Merhamet iklimi (2)

“Onun anlayışında korunmaya muhtaç ve hayatın devamı için lüzumlu olan her şey merhamet ve şefkatle korunmalıdır.”

KALBİN kasvetten uzak ve selim olduğunu gösteren ikinci özellik merhamettir. Merhamet, Allah’ın Er-Rahmân İsminin tecellisinden pay, gönül ile Rahmân arasındaki irtibattan nasip almaktır.

Varlık, varoluşunu Rahmân eseri olan rahmet ve merhamete borçlu olduğu gibi devamını da O’na borçludur. Kâinatın düzeni rahmet ve sevgiye dayanır. Sevginin temeli şefkat ve merhamettir. Merhamet olmayan yerde sevgiden, sevgi olmayan yerde şefkatten bahsedilemez. Bunlar birbirini bütünleyen şeylerdir. Bu yüzden Kur’ân, Peygamberimizi hem Rahmet Peygamberi (“Habîbim! Biz Seni âlemlere ancak rahmet olmak üzere gönderdik”), hem de Er-Rahmân ve Er-Rahîm İsimlerinin mazharı olarak takdim etmektedir (“Size içinizden öyle bir peygamber geldi ki hüsranınıza üzülür, saadetinizi ister; yüreği re’fet/şefkat ve merhametle çarpar”).

Meseleye Risâlet zaviyesinden nasıl bakıldığına da göz atalım…

Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed’in (sas) insanlara karşı merhameti

İnsanî ilişkilerin nirengi noktası, karşısındakinin farkına varmak ve onun da insan olduğu duygusuna ermektir. Sadece “kendi” merkezli yaşamak, “ben merkezli” düşünmek ve karşısındakileri hiçe sayıp görmezden gelmek insanî ilişkilerin en önemli zaaf noktasıdır.

Beşerî münasebetler, insan ilişkileri ve kişisel gelişimle ilgilenenler diyorlar ki, insanî ilişkilerin temel noktası “empati” denilen, kendisini karşısındakinin yerine koyma prensibidir. Bu açıdan baktığımızda, Allah Rasûlü’nün yüksek şahsiyetinde bu özelliğin çok çarpıcı örneklerini görürüz.

Allah Rasûlü’nün, yakın çevresinde bulunan aile fertlerinden başlayarak bütün ashabına ve topyekûn insanlara karşı şefkat ve merhametle davrandığını, hiç kimseyi asla incitmediğini görürüz. Gördüğü yanlışlar ve hatalar karşısında insanları uyarırken “galat-ı ru’yeti” Kendine izafe ederek yani Kendisinin yanlış görmüş olduğunu söyleyerek derdi ki, “Bana ne oluyor ki bazı kardeşlerimi şu şu hâllerde görüyorum?”. Bu ifadeleriyle, “Kardeşlerim böyle yapmaz, herhâlde yanlış görüyorum” demek isterdi.

İslâmî anlayış, Muhammedî rahmet ve şefkat ikliminde insanları sevmeyi, sevgi denizinde buluşmayı öğütlemektedir. Peygamberimizde -aile hayatından toplum ve devlet düzenine varıncaya kadar- merhamet ve şefkatin en güzel örnekleri vardır.

İnsanın “olduğu gibi göründüğü yer”, ailesinin yanıdır. Hiç kimse ailesinin içinde olduğundan fazla görünme ihtiyacı hissetmediği gibi böyle bir şansa da sahip değildir. İnsanların insanî ve ahlâkî özelliklerini en iyi bilenler, içinde yaşadıkları aile fertleridir. Bu açıdan Hazreti Peygamber’in beşerî ilişkileri hakkında eşleri, çocukları ve hizmetçilerinin tespit ve değerlendirmeleri büyük önem arz etmektedir.

İlk eşi Hazreti Hatice Anamız, O’nun hakkında şu tespitlerde bulunur: “Sen yakınlık bağlarına saygı gösterir, kimsenin hakkına tecavüz etmezsin.” 

Hazreti Âişe Anamız, ahlâkını Kur’ân olarak gördüğü  Allah Rasûlü’nü şu lâfızlarla anlattır: “O, evinde ayakkabılarını tamir eden, söküğünü diken, önüne konursa yiyen, değilse asla istemeyen, insanların kusurlarını bağışlayan bir insandı.”
Torunları Hazreti Hasan ve Hüseyin ile Zeyd’in oğlu Üsame’yi kucağına alarak, okşayıp iltifat ederek gösterdiği şefkat tavrı, O’ndaki  merhamet duygusunun bir başka tezahürüdür. Hatta O’nu çocukları ve torunlarını öperken gören bir bedevî, taaccüp ederek, “Ya Rasûlullah! Siz çocuklarınızı öper, sever misiniz? Biz çocuklarımızı öpüp okşamayız” dedi. Efendimiz de, “Allah senin gönlünden merhamet ve şefkati almışsa Ben ne yapabilirim?” diye cevap verdi.
On yıl kadar O’nun hizmetinde bulunan Enes’in (ra)’in, “Beni yaptığım ve yapmadığım şeyler sebebiyle hiç azarlamadı” sözü, O’nun hoşgörü ve merhametini gösterir.

