Meleklerin uçurduğu kadın

Bazen bir Temmuz sıcağında, bazen bir Şubat soğuğunda; ne zaman anneannemle ilerlesem, gözüm telgraf direklerine takılır, önce uçmayı hayâl eder, sonra aşağıya inerek o pamuksu ellerine sıkı sıkıya sarılırdım. Aradan kaç yıl geçtiğini hesaplamadım ama yıllarca bir meleğin gelip elimden tutarak uçurmasını beklerken, anneannem bir güz mevsiminde aramızdan ayrılıp gitti…

20. YÜZYILIN iki büyük savaşına, memleketi kasıp kavuran kıtlığına, yokluğuna ve yoksulluğa, ülkemizde ve yakın coğrafyada cereyan eden onlarca darbeye, ihtilâle, devrime, ayrılığa, acıya ve gözyaşına şahitlik etmiş asırlık bir çınardı…

Yaşanmışlık adına ne varsa, yüzünde derinleşen çizgilerden okumak zor olmuyordu. Gerek millet olarak, gerek ferdî anlamda çekilen onca çileden olsa gerek, gözlerini irileştiren sürme kifayetsiz kalıyordu bu izleri kapatmaya. Suskunluğu kadar çok sesliliği de aynı hikâyenin bir parçası oluyordu…

Hac farizasından sonra geçirdiği hastalık neticesinde gözlerini, dahası ışığını kaybetmiş, uzun boylu, yaşlı olmasına rağmen dinç kalmayı başarmış, aklı başında, iyiliksever, güzel huylu, ince ruhlu, bir o kadar duygusal; imtihandan imtihana sürüklenmiş ve hepsini sabırla aşmış mütedeyyin bir Osmanlı kadınıydı. Eline ne geçerse geçsin etrafındakilerle “eşitçe” paylaşır, bundan da haz alırdı. Şükretmeyi, aza kanaat etmeyi ondan öğrenmiştik. Kur’an âşığıydı; saatlerce yorulmadan dinler ve gözyaşına gark olurdu. Ezan okunurken kaskatı kesilir, hareketsizce dinler, Peygamber Efendimiz (sav) ile Bilal-i Habeşî’nin (ra) ruhlarına Fatiha gönderirdi.

Gitmesi gereken bir yere elinden tutarak ya ben götürürdüm ya da diğer torunlarından biri. Bahsini ettiğim anneannemdi, ismi de Hacer…

Yorulduğunda bir ağaç gölgesinde oturur, soluklanırdı. O sırada bize gerçek hayat hikâyeleri yahut ibretlik menkıbeler anlatır, nasihatlerde bulunur ama en çok dua ederdi. Onunla hem arkadaştım, hem de sırdaş.

Hiç unutmuyorum, bir seferinde, “Oğlum, iyilik yaptığın zaman melekler seni ellerinden tutarak uçururlar” demişti. “Nasıl olur bu Hacı Anne?” diye sormuştum ben de. “Bak şimdi! İyi işler yaptığında ve muhtaçlara yardım ettiğin zaman melekler haberdar olurlar” dediğinde bu kez, “Peki, bizi görürler mi?” diye yeni bir soru sormuştum. “Yaptığımız bu güzel hareketten dolayı bizi yaratan Allah, meleklerine, ‘Gidin onu (kulumu) ellerinden tutun ve gitmesi gereken yere uçurun’ der, melekler de emre uyarak sekineler hâlinde yeryüzüne inerek kulların yardımına koşarlar” diye müjde içeren bir cevap vermişti.

Daha on birini yeni tamamlamış bir çocuk olmama rağmen, benim hızıma yetişmekte zorlanıyordu anneannem, “Oğlum dur hele, biraz soluklanalım!” dediğinde, “Olur Hacı Anne!” diyerek dinlenmesini sağlardım.

Çok hassas bir yapısı vardı; öyle ki, çok küçük şeylerde bile içten içe darılırdı da hiçbirimizin haberi olmazdı. Yemek vaktine rastlamışsa bu hâl, biz ona yemeğini yedirmek için dakikalarca dil, o da gözyaşı dökerdi. Onun bu hâlini herkes bilir, ona göre davranırdı.

Bana karşı aşırı bir düşkünlüğü vardı. Bu da diğer torunlarıyla birlikte dayım ve teyzemlerin kıskanmasına neden olurdu. “Hacı Ana, bu çocuğu hepimizden çok seviyorsun!” dediklerinde, “Yavrum, o benim dilimden anlıyor! O benim gören gözüm” diye savunurdu. Bense bu ve buna benzer sözleri her duyduğumda, utancımdan kızaran kulaklarımı kimse görmesin diye oracıktan hemen ayrılırdım.

