Memleket sevdası

Ankara Kalesi’nden aşağı doğru sağlı sollu inilen yollar, sizleri hâlâ çok canlı ve kalabalık olan, tarihin kokusunu hissedebileceğiniz Samanpazarı, Atpazarı ve Çıkrıkçılar yokuşundaki alışveriş yerlerine doğru götürecektir.

YAŞLILARIMIZIN her biri, bütün yaşanmışlıkları ve tecrübeleriyle tarihin canlı bir şahididir. Rahmetli dedem doksanına dayanmış, hayatın tüm tecrübelerini yaşamış, artık bu dünya ile ilişiğini yavaş yavaş kesmeye hazırlandığı son demlerinde, ne zaman önüne mükellef bir sofra gelse gözleri buğulanır, hüzünlenirdi. Sofradaki bütün yemekleri tek tek gözden geçirdikten sonra geçmişte yaşadıklarını anlatmaya başlardı. 

Cumhuriyet’in ilân edildiği ve Ankara’nın yeni başkent olduğu yıllar… Köyümüz, Ankara merkeze otuz beş kilometre mesafede, sırtını dağa yaslamış, su pınarlarının doğduğu, ortasından dere akan ve hâlâ doğallığını koruyan bir yer… O dönemler yokluk ve kıtlık yılları… Köylüler geçimlerini temin etmek ve kara kışın zor şartlarında hayvanlarıyla birlikte yaza çıkabilmek için ürettikleri bal, pekmez, tereyağı, peynir ve yoğutlarını satmak için yükleri eşek sırtında, kendileri yaya, ayda bir şehire inerlermiş. Herkes gitmesine gidecek ama o dönem köylerden gelenlerin köylü kıyafetleri ile şehre alınmaları yasaklanmış. Ancak üstünde ceket ve ayağında iskarpin olan kişiler şehre girebiliyormuş. Bunun için şehrin giriş noktalarında inzibatlar beklermiş. Hâl böyle olunca şehre gitmek isteyen köylüler, köyde sadece bir kişide bulunan ceket ve iskarpini, kendilerine uyup uymadığına bakmaksızın ödünç alır, onunla şehre girebilirmiş. Ceket ve iskarpinin sahibi her seferinde bin nazla verir, “Tozlandırmadan getir” demeyi de ihmâl etmezmiş. 

Dedem bunları anlatırken, “Biz çok yokluk ve kıtlık gördük, o yıllarda da kimsede doğru dürüst para pul yoktu” demeyi ihmâl etmezdi. Anlaşılan o ki, o yıllar, bize öğretildiği gibi köylünün milletin efendisi olduğu yıllar değilmiş. 

Ankara, Anadolu’nun merkezinde, bütün yolların kesiştiği, uğrak yer ve küçük bir şehirken, Cumhuriyet’in ilânıyla birlikte kaderi değişmiş ve başkent olma hüviyetini kazanmıştır. Bugün itibariyle altı milyona yakın nüfusuyla on kişiden birinin bile Ankaralı olma ihtimâlinin zayıf olduğu kozmopolit yapısıyla, sayılı büyük şehirlerimiz arasındadır. Karasal iklimin hüküm sürdüğü bu şehir, gerek Millî Mücadele yılları, gerekse de sonraki dönemlerde siyasetin ve bürokrasinin o ağır havasını her zaman üzerinde taşımıştır. 

Her dönemin kendine ait ekonomik ve siyâsî sorunları olmuş, sis bulutları üzerinden hiç eksik olmamıştır. Devlete ait bütün kamu kurum ve kuruluşlarının bu şehirde olması nedeniyle tam anlamıyla bir memur kentidir Ankara. Sabahları insanların belli saatlerde sokağa döküldüğü, yine aynı şekilde akşam olunca hemen herkesin belli saatlerde evlerine döndüğü, öğle saatinin kısacık aralarında arkadaş buluşmalarının yapıldığı veya Kızılay’ın şöyle hızlıca turlandığı zaman dilimleridir Ankara’nın vakitleri. Çok fazla üniversite seçeneğiyle Ankara için “Bir öğrenci şehridir” de diyebiliriz. 

