RAHMÂN ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlayalım. Bismillahirrahmânirrahîm.
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Bismillahirrahmânirrahîm ile başlamayan her iş bereketsizdir, devam etmez ve köksüzdür.”
Bu sebeple her işe besmele ile başlamak gerekir. Besmele çekerken aslında Allah’a dua ederiz. Çünkü “Rahmân ve Rahîm olan” derken, Allah’ın esirgeyen ve bağışlayan oluşuna vurgu yaparız. Ve ondan bizi korumasını, bize rahmeti, merhameti ile muamele etmesini niyaz ederiz. Her işimize başlarken; yerken, içerken, giyinirken, adım atarken, okurken, yazarken ve daha nice işlerimizi yaparken hep dilimizde besmele vardır. Gün içinde bu şekilde Allah’tan çokça kere bağışlanmayı, merhamet edilmeyi dileriz. Allah’ın rahmeti, merhameti o kadar büyüktür ki bunu kelimelere sığdırmamız mümkün değildir.
Sonsuz merhamet sahibi Yüce Allah, Araf Sûresi’nde şöyle buyurmuştur: “Rahmetimse her şeyi (bütün mahlûkatı) kuşatmıştır (kaplamıştır).” Bu ayet gönüllerimize su serper. Ne kadar günah işlemiş olsak da Kendisinden af dileyip bağışlanma ümidimiz olan Yüceler Yücesi Rabbimiz vardır. Öyle bir Rab ki, merhameti sonsuz ve her yeri kuşatmış olan, “O bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim” diyen bir Rab…
Elhamdülillah, iyi ki Rabbimiz var. İyi ki O’na sığınıp O’na güveniyoruz. İyi ki inancımız var ve hak din İslâmiyet ile müşerref olmuşuz. Şükretmemiz gereken ilk ve en önemli olan şey, Müslüman olarak dünyaya gelişimiz olmalı. Allah inancımız ne kadar kuvvetli ise bu dünyanın dert ve sıkıntıları bize bir kuş tüyü gibi hafif gelir. Biliriz ki, başımıza gelen her sıkıntı ve musibet, sabır gösterip Allah’tan geldiğine inanırsak ahiretimiz için bize sevap olarak döner. Çıkardığımız dersler yolumuza ışık tutar. İnanıyorsak, biliriz ki hiçbir dert kalıcı değildir. Bize katması gereken değeri katar, verilmesi gereken dersi verir ve gider. Karşılığında sevap hanemize yazılır. Allah katındaki derecemizi yükseltir.
Sabrın selâmet olduğunu biliriz. Bir musibetle karşılaştığımızda onun Allah’tan geldiğini bilir, sabreder ve yine Allah’tan yardım dileriz. Allah inancımız yoksa, bu dünyada yaşamak anlamsızdır ve yüklerin en ağırıdır. Düşünsenize, Allah’ın varlığından, birliğinden ve yüceliğinden haberi olmayan ya da inanmayan bir insan, sıkıntılarla nasıl mücadele edebilir? Bu hayatın zorluklarına nasıl katlanabilir? Bir sevdiğini kaybettiği zaman ayakta tekrar nasıl kalıp da hayatına devam edebilir? Böyle yaşamak, yaşamak değil, eziyettir. Allah’ın varlığından haberi olmayan, Allah’a ve gönderdiği kitaplara, peygamberlere, meleklerin varlığına inanmayan bir insan, dünya denizinde boşa kürek çeken biridir. Yolunu kaybetmiş, pusulasız bir gemi gibi rüzgârın savurduğu yere gider. Her kaybı sonsuz bir yok oluş olarak görür. Bir amacı olmadan, körü körüne yaşar gider. Onun için her şey anlamsızdır. Yer, içer, eğlenir. Çünkü hayata bir kez gelmiştir ve öldüğünde zaten yok olacaktır. Sonunun hiç de güzel olmayacağını asla bilemeden ölür. Allah böyle insanlara hidayeti nasip etsin, doğru yola iletsin.
Allah inancı olan insan, aslında Allah’ın emir ve yasaklarını sorgusuzca kabul etmiş insandır. Bu sebeple inanan insanlar haramı helâli bilen, ibadetlerini yerine getiren, açıkça günah sayılmış davranışlardan uzak duran ve ahirette kendisini kurtaracak amellerle haşir neşir olan insanlardır. Bu demek değildir ki her inancı olan insan mükemmel, dört dörtlük, eksiksiz, hatasız ve günahsızdır. İnsanlar günah işlemeye meyilli olarak yaratılmıştır. Çünkü her insan bir nefis taşır. “Nefis” denilen olgu, bizim ruhumuz ve bedenimizin ihtiyaç duyduğu, heveslerimizi, arzularımızı içerir.
