçüncü kez denizle buluşacaktı. Zor da olsa, 2009 yılı yazında eşyalarını kamyona yüklediler.

İzmir Trafik Denetleme Şube Müdürlüğü’ne bağlı Motosikletli Şahinler Timi’nde göreve başladı. Sıcak ve güler yüzlü şehir halkıyla çabucak kaynaştı.

Meslekteki dokuzuncu yılıydı. Hatâlı park eden araç kontrollerini yaptıktan sonra yaya olarak Adliye önündeki görev mahalline gittiği sırada, tek yönlü yolda manevra yapan bir otomobilin çarpması sonucu yaralandı ve beş gün iş göremez raporu aldı…


Şehâdet isteği

Tarihler 15 Temmuz’u gösterdiğinde, hain darbe girişimi sırasında kendisini merak eden babasıyla telefonda görüşmüş, “Keşke bana da Ömer Halisdemir gibi bir şehitlik nasip olsa!” demişti.

Aynı sözleri, görev yaptığı yerdeki arkadaşlarıyla da paylaşmıştı. Onlarsa, “Sana nasıl nasip olacak Fethi Ağabey? Bütün gün arabalara bakıyorsun” diyerek bu ihtimâlin zayıf olduğunu vurgulamışlardı.

Yılbaşı sabahıydı ve her zamanki görev yerindeydi. İzmir Adliyesi yanındaki bir kafe çalışanının üşüdüğünü görünce, “Motorla gidiyorsun, üşürsün” diyerek üzerindeki polis armasını söküp kendi montunu ona vermişti.

62 yaşına giren annesi Hatun Hanım asrın illeti kanserden hayata vedâ edince, 66 yaşındaki babası Mehmet Zeki Sekin’i yanına aldı. Birbirlerine sarılarak hafifletmeye çalıştıkları acının üzerinden 55 gün geçmişti ki, bu sefer babası rahatsızlandı ve Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Hastanesi’ne yatırıldı. Böbreklerinden ameliyat olan babasını gün boyu yalnız bırakmadı. “Allah’ın izniyle iyileşeceksin” diyerek teselli edip ertesi gün görevinin başına dönmüştü…

Yok mu alçaklara kurşun sıkacak biri?

Ve 5 Ocak 2017…

Adliye’nin, hâkim ve savcıların kullandığı C Kapısı önünde şüpheli bir araç fark etti. Bomba yüklüydü. Güvenlik kuvvetlerine haber verdi. Deşifre olan ve emellerine ulaşamayacaklarını anlayan teröristler aracı patlatınca, sıcak çatışma çıktı.

Fethi Sekin, teröristlerin yerini belirlemişti. Beylik tabancasının yatağına ilk mermiyi sürerken, bir yandan da “Yok mu alçaklara kurşun sıkacak biri?” diye bağırdı ve düğüne gider gibi uzun namlulu teröristlerle tek başına çatışmaya girdi…

Teröristlerden birini vurduktan sonra mermisi bitti. Daha korunaklı bir yere geçmek isterken, arkasından açılan kalleş ateş sonucu orta refüje yığılıp kaldı.

Yardımına koşan taksiciye ve montunu verdiği kafe çalışanına “Yatın, mevzi alın!” diyerek onları korudu ve şehâdet getirerek mertebelerin en yükseğine erişti.

Çatışma sırasında onunla birlikte koşan ve şehit olduğunda da cansız bedeninin başında vefâyla duran bir canlı daha vardı: Şefkatle beslediği köpeği…

Olanlardan habersiz, Bayraklı Osmangazi Mahallesi’ndeki evlerinde oturan şehidin çocukları, acı haberi vermek için eve gelen polislere, “Babamız evde yok, kapıyı açamayız” yanıtını verdiler. Bu cevapla neye uğradıklarını şaşıran silah arkadaşları, gözyaşlarına boğuldular.

Rabia Hanım’ın evde olmadığını öğrenmişlerdi. Kısa bir süre sonra tekrar şanslarını denediler: “Biz babanın arkadaşlarıyız! Zaten onun için geldik…”

Bir süre sonra şehidin eşi Rabia Hanım eve geldi. Kendisine acı haber verildiğinde metânete sarıldı ve “Eşimle gurur duyuyorum! Evet, çocuklarım babasız kaldı, buna üzülüyorum, ama vatan sağ olsun!” deyiverdi.

Dokuz katlı apartmana asılan Türk bayrağı, beş katı kaplayacak büyüklükteydi.

İsmi Türkiye’nin kalbinde!

Şehidin Türk bayrağına sarılı naaşı, baba evinde helâllik alındıktan sonra 1973 yılında doğduğu Elazığ’ın Baskil ilçesine bağlı Doğancık köyünde annesinin kucağına verildi.

Her fırsatta şehit olacağını ve tüm ülkenin ondan bahsedeceğini söyleyen Fethi Sekin’in dediği oldu. Bugün Türkiye, onun kahramanlığını konuşuyor ve kıyamete kadar da konuşacak!