“Ankara’nın taşına bak”

Ankara, bürokrasisinden olsa gerek, her zaman resmiyet ve ciddiyetin şehri olmuştur. Bir aile dostumuzun beş yaşındaki kızı, annesinin o gün kendisini kreşten babasının alacağını öğrenmesi üzerine, serbest meslek sahibi olan babası için, “O zaman babam gramatını (kravat) takıp gelsin” demesi bile çocukların masum dünyasından her şeyin ne kadar net ve berrak göründüğünün bir kanıtı gibidir. Onun dünyasında okula gelen bütün babalar kravatlıydı ve kendi babası da onların babası gibi bir baba olmalıydı. 

Ankara’nın tarihine dönecek olursak, Ankara adının Farsça “üzüm” anlamına gelen “Engürü” kelimesinden geldiği kaynaklarda anlatılmaktadır. Vaktiyle Ankara’nın çevresinin üzüm bağlarıyla çevrili olması, bu bilgiyi doğrular niteliktedir. Ankara’nın en eski yerleşim yerleri, Hacı Bayra-ı Velî Türbesi ve Ankara Kalesi civarıdır. Zaman içerisinde çarşı pazar özelliği taşıyan bu yerlerin yerini Kızılay almış olsa da günümüz itibariyle her yerde hızlı bir şekilde mantar gibi çoğalan AVM’ler Kızılay’ın cazibesini elinden almış durumdadır. Hacı Bayram-ı Velî türbesi ve Kale civarındaki eski Ankara evlerinin uzun dönem atıl ve terk edilmiş görünüm içerisindeyken son yıllarda restore edilerek eğitim, kültür, sanat, dernek ve vakıf gibi güzel hizmetler için kullanıldığını görüyoruz. Ankara Kalesi içerisindeki tarihî yapılarsa daha çok restoran ve kafe amacıyla kullanılmaktadır. 

Ankara Kalesi’nin hemen yanı başında bulunan Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde Ankara’nın tarihi ile ilgili sayısız eseri inceleme imkânı bulabilirsiniz. Buradaki eserler, Ankara’nın tarihî köklerinin Firikler, Romalılar ve Bizanslılara kadar gittiğini bizlere söylemektedir. 

Ankara Kalesi’nden aşağı doğru sağlı sollu inilen yollar, sizleri hâlâ çok canlı ve kalabalık olan, tarihin kokusunu hissedebileceğiniz Samanpazarı, Atpazarı ve Çıkrıkçılar yokuşundaki alışveriş yerlerine doğru götürecektir. Zamanında ticaretin döndüğü bu yerlerde an itibariyle turistik amaçlı otantik ürün ve hediyelik eşyaların satıldığı çeşitli mağaza ve dükkânlarla karşılaşırsınız. Bu bölgedeki Rahmi Koç Müzesi, hanlar ve hamamlar, Ankara’nın geçmişine ait sizlere çok fazla fikir verecektir. Kale içindeki Alaaddin Camii ve bu bölgedeki Aslanhane Camiî ise ahşap mimarisi ve ahşap sütunlarıyla en eski camilerden olup, zamana meydan okurcasına, günümüze kadar gelmeyi başarmış yapılardandır. 

Kaleden ayrılarak biraz yürüdüğünüzde ise Hacettepe ve Hamamönü mahallerine ulaşırsınız. Yol boyunca adım başı cami, mescit ve hamamla karşılaşırsınız. Millî Mücadele’nin merkezliğini yapmış Ankara, ayrıca Mehmet Akif Ersoy’un İstiklâl Marşı’nı yazdığı Taceddin Dergâhı’nı da içinde barındırır. Restore edilen eski Ankara evleri, geçmiş yaşantı ve mahalle kültürü hakkında fikir sahibi olacağınız yerlerdir. 

Bu bölgeleri gezerken insan bir an zamanda yolculuk yapıyormuş hissine kapılır. Sonra aklınıza birden beton yığınları içindeki AVM ve rezidanslar gelir. İçinde dolaşırken gece mi, yoksa gündüz mü olduğunu anlayamadığınız, güneşe hasret mekânlar... Bu yeni yerlerin ortamındaki elektrik yükünden olacak, tarifsiz bir bedensel ve ruhsal yorgunluk hissederiz. Bir mescit bulabilmek için dolaşıp durduğunuz, çoğunlukla en izbe yerlere sıkıştırılmış ruhsuz mekânlar… Sanki modern dünyada ibadet etmenin çok da yerinin olmadığını çektirdiği çileyle bağırır gibi… 

