
BUNDAN yaklaşık 35 yıl önceydi, rahmetli Kadir dayım, henüz kırk yaşına girmişti ki asrın illeti o amansız hastalığa yakalanmıştı. Onu aramızdan koparan süreç tam 70 gün sürmüştü. Yine böylesi sıcakların hâkim olduğu bir Temmuz ayıydı. Ölümüne günler vardı ama bilinci açıktı. Gün boyu soğuk terler döküyordu. Artık iç çamaşırlarını değiştirmeye güç yetiremez hâle gelinmişti; Şükriye yengem, rahmetli annem ve teyzemler bu görevi nöbetleşe yerine getiriyorlardı.
Bir sabah uyandığında, “Menzil Şeyhini (Muhammed Raşid Erol) rüyamda gördüm. Beni çağırdı. Beni oraya götürün” dedi. Herkes şaşırmıştı. Dayım, hayatında yeri olmayan ve görülmeyen şeylerden bahsediyordu. Evet, namaz kılardı ama bir tarikatla teşrik-i mesaisi hiç olmamıştı sağlığında. Üstelik o zamana kadar adını sanını, yerini dahi bilmiyordu.
“Hikmetinden sual olunmaz” diyerek son isteğini yerine getirmek ve Allah dostundan şifalanması için dua talebinde bulunmak üzere bir minibüs ayarlandı ve ailenin önde gelenleriyle birlikte Menzil’e varmak için yola koyulduk. Önce yol üstündeki Veysel Karani Hazretlerinin türbesini ziyaret ettik ve bir müddet soluklandık. Gece 23:30 suları Menzil köyüne vardık. İlçeye girerken bizi Jandarma erleri durdurmuştu. Terörün bölgede arttığı günlerdi. Normal karşıladık. Minibüsün iç lâmbaları yakıldı. Jandarmaya hastamız olduğunu ve köye gitmek istediğimizi söyleyince kimlik kontrolünden muaf olduk ve kısa bir süre sonra da dergâhtan içeri girdik. Minibüstekilerin tamamı için ilk deneyimdi. Atmosfere yabancıydık ama garipsemiyorduk.
Bizi Şeyh’in müritleri karşıladı. Kadın ve erkekler ayrıldı. Dayımı eski caminin girişinde, kapının soluna serdiğimiz ve evden getirdiğimiz yün yatağın üzerine yerleştirdik. Sabah ezanının okunmasını beklediğimiz sırada, dayım sigara içeceğini söyledi. Her ne yaptıysak ikna edemedik. Cami ve necis bir şey olan sigara… Dayım yürüme pozisyonunda değildi. Yataktaydı ve sigara istiyordu. Hastalık beynini kuşatmıştı ve zaman zaman kendinden geçiren atakları tetikliyordu. Kontrolünü kaybetmişti ki “Tamam” diyerek bir dal sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdik. Titremeye başlayan dudakları sigarayı görür görmez sakinleşmişti. Henüz birkaç fırt almıştı ki müritler sigara içmesine müsaade etmediler. “Dayıcığım, burası cami, bak kızıyorlar” diyerek, müritlerden de özür ve helâllik dileyerek sigarayı dudaklarının arasından almayı başardık. Dayım inanılmaz öfkelenmişti ama nedense tek kelime etmedi müritlere. Sadece gözlerini ayırmadan boş boş bakmakla yetindi.
“Hüdâ şifa bişine”
Çok geçmeden beklenen sabah ezanı okundu. Avluyu dolduran müritler cami içine dolmaya başlamıştı ki tam o sırada kalabalık bir grup eşliğinde Şeyh belirdi. Kapıdan girer girmez, yerde yatan dayımla göz göze geldiler. Durum kendisine izah edildi. Elini alnına götürdü ve Kürtçe “Hüdâ şifa bişine” (Allah şifa versin) dedi.
