Melce

“Mülteci ruhum ebedî yurdunu özler...” (Nesrin Çaylı)

İNSAN kendine sunulan akıl nimetinin yanı sıra acziyet içindedir. Acziyet kimilerini bencilliğe itip zalimleştirdiği gibi, kimileri için teslimiyete giden bir yol olur. Aciz olanın aciz olmayana iltica etmesi ise dua iledir. Dua insanın sığınağıdır. Murada kavuşmaktan daha önemlisi, insanın kusurunu dile getirip af dilemesi, yakarması ve bu vesileyle kulluğunu aşikâr edebilmesidir.

Atamız Âdem’den (as) tevarüs edilmiş gizli bir ıstıraba mahkûmdur ruhlarımız. Cennet’ten koparılmışlığın acısıyla kavrulur. Attığımız yanlış bir adım o acıyı tetikler ve her günahla yeniden sürgün yer yüreklerimiz. Nedamet duyar, sığınacak bir melce arar kendine. Dua ile yaralarını sarