20. YÜZYILIN
iki büyük savaşına, memleketi kasıp kavuran kıtlığına, yokluğuna ve yoksulluğa,
ülkemizde ve yakın coğrafyada cereyan eden onlarca darbeye, ihtilâle, devrime,
ayrılığa, acıya ve gözyaşına şahitlik etmiş asırlık bir çınardı…
Yaşanmışlık adına ne varsa,
yüzünde derinleşen çizgilerden okumak zor olmuyordu. Gerek millet olarak, gerek
ferdî anlamda çekilen onca çileden olsa gerek, gözlerini irileştiren sürme
kifayetsiz kalıyordu bu izleri kapatmaya. Suskunluğu kadar çok sesliliği de
aynı hikâyenin bir parçası oluyordu…
Hac farizasından sonra geçirdiği
hastalık neticesinde gözlerini, dahası ışığını kaybetmiş, uzun boylu, yaşlı
olmasına rağmen dinç kalmayı başarmış, aklı başında, iyiliksever, güzel huylu,
ince ruhlu, bir o kadar duygusal; imtihandan imtihana sürüklenmiş ve hepsini
sabırla aşmış mütedeyyin bir Osmanlı kadınıydı. Eline ne geçerse geçsin
etrafındakilerle “eşitçe” paylaşır, bundan da haz alırdı. Şükretmeyi, aza
kanaat etmeyi ondan öğrenmiştik. Kur’an âşığıydı; saatlerce yorulmadan dinler
ve gözyaşına gark olurdu. Ezan okunurken kaskatı kesilir, hareketsizce dinler,
Peygamber Efendimiz (sav) ile Bilal-i Habeşî’nin (ra) ruhlarına Fatiha
gönderirdi.
Gitmesi gereken bir yere
elinden tutarak ya ben götürürdüm ya da diğer torunlarından biri. Bahsini ettiğim
anneannemdi, ismi de Hacer…
Yorulduğunda bir ağaç
gölgesinde oturur, soluklanırdı. O sırada bize gerçek hayat hikâyeleri yahut ibretlik
menkıbeler anlatır, nasihatlerde bulunur ama en çok dua ederdi. Onunla hem
arkadaştım, hem de sırdaş.
Hiç unutmuyorum, bir
seferinde, “Oğlum, iyilik yaptığın zaman melekler seni ellerinden tutarak
uçururlar” demişti. “Nasıl olur bu Hacı Anne?” diye sormuştum ben de. “Bak
şimdi! İyi işler yaptığında ve muhtaçlara yardım ettiğin zaman melekler haberdar
olurlar” dediğinde bu kez, “Peki, bizi görürler mi?” diye yeni bir soru
sormuştum. “Yaptığımız bu güzel hareketten dolayı bizi yaratan Allah,
meleklerine, ‘Gidin onu (kulumu) ellerinden tutun ve gitmesi gereken yere
uçurun’ der, melekler de emre uyarak sekineler hâlinde yeryüzüne inerek
kulların yardımına koşarlar” diye müjde içeren bir cevap vermişti.
Daha on birini yeni tamamlamış
bir çocuk olmama rağmen, benim hızıma yetişmekte zorlanıyordu anneannem, “Oğlum
dur hele, biraz soluklanalım!” dediğinde, “Olur Hacı Anne!” diyerek
dinlenmesini sağlardım.
Çok hassas bir yapısı vardı;
öyle ki, çok küçük şeylerde bile içten içe darılırdı da hiçbirimizin haberi
olmazdı. Yemek vaktine rastlamışsa bu hâl, biz ona yemeğini yedirmek için dakikalarca
dil, o da gözyaşı dökerdi. Onun bu hâlini herkes bilir, ona göre davranırdı.
Bana karşı aşırı bir
düşkünlüğü vardı. Bu da diğer torunlarıyla birlikte dayım ve teyzemlerin
kıskanmasına neden olurdu. “Hacı Ana, bu çocuğu hepimizden çok seviyorsun!”
dediklerinde, “Yavrum, o benim dilimden anlıyor! O benim gören gözüm” diye
savunurdu. Bense bu ve buna benzer sözleri her duyduğumda, utancımdan kızaran
kulaklarımı kimse görmesin diye oracıktan hemen ayrılırdım.
