Mentâl virüsler, ruhsal istilâ

Hayat ya, işte size hayat! Kaçtıkça sorumluluktan, bittiğinde arkamızda kalanların ayaklarına prangalar taktığımız şu hayat… Ele geçirildikçe serbest bıraktığımız ama kaygısız yaşadığımız... Ömürlük mahkûmuz! Kaybediyoruz ‘şimdi’lik!

HAYAT dediğimiz şey… Bekle bir dakika, hayat mı? Hangi hayat? Hah, işte o hayat! Hani “Benim hayatım” dediğimiz ama aslında hepimizin sahip olduğu aynı fabrika ürünü… Tuhaf geliyor, biliyorum, ama bekleyin! Aslında hayat da elimize verilen bir cisim gibi tekdüzedir…

Öyleyse nasıl farklı hayatlar yaşıyoruz? Çünkü içimizde ve dışımızda sahip olduğumuz ve çalıştığımızla yontuyoruz elimizdekini. Verdiğimiz değerle koruyoruz. Hayatımız çöpe atmak istemeyeceğimiz kadar değerli olduğundan, ona gözümüz gibi bakıyoruz. Ve anlamlandırıyoruz nesneleri isimlendirerek. Bu yüzden herkesin yolları ayrışıyor olmalı. Bir dakika, öyle mi hakikaten?

Bir arabam varsa ve ona “Arabam” diyorsam, o arabanın sahibi benimdir, değil mi? Yani ben o arabayı kullanırım, bakımını yaparım… Arabamı başkasına kullandırabilir miyim? Tabiî! Eğer aşırı bencil bir insan değilsem, arabamı bir seferliğine başkasına ödünç verebilirim. Ha diyelim ki hasar verdi, o zaman akıllanır ve arabamı o kişiye bir daha emanet etmem.

Peki, arabamı bir kişiye temelli verdiysem? Bu cümlenin başında kullandığım “arabamı” kelimesindeki “m” iyelik ekini kaldırmak zorundayım. Araba artık arabam değildir, artık başkasının olmuştur ve başkası çok yakınım değilse, bana tekrar kullandırtmayacaktır. E, yani? Ne oldu şimdi? Şöyle oldu: Ben bir hayata sahibim. Hayatta sorumluluklarım var ve yürütmem gereken işlerim. Ve hayattan isteklerim var. Bu istekleri elde edebilmek için yakınımdakilere danışırım. Yakınımdakilere danışmıyor oluşum, beni güvensiz ya da kibirli yapabilir. Eğer yakınımdaki hayatımda bir hasara neden olduysa ondan uzaklaşmalıyım. Peki, eğer hayatımı birilerinin eline teslim edersem? Yani hayatta yapmam gereken her şeyi bir başkası yapsa ve ben hayatımı devam ediyor sansam da aslında o artık başka birinin elinde olsa?

Hayır, tuhaf görmeyin! Çünkü artık hayattan sadece beklentilerim kalmıştır, diğer her şeyi başka birinin eline teslim etmişimdir ve bu, aslında bu hayatın benim olduğu kanaatine varamayacağım kadar eksik bir oluşumdur. Zira herhangi bir başkasının hayatından da beklentim olabilir. Elimde kanıt kalmamıştır ve bu yüzden bu hayat artık benim değildir. Ben hayatımı satmışımdır! Tıpkı araba satar gibi... Fakat pazarlıksız, kazanımsız… Ve bunu fark etmemişimdir!

Biz… Ya da sen, ben, onlar... Hepimiz tuhafça bir döngü içerisinde günbegün içimize kıvrılıyoruz. Başkalarının fikirleriyle yoğuruyoruz aklımızın kilini. Ve başkalarının eleştirileriyle törpülüyoruz kıvrımlarımızı.

Zaman geçtikçe kuruyor, sabitleniyor ve sertleşiyoruz. Şekli değişmez bir hâle geliyoruz. Farkında olamadan, şeklimizin hangi ebatlar için uygulandığından bîhaber hâlde sürükleniyoruz. Ve aslında bilemeden, insanların fikirleri altında yatan “izm”lerin kandırmacalarına kurban olduğumuzu anlıyoruz.

Kıvrıldıktan sonra buluşunca fırçaların sanatıyla, içimize işlenenin bir kat daha ötesinde, dışımızı renklendirerek bozuyorlar kalbimizin ritmiyle besteleyeceğimiz her şeyi.

Meselâ şekiller çiziyorlar; gözler, kafalar, filler, baykuşlar ve siyah beyaz çizgileriyle bir dama tahtası kılığında zebralar... Ama sandığınız gibi değil. Bir tek göz, en âlâ fetihlerin ötesinde şehirler, kültürler yıkıyor. Ve yeni başkentler kuruyor beyinlerimizin en ezberci bölgelerine. Sanatı ele geçirdikçe, apaçık olanı bir sır gibi saklıyor gözlerimiz önünde. 