Dayım, hasret giderir gibi bakıyordu Şeyh’e. Ama tek kelâm etmedi/edemedi. Olabildiğince sakindi.
Cemaat eşliğinde sabah namazı kılındı, akabinde dua edildi. Son olarak hatme yapıldı. Camiyi dolduranlar avluya çıkmıştı. Avluda bizi bir ikram bekliyordu; yöresel ekmek ve buğday çorbası. Yalnız her birimize birer kaşık verilmişti. 8-10 kişi aynı tasa kaşık sallayıp karnımızı doyurmaya çalıyorduk. Kurulan her sofrayı gezmenin ve ortadaki irice tastan çorba içmenin bir ritüel olduğunu anlamak geç sürmemişti. İtiraf etmeliyim, yavandı ama lezzetli ve etkileyiciydi.
Çorbamızı içtikten sonra köyden ayrıldık. Bu, Menzil’deki ilk ve son ziyaretimizdi.
1989 yılına ait hatıramla başladığım yazıma, bahsi geçen Menzil cemaatinin son lideri Abdulbaki Erol’un geçen hafta tedavi gördüğü hastanede ölmesinin ardından yaşananlar ile devam etmek istiyorum.
Zor bir yazı ve sorumluluk getireceğini biliyorum. İşi ehline, dinler tarihi ve inanç felsefesi ile uğraşan ilâhiyatçılarımıza bırakmanın daha doğru bir seçenek olduğunu, camiayı eleştirme niyetinde olmadığımızı, tarikat ve cemaatlerin hepten “yanlış” olduğu tezini işlemediğimizi peşinen belirtmek isterim. Bizimkisi, daha ziyade bir hakikate farklı bir görüş açısından ışık tutmak.
İrşat vazifesinde taht kavgası
Alışveriş merkezleri, mağazalar, tur şirketleri, akaryakıt istasyonları, dinlenme tesisleri, lokantalar, yayınevleri, kırtasiyeler, gıda şirketleri, hastaneler, laboratuvarlar, eğitim kurumları, radyo ve televizyon kanalları ile arama kurtarma timleri… Büyük şirketleri geride bırakan devasa yapıları işaret eden bu durum, neredeyse tüm cemaat ve tarikatlarda aynı.
Geçen hafta Menzil Cemaati’nin 1993 yılından bu yana liderliğini yürüten ve kendisine intisap edenlerin “Gavs” olarak nitelendirdiği Abdulbaki Erol için Adıyaman’ın Kâhta ilçesinde on binlerce seveninin katıldığı bir cenaze töreni düzenlenmişti. Kendisine Cenâb-ı Hakk’tan rahmet diliyoruz. Cenazeye katılım dikkat çekiciydi ama ondan daha dikkat çeken hâdise, Şeyh’in vasiyetiydi.
Vekâlet yetkisinin devri ve tövbelerin iptali
Bu vasiyeti, Menzil Cemaati’nin lideri Abdulbaki Erol’un vefatını müteakip medyaya düşen bir ses kadından öğrendik; Şeyh’in büyük oğlu, cemaatin üçe bölündüğünü, her oğluna Menzil köyünde bir cami ile “tövbe yetkisi” verildiğini ve eski tövbelerin de sıfırlanarak iptal edildiğini dillendiriyordu.
Bir bakıma fabrika ayarlarına dönülmüştü. Tarikat karşıtları bu reflekse kayıtsız kalmadı ve bunu cami ve ganimet paylaşımı olarak yorumladılar.
Teamüllerin dışına çıkmak
Geçmişte pek de rastlanmayan bir durumla karşı karşıyaydık. İster istemez “‘Bir lokma bir hırka’ felsefesinden uzaklaşıldı mı?” sorusunu akıllara getiren bu paylaşma refleksi, Anadolu dervişliğinin çok çok ilerisine geçen bambaşka bir tarikat kültürünün habercisiydi.
Oysa İslâm dininin temeli vahdet anlayışına dayanıyordu. Bütün yolların birleştiği yol, kesiştiği kavşak hükmündeydi. Bu anlamda tarikatların en mümeyyiz vasfının birleştirici özelliğine sahip olması şeklinde izah edilebilir.
Bir yol, üç kol
Ses kaydının sonunda üzerine basa basa vurgulanan “Üç ismin arkasından konuşmayın, fitneye alet olmayın ve nifaktan uzak durun” telkinine rağmen, daha başlangıçta tefrikaya ve nifaka sebebiyet verecek türden adımların atılmış olması, kitlelerin yönlendirilmesi hususunda sıkıntıların yaşanacağını fısıldıyor bize. Aslında yazının çıkış noktası tam da buydu. Menzil’e tek seçenekli yoldan varanlar, bundan sonra köye girer girmez üç ayrı camiden birine yönelecekler. Zorlu bir süreç ve karmaşıklığa yol açacağı da apaçık bir gerçek.
Muhammed Fettah, Muhammed Saki ve Muhammed Mübarek Erol kardeşlerin gelecekte vekâlet yetkilerini oğulları, damatları ya da torunları arasında pay etmeleri hâlinde bu bölünme, tam bir mitoz bölünmeye neden olacaktır.
Tahminim ve beklentim odur ki, cemaatin de baskılaması ve talebiyle çok yakın bir zamanda büyük kardeş Muhammed Mübarek Erol etrafında bir kümelenme olacağıdır.
Tarikatların kurumsallaşması ya da kadrolaşması
Devlet’te geçmişte kadrolaşmanın getirdiği sancılı dönemi tam anlamıyla atlatamamış Türkiye’nin yeni risklere gebe olması, öncelikle çok iyi analiz edilmesi gerek bir tabloyu gösteriyor bize. Örneğin, müntesiplerinin yer aldığı kadrolar, ihalelerde ve kamu alımlarında tarafsızlık ilkesini yerine getirirken ne kadar adil olup olmayacakları meselesi…
Tarikat ve cemaatlerin nüfuzlarını devlet organlarında hissettirme kabiliyetleri, kendi büyüklükleri ve kadrolaşmaları ile eş orantılı. Siyasal ve sosyal meselelere bakış açıları, sundukları çözümler ve katma değerleri açısından hakeza çok önemli. “Gereksiz” değil ama kontrol edilemez boyuta eriştiğinde devlet aklının ne yapması gerektiğini bilme eylemi son derece önem arz ediyor.
Benzer taht (postnişin) savaşlarının bir benzeri kısa bir zaman önce Nakşibendî Halidî İsmailağa Cemaati’nde yaşandı ve hayatını kaybeden Mahmut Ustaosmanoğlu’nun (Mahmut Efendi) ailesi ile Ahmet Mahmut Ünlü, nam-ı diğer “Cübbeli Ahmet” arasında kıyasıya bir mücadeleye şahitlik ettik.
Zaman tarikat zamanı mı, yoksa hakikat zamanı mı?
Bedîüzzaman Said-i Nursî’nin, “Zaman tarikat zamanı değil, cemaat (hakikat) zamanıdır” demesinin ardında yatan mânâya baktığımızda tarikatların inkâr edilmediğini, gereksiz de görülmediğini anlıyoruz.
Bundan birkaç asır evvel, bizzat tarikatlar maharetiyle ifa edilen terbiye sistemlerinin günümüzde tatbik edilmesinin neredeyse imkânsız hâle gelmiş olması da bu anlamın tamamlayıcı yanı.
Yazımızı, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” mealindeki, Hûd Sûresi’nin 112’nci ayeti ile bitirelim: “Festekim kemâ umirte.”
Allah’ın ipine sımsıkı sarılalım. Bölmeyelim, bölünmeyelim. Unutmayalım ki, iri ve diri kalmanın yolu birlik ve beraberlikten geçiyor.