Genellikle kötü ve olumsuz anlamlar yüklenir nefsimize. Hatta nefisle mücadele yolları arar, onu terbiye etmeye, ne istiyorsa zıt olanı yapmaya gayret ederiz. Sürekli nefsimizle mücadele içindeyizdir. Ama bizi Cennet’e götürecek yol, bana göre yine nefsimizdir. Bu dünyaya geliş amacımız bir imtihansa, biz bu imtihanı ancak nefsimizle kazanırız. Nefsimiz bize ikinci bir ruhumuz, ikinci bir kişiliğimiz gibi hep yanlış olanı, kolay olanı, zevk vereni, bize hoş görünen ama gerçekte bizi doğruya iletmeyen şeyleri yapmayı telkin eder. Bizse onunla mücadele eder, onu içimizde susturduğumuzda doğru yolu buluruz. Cennet’i hak eden, ahirette mutluluğu yakalayan kullar oluruz.
Tövbe ve merhamet
Ama tabiî ki bu mücadeleyi her zaman kazanacağız diye bir şey yok. Bazen isteyerek ya da istemeyerek, bilerek ya da bilmeyerek günah işlediğimiz zamanlar olacak. Yalnız bileceğiz ki, bizi merhameti ile kuşatmış, “Tövbe edin, sizi affedeyim! Tövbe edin, o günahı hiç işlememiş sayayım!” diyen bir Rabbimiz var. Affedilmek için çokça ve içten, sürekli tövbe edeceğiz ki Allah bizi affetsin. Affetme olgusunu yaratan da yine Allah değil mi? Günahlarımızda ısrar etmediğimiz sürece tövbe kapıları bize hep açık Allah’ın izni ile. Hem Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) şöyle buyurmuşlar: “Bütün Âdemoğulları günahkârdır; günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.” (İbn Mâce, Zühd, 30)
Bir başka hadis-i şerifte ise şöyle buyurulur: “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9-11)
Dua ve tövbede ısrar vardır ama günahlarda ısrar etmek yoktur. “Ben günah işlerim, sonra tövbe eder, affedilirim” diye düşünen bir insan çok yanılmış olur. Hâşâ, “Allah’ı kandırdım” sanır. Böyle bir durumun izahı yoktur. En güzeli, işlenen günahlardan pişmanlık duyup bir daha asla aynı günaha meyletmemektir. Zaten bir insan bir günah işleyip gerçekten onun pişmanlığını yaşamışsa kolay kolay aynı günaha giremez. Allah’ın sonsuz merhametine sığınıp gözyaşlarıyla, içten bir pişmanlıkla O’na yönelmeliyiz.
Allah kullarına karşı çokça affedici ve merhametlidir. Azabı ve gazabı ancak ona karşı gelen, O’na ortak koşanlaradır. Nasıl ki bir anne yavrusuna kıyamaz, onu hatalarından dolayı hemen cezalandıramazsa, Allah Teâlâ da kullarını hatalarından dolayı hemen cezalandırmaz, tövbe etsinler diye bir müddet bekler. Bununla ilgili şöyle bir rivayet de vardır: “Herhangi bir Müslüman bir günah işlerse, onun günahlarını yazmakla görevli olan melek mutlaka üç saat bekler. Eğer kişi o günahından dolayı o saatlerin bir anında (o üç saat zarfında) tövbe edip Allah Teâlâ’dan mağfiret dilerse, Allah Teâlâ, meleği onun günahına vâkıf kılmaz, kıyamet günü de (o günahtan dolayı sahibine) azap etmez.” (Hakim, Müstedrek, 4/291)
Allah’tan merhamet dilerken, çevremizdeki insanlara da aynı şekilde merhametli davranmalıyız. Yoksa ailesine, akrabalarına, çevresinde ona maruz kalan her kim varsa zalimce davranan bir insan, Allah’tan nasıl merhamet bekleyebilir? Çocuğuna, eşine şiddet gösteren, sokaktaki hayvanlara eziyet eden bir insan, hangi yüzle, “Ya Rabbi, bana merhamet et” diyebilir? Merhamet görmek istiyorsak, biz de merhametli olmalıyız. Çocuklarımıza güler yüzlü, sevecen, içten davranmalıyız. Yaptıkları hatalar, yanlışlar sebebiyle onları cezalandırıp şiddet uygulamamalıyız. Onlara yaptıklarının yanlış olduğunu güzel bir dille telkin edip, tekrar etmemeleri konusunda uyarmalıyız.
Kadına uygulanan şiddet günümüzde çokça karşılaştığımız bir durum. Kendisinden bedenen daha zayıf olan eşine karşı kalkan o eller, dua etmek için Allah huzurunda nasıl açılacak? Ancak o eller tövbe için açılabilir. Başka istekler için açılıyorsa bu tamamen bir yüzsüzlüktür. Tezattır da. “Allah, insanlara merhamet etmeyene rahmette bulunmaz” hadis-i şerifi de tam olarak bunu açıklıyor.