Şehirleşme adına ahım şahım betonarme bir yapılaşmanın olmadığı ilçemizde, o dönem cadde ve sokak kenarlarında yemyeşil ağaçlara rastlamak olağan bir durumdu. Anlaşılan yorulmuştu, “Soluklanalım” dedi. Rastladığımız “ilk” ağacın gölgesinde divan gibi duran beyaz ve irice bir taşın üzerine oturmasını sağladım. Yüzündeki peçesini hafifçe aralayarak derince bir nefes aldığında nuranî yüzünde inci tanesini andıran damlalar belirdi. Elinin tersiyle silmeye çalıştı, ardından

“Bu ağacı dikene Allah rahmet etsin!” diye duada bulunduktan sonra “Altında dinlenen insanlar ve dalına konan kuşlar ona rahmet gönderiyor” diye ekledi.

Tam o esnada elini çarşafının altından içeriye doğru uzatıp cebinin üzerinde fermuar görevi gören iri çatallı iğneyi büyük bir maharetle açtı. Kenarları yavruağzı dantel işlemeli mendiline önceden atmış olduğu birkaç düğümü özenle çözdü. Gözlerim ellerine takılmıştı. “Bembeyazdı” ve durduk yere öpesi geliyordu insanın…

Seksen yaşını doldurmuş bir ihtiyarın abdest âzâlarının günde tam beş kez suyla buluştuğunu, kazâya kalmış vakit namazlarının olmadığını, Pazartesi-Perşembe orucuyla teheccüd namazını kaçırmadığını, yediği zeytinlerin çekirdeğini çıkartarak biriktirdiğini, günlerce suda bekletip yumuşadıktan sonra uçlarını keserek ipe dizdiğini, sonrasında ise kınaya yatırarak tespih yaptığını ve bunu elinden, “Allah” lafzını da dilinden hiç düşürmediğini tahayyül ettiğimde, ellerinde beliren beyazlığın sırrını çözmek hiç de zor olmuyordu.

“Al bunları, bahar gelince ekersin!” dediğinde, gayriihtiyari elimi uzattım… Ama elim boşta kaldı… Neden sonra, onun göremediğini hatırladım. “Ver bakalım Hacı Anne!” dediğimde, birkaç kayısı çekirdeğini avucumun içinde buldum.

Tembelliği sevmezdi. Dinlendiği esnada bile boş durmaz, ya zeytin tespihine sarılır ya da dua ederdi. Dilinden düşürmediği birkaç duası vardı: “Allah’ım, beterin beterinden sakla!” “Allah’ım, yatağa düşürme beni!” “Peygamber Efendimiz’e komşu eyle bizi!”

Vakitli yatar, erkenden uyanırdı. Yatağa girdiğinde sırtını karyola başına verir, “Allah’ım! Yattım sağıma, döndüm soluma, melekler gelsin yanıma, şahit olsun dinime imanıma. Yattım ‘Ya Allah’, kalktım ‘İnşallah’… Kalkmazsam, ‘Eşhedû en lâ ilâhe illâllah ve eşhedû enne Muhammeden abdühu ve resulühu’” şeklinde dua eder, öyle uyurdu.

Uzun sayılacak ömrüne o kadar çok şey sığdırmıştı ki bize sadece ve sadece taşanları toplamak düşüyordu.

Bazen bir Temmuz sıcağında, bazen bir Şubat soğuğunda; ne zaman anneannemle ilerlesem, gözüm telgraf direklerine takılır, önce uçmayı hayâl eder, sonra aşağıya inerek o pamuksu ellerine sıkı sıkıya sarılırdım. Aradan kaç yıl geçtiğini hesaplamadım ama yıllarca bir meleğin gelip elimden tutarak uçurmasını beklerken, anneannem bir güz mevsiminde aramızdan ayrılıp gitti…

Belki de melekler, bizden evvel onu uçuruvermişlerdi uçması gereken yere…

Sonrasında iş güç, çoluk çocuk sahibi olmuştuk. Onun ölümünden sonra meleklerin bizi uçurmasına çokça şahit oldum. O’nun sağlığında yapmış olduğu duaların karşılığını ise hep birlikte hasat ediyorduk. Evet, melekler “en zor” zamanlarımızda imdadımıza yetişiyor, bir nevi elimizden tutup uçuruyorlardı.

Şimdi de öyle olmasını arzu ediyorum. Yere düşüp sürünen insanlığın elinden tutulup kaldırılması gerektiğine inanıyorum. Ülkemiz olarak, milletimiz olarak, ama en çok Müslümanlar olarak buna ihtiyacımız var.