Hazreti Zeyd bin Hârise’nin O’nun yanında bulunmayı baba ocağına tercih edişi ve babasının davetine rağmen O’nun yanında kalmayı istemesi, O’nun insanların kişiliklerine gösterdiği saygıyı ifade eder. Allah Rasûlü, toplum hayatında muallim ve mürşit olarak inananlara karşı çok merhametliydi. İnananlara düşkündü. Bu düşkünlüğü sebebiyle onların her türlü acı ve sancıları ile sevinçlerini paylaşır, onlara danışırdı. İnsanların kusurlarını asla yüzlerine vurmaz, azarlayıp ayıplamazdı.

Gençliğin verdiği taşkınlık ve şaşkınlıkla kendisinden zina etmek için izin isteyen genci azarlayıp ayıplamak yerine ikna yöntemini seçmişti. Gence, “böyle bir fiilin annesine, bacısına, teyzesine vs. yapılmasından memnun olup olmayacağını” sorarak gönlündeki bu meyli önce sual ve iknayla, ardından nazar ve duayla bertaraf etmişti.
O, inanmayanlara karşı da merhametliydi. Kendisine yapılan haksızlıkları affederdi. Necid Gazvesi’nden dönerken bir ağacın altında istirahate çekilmiş ve kılıcını da ağacın dalına asmıştı. Allah Rasûlü’nü yalnız başına gören bir müşrik, ağaçta asılı kılıcı kaparak, “Şimdi Seni benim elimden kim kurtarır?” diye ona doğru hamle yapmıştı. Allah Rasûlü öyle bir “Allah!” dedi ki müşrikin elinden kılıç düştü. Bu sefer hamle sırası, kılıcı eline alan Şanlı Nebî’ye gelmişti. Müşrik hemen af dileyince Allah Rasûlü onu bağışladı. Çünkü Allah Teâlâ, O’na, “İnsanlarla ilişkilerinde hoşgörü ve kolaylık tarafını gözet, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir” buyurmuştu.

“Kendini ve Rabbini bilmeyen cahillerin ahmakça sözlerine, akılsızca işlerine, ahlâksızca davranışlarına aldırma, onlara aynıyla mukabele etmeye kalkışma!” ayetinin tefsiri sadedinde vârid olan şu hadîs-i şerif, bu konudaki ölçüleri ortaya koymaktadır: “Faziletlerin en yükseği, seninle ilişkisini keseni arayıp sorman, seni mahrum bırakana ihsanda bulunman ve sana zulmedeni bağışlamandır.”

Ayetin inmesinden sonra Allah Rasûlü “öfke gerçekleşmişken insanın nasıl kendisine hâkim olup cahillerden yüz çevirebileceğini” söyleyince, devamında da şu ayet nazil oldu: “Eğer şeytandan bir dürtü seni tahrik edecek olursa, hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki Allah işitir ve görür.” Yani “Şeytan sana emrolunduğun şeyin tersini yaptırmak üzere bir tahrik ve galeyan verecek olursa, hemen Allah’a sığın, nefsine hâkim ol” demektir.

Devlet yönetiminde Allah Rasûlü’nün merhameti

Allah Rasûlü, devlet başkanı olarak inananlara karşı da, inanamayanlara karşı da merhametliydi.

Mekke, O’nun çok sevdiği yurduydu. Hem de çıkarılmasa, asla terk etmeyi düşünmediği yurdu... O kendisini Mekke’den çıkaranları, hatta Hicret’te yakalamak üzereyken kumlara saplanan Süraka’yı, kendisini Mekke’den çıkartan Ebu Süfyan’ı ve eşi Hind’i, Hazreti Hamza’yı öldüren Vahşi’yi hep affetti. Ancak onun af ve müsamahası acz, zillet ve meskenetten değil, âlemşümûl vakar ve merhametinden kaynaklanıyordu.

Mübelliğ olan Hazreti Muhammed (sas) için ariflerin görüşü şöyledir: “Onun anlayışında korunmaya muhtaç ve hayatın devamı için lüzumlu olan her şey merhamet ve şefkatle korunmalıdır.”