Bugünüyle Ankara

Ankara, geçmişinde Ahilik teşkilatının hüküm sürdüğü köklü bir şehircilik anlayışıyla yönetilmiştir. Ahilik sistemi, üretmek ve üretileni eşit ve adil bir biçimde paylaşmaya dayanan bir ekonomik sistemdir. Ankara halkı geçmişte geçimini tarım, küçükbaş hayvancılığı ve özellikle de tiftik keçisi yetiştiriciliği, tiftik işlemesi ve ihracatı üzerinden kazanırdı. Bu anlamda ticaretin merkezi konumunda olduğunu da tarihî kaynaklardan öğrenmek mümkündür. 

Ankara’da gezilebilecek yerler arasında Anıtkabir, Cumhuriyet’in ilân edildiği birinci ve ikinci TBMM binaları, Resim Heykel ve Etnografya Müzesi gibi birçok müzeyi sayabiliriz. Geçmişte başkentlik yapmış diğer şehirlerimiz kadar zengin bir tarihî geçmişe sahip olmasa da Cumhuriyet’in ilânından sonra şehrin kritik bölgelerine Kocatepe Camiî, Maltepe Camiî ve Cebeci Camiî gibi büyük ve görkemli camiiler inşâ edilmiştir. Bunun yanı sıra Ankara’da güzel peyzajı ile birçok park, bahçe, göl ve gölet mevcuttur. 

Ankara’nın büyük şehir olmasından kaynaklanan şekilde Ankara merkezinde Ankara kültüründen bahsetmek mümkün değildir. Bununla birlikte ilçe ve köylerinde hâlâ örf, âdet, gelenek ve göreneklerin devam ettiğini görmek mümkündür. Özellikle Beypazarı, Nallıhan ve Ayaş ilçeleri tarihî İpekyolu üzerinde kurulu olmaları nedeniyle gezeni ve göreni memnun edecek mahiyette zengin bir kültür ve tarihe sahiptir. Kızılcahamam, Haymana ve Çamlıdere ilçeleri ise termal otelleri ve doğal güzellikleri ile şifa kaynağıdır.  

Elmadağ ise, adı üzerinde, dağ olmasından kaynaklı, kayak yapmak için gidebileceğiniz yerler arasındadır. Gölbaşı’nda seçkin mekân ve seyirlik göl manzarasını, ODTÜ Eymir gölünde su ve tabiatın doğal güzelliğini, Şereflikoçhisar’da ise Tuzgölü’nün o muhteşem manzaralarını görmeniz mümkün. 

Ankara’nın ilçelerinde, masallarda olduğu gibi kırk gün kırk gece düğün yapılmasa da hâlâ köylerde üç dört gün süren yöresel düğünler olur. Son yıllarda “Ankara oyun havaları” diye ortaya atılan ve saçma sapan sözlerden oluşan şarkı ve türkülerin Ankara kültürüyle uzaktan yakından ilgisi olmazken, tamamen kültürel bir dejenerasyonun ürünü oldukları ortadadır. Ankara’nın yöresel türküleri ağıtlar ve bozlaklardır. 

Ankara benim memleketim. Atalarımın, dedelerimin toprakları… Nereye gidersem gideyim, gönül bağıyla bağlıyım bu şehre. Bir iki ayda bir Hacı Bayram-ı Velî Camiî ile Kale civarına gitmezsem özlerim. Oraları gezerken hem kendi anılarım, hem de dedemin anlattığı hikâyeler geçer zihnimden. Bu yapılar geçmişin bütün yaşanmışlıklarının izlerini ve kokusunu hâlâ üzerinde taşır. Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi, “Sana dün bir tepeden baktım aziz (İstanbul) Ankara” dercesine, kaledeki kafelerden birinde oturup Ankara’yı seyretmek, en büyük zevklerim arasındadır. 

Zihnimin bir tarafı tarihin izlerine yolculuk yaparken, diğer yanım modern dünyanın heybetli binaları arasında gider ve gelir. Bu bölgedeki dükkânlardaki otantik ürünlerin yanı sıra, artık sadece köylerde kullanılan çoğu malzemeyi almasam da dükkânların içinden ve dışından sadece müze gezer gibi bakmaktan, geçmişin ara sokaklarında dolaşmaktan çok büyük keyif alırım.