Görsel bir ele geçiriş, zihinlerde oluşturulacak distopyanın anahtarıdır. Öyle bir anahtar ki, çoğu kapıyı zorlamadan açabilir. Görsellikle beraber gelişen toplumda değer göreni beğenme refleksi, insanlara dayatılmış olanı ayırt edememekle birlikte, onu, insanın iç dünyasının kralı ilân ediyor. Yani bu, kendisine yapılan zulümden zevk almak gibi tuhaf ve korkutucu bir durum!

Hipnotize edilmiş beyinler var, komut alıyorlar. Bu hipnozun ana sebebi, kendi şekillerimizi kaybettikçe başka şekillere sarılıyor oluşumuz. Üretime kapalı olan bir milletin başka milletlerden ithalat yapması yeterince doğal. Ancak Türkiye gibi güçlü ve köklü bir ülkenin kendisi için bir sembol veya bir desen üretememesi ve çok doğalmış gibi başka milletlerinkilerle kendi modasını şekillendirmesi o kadar da doğal değil. Bu son dediğim, yalnızca bir kültür transferi değil, milletler arası felâkete kurulu saatli bomba ithalatıdır. Ki ithalatçı, bu bombanın kurulu olduğunun, elinde patlayacağının farkında değildir.

Akültürasyonun kaynağının bir subliminal mesaj olarak yayıldığını söyleyelim. “Subliminal mesaj” dediğimde ilk aklınıza gelecek olanın televizyon ve daha spesifik olarak filmler, hatta çizgi filmler olduğunu düşünerek yanılmayacağımı sanıyorum. Ki gayet konuyla bağlantılı bir meseledir, bizi medya ile de esaret altına alıyorlar. Bir taklit altında gün geçtikçe ufalanıyoruz. Ve bunu görmezden geliyoruz. Beyinlerimiz ve tüm uzuvlarımız yavaşça daha çok tutsaklaşıyor. Sahip olamıyoruz, hatta sorumluluk yükleyerek söyleyecek olursam, sahip olmuyoruz. Başımıza gelecek her şey bizim yüzümüzdendir. Robot oluyoruz; başkalarının komutlarını, irademizle istediğimizi sanıyoruz.

Tanımadığımız ise, materyalizmin üzerimizdeki depremsi etkisi sonucunda yıkıntılar altında kalan ve şu an zorla nefes alan maneviyat arayışımızdır. Ruhumuzdur tanımadığımız. Maddesel bağımlılıklarla yok saymak için uğraştığımız, fakat her yalnız kalışımızda bize varlığını içimizi sıka sıka hatırlatan, bize kendimize gelmemiz için yalvaran, toprağımızın anlam minerali olan ruhumuzu kaybettikçe, hayata formüller yükleyip nesnelerin değerlerini birimlerle ölçtükçe, saklı aşikârı yalnızca sorgulatıcı olduğundan reddettikçe sebeplerin varlığını ve dahi varlığın sebeplerini, açıldığımız sular çekiliyor ve ufuklarımız karalarla kapanıyor. Çünkü ufkun ilerisinin destanı bir yalan olduğu sanılıyor. Fakat yanılıyoruz; çünkü asıl doğru orada başlıyor. Ve inanın ya da inanmayın, hakikî bir sorgulama içerisine girdiğimizde en derin okyanusların fatihi olacağız.

Çözüm budur! Bilimin, ilmin, mutluluğun, zaferin ve dahi sonsuzluğun anahtarı, ruhumuzdaki arayıştır. Kaybettikçe tüm bunları, çirkinlik vebasına yakalanmış ruhumuzu bir filtrenin ellerine bırakmalıyız: Tefekkür!

Ruhumuzun ihtiyaçlarını karşıladığımızda, beynimizi kiralayan en büyük güçleri dahi yakalarından tutup sarsarak çekeriz fikrimizden. Çünkü ruhumuz, beynimizin yetemediği yerlere erişecektir ve biz bunu fark ettiğimizde, olmamızın plânlandığı yerde olmaktansa, olmayı her hücremizle istediğimiz yerde olacağız. Kültürümüz ve tarihimizden uzaklaşmayacak, bizi biz yapan ve bir kalkan gibi olası darbelerden kaçınmamızı sağlayan maneviyatımıza sıkı sıkıya sarılacağız. Sahip olacağız önce fikrimize, sonra bedenimize ve sonra kültürümüze. Ki en sonunda ülkemize sahip çıkacağız!

Hayat ya, işte size hayat! Kaçtıkça sorumluluktan, bittiğinde arkamızda kalanların ayaklarına prangalar taktığımız şu hayat… Ele geçirildikçe serbest bıraktığımız ama kaygısız yaşadığımız... Ömürlük mahkûmuz! Kaybediyoruz ‘şimdi’lik!

“Ve asra yemin olsun ki, insan ziyan içindedir!”