Şehirleşme adına ahım şahım
betonarme bir yapılaşmanın olmadığı ilçemizde, o dönem cadde ve sokak
kenarlarında yemyeşil ağaçlara rastlamak olağan bir durumdu. Anlaşılan
yorulmuştu, “Soluklanalım” dedi. Rastladığımız “ilk” ağacın gölgesinde divan
gibi duran beyaz ve irice bir taşın üzerine oturmasını sağladım. Yüzündeki
peçesini hafifçe aralayarak derince bir nefes aldığında nuranî yüzünde inci
tanesini andıran damlalar belirdi. Elinin tersiyle silmeye çalıştı, ardından
“Bu ağacı dikene Allah
rahmet etsin!” diye duada bulunduktan sonra “Altında dinlenen insanlar ve
dalına konan kuşlar ona rahmet gönderiyor” diye ekledi.
Tam o esnada elini çarşafının
altından içeriye doğru uzatıp cebinin üzerinde fermuar görevi gören iri çatallı
iğneyi büyük bir maharetle açtı. Kenarları yavruağzı dantel işlemeli mendiline
önceden atmış olduğu birkaç düğümü özenle çözdü. Gözlerim ellerine takılmıştı. “Bembeyazdı”
ve durduk yere öpesi geliyordu insanın…
Seksen yaşını doldurmuş
bir ihtiyarın abdest âzâlarının günde tam beş kez suyla buluştuğunu, kazâya kalmış
vakit namazlarının olmadığını, Pazartesi-Perşembe orucuyla teheccüd namazını kaçırmadığını,
yediği zeytinlerin çekirdeğini çıkartarak biriktirdiğini, günlerce suda
bekletip yumuşadıktan sonra uçlarını keserek ipe dizdiğini, sonrasında ise kınaya
yatırarak tespih yaptığını ve bunu elinden, “Allah” lafzını da dilinden hiç
düşürmediğini tahayyül ettiğimde, ellerinde beliren beyazlığın sırrını çözmek
hiç de zor olmuyordu.
“Al bunları, bahar gelince
ekersin!” dediğinde, gayriihtiyari elimi uzattım… Ama elim boşta kaldı… Neden
sonra, onun göremediğini hatırladım. “Ver bakalım Hacı Anne!” dediğimde, birkaç
kayısı çekirdeğini avucumun içinde buldum.
Tembelliği sevmezdi. Dinlendiği
esnada bile boş durmaz, ya zeytin tespihine sarılır ya da dua ederdi. Dilinden
düşürmediği birkaç duası vardı: “Allah’ım, beterin beterinden sakla!” “Allah’ım,
yatağa düşürme beni!” “Peygamber Efendimiz’e komşu eyle bizi!”
Vakitli yatar, erkenden
uyanırdı. Yatağa girdiğinde sırtını karyola başına verir, “Allah’ım! Yattım sağıma, döndüm soluma, melekler gelsin yanıma, şahit
olsun dinime imanıma. Yattım ‘Ya Allah’, kalktım ‘İnşallah’… Kalkmazsam, ‘Eşhedû
en lâ ilâhe illâllah ve eşhedû enne Muhammeden abdühu ve resulühu’” şeklinde
dua eder, öyle uyurdu.
Uzun sayılacak ömrüne o
kadar çok şey sığdırmıştı ki bize sadece ve sadece taşanları toplamak
düşüyordu.
Bazen bir Temmuz
sıcağında, bazen bir Şubat soğuğunda; ne zaman anneannemle ilerlesem, gözüm
telgraf direklerine takılır, önce uçmayı hayâl eder, sonra aşağıya inerek o
pamuksu ellerine sıkı sıkıya sarılırdım. Aradan kaç yıl geçtiğini hesaplamadım
ama yıllarca bir meleğin gelip elimden tutarak uçurmasını beklerken, anneannem
bir güz mevsiminde aramızdan ayrılıp gitti…
Belki de melekler, bizden
evvel onu uçuruvermişlerdi uçması gereken yere…
Sonrasında iş güç, çoluk çocuk
sahibi olmuştuk. Onun ölümünden sonra meleklerin bizi uçurmasına çokça şahit
oldum. O’nun sağlığında yapmış olduğu duaların karşılığını ise hep birlikte hasat
ediyorduk. Evet, melekler “en zor” zamanlarımızda imdadımıza yetişiyor, bir
nevi elimizden tutup uçuruyorlardı.
Şimdi de öyle olmasını arzu ediyorum. Yere düşüp sürünen insanlığın elinden tutulup kaldırılması gerektiğine inanıyorum. Ülkemiz olarak, milletimiz olarak, ama en çok Müslümanlar olarak buna ihtiyacımız var.