Huzur evinde kalan yaşlılarımıza ya da anne ve babalarını kaybetmiş ya da terk edilmiş çocukların bulunduğu yuvalarda bakıcılık görevi üstlenen kişilerin gerçekten merhametli insanlardan seçilmesi çok önemli. Bu işlerde sırf düzenli maaş almak için yapanların değil, maaşla birlikte vicdanen huzur arayan, ahireti için kazanç sağlamak isteyen merhamet sahibi insanların çalıştırılması gerekir. Orada bulunan insanlar zaten zor bir hayat yaşıyorlar, bir de kendisine zulmeden, sıkıntı veren, şiddet gösteren kişilerin eline bırakılmamalılar. Bu tarz kurumlarda bakımla ilgili görev yapanlar sıkça denetime tâbi tutulmalılar. Merhamet ve sabır gerektiren işleri kendine güvenen, sabırlı ve Allah inancı tam olan kişilerin talep etmesi gerekir.
Bir rivayet de şöyle: Günahkâr bir kadın, sokakta susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe, ayakkabısına su doldurarak içirmiş ve bu sebepten dolayı ona mağfiret edilmiş. Başka bir rivayetse, bir kadının kediyi eve hapsedip onu aç susuz bırakmışken bu sebepten Cehennemlik olduğu şeklinde. Bu rivayetler bize merhametli olmanın bizi Cennet’e, merhametsiz olmanın ise Cehennem’e sürükleyebileceğini anlatır.
Bir ailede anne ile babanın sahip olduğu şefkat ve merhamet duygusu eşit değildir. Ve hiçbir zaman babalar bu konuda anneleri anlayamazlar. İnsan, sahip olmadığı duyguyu ya da o duygunun derecesini anlayamaz. Bu konunun mizahı da çoktur. Meselâ bir anne ufak tefek sıkıntılarda çocuklarına şiddet göstermeden bağırabilir, azarlayabilir, kızabilir. Keşke başarabilse de hiç yapmasa, ama zaman zaman her anne bu durumla karşı karşıya gelebilir. Biz anneler çocuklarımıza kızsak da ya anında ya da kısa bir süre sonra çocuğumuzun gönlünü almasını biliriz. Hatta gösterdiğimiz bu davranış karşısında kalbimiz paramparça olur, vicdan azabı duyar, hatta çoğu zaman kendi kendimize pişmanlıktan ağlarız. Buraya kadar yaşananlar bize normal gelir. Ama eğer bir baba çocuğuna kızacak, bağıracak olursa, anne bir kaplan gibi çocuklarının önüne atar kendini. Çocuklarına kendisinden başka kimsenin böyle davranmasına göz yumamaz, katlanamaz. Bu babaları olsa bile. İşte bu olay, tam da duyulan merhametin eşit olmamasından kaynaklanır bana göre. Bir annenin şefkati, bir babanın şefkatinden daha fazladır. Örneğin benim de biri 13, diğeri 8 yaşında iki çocuğum var. Zaman zaman ufak tefek sebeplerden kızdığım oluyor. Özellikle hafta içi sabahları… Onlar okul için hazırlanıyor, ben işe gitmek için. Derken bir kargaşa ortamı yaşanabiliyor. Böyle zamanlarda sesimi yükselttiğim oluyor ama hiçbir gün onları öpmeden, barışmadan, iyi dersler dilemeden evden çıkmıyorum. Şükürler olsun. Dargın olsam da, kızgın olsam da mutlaka onlarla güzel ayrılmaya gayret ediyorum. Bu da anne şefkatinden kaynaklanıyor. Bir anne çocuğuna kızdığı, sesini yükselttiği zaman bile, çocuk, yine annesine sarılarak ağlar, öyle değil mi? Çocuklar bile annenin merhamet duygusunun ne kadar fazla olduğunun bilincindeler. Ne kadar günah işlersek işleyelim, Rabbimizin merhametinin ne kadar yüce olduğunu bilerek, yine ona sığınıp, ağlayıp tövbe ederiz. Etmeliyiz. Allah-u Teâlâ’nın merhameti denizse, biz annelerin verdiği denizde bir damla misâli. Ama anne merhameti ne kadar büyük bizim için; bir de Allah’ın merhametini düşünelim.
Sözlerime yine Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (sav) bir hadisi ve bir dua ile son vermek istiyorum: “Hiç kimse kendi ameliyle Cennet’e girmez. (Sordular: ‘Sen de mi Ya Resûlullah?’) Evet, Ben de. Meğer ki Rabbim, Beni rahmetinin kucağına almış olsun.” (Buharî, Rikak, 18; Müslim, Münafikîn, 71-73)
Rabbim, hepimize rahmet ve merhametiyle muamele etsin, bizleri rahmetinden mahrum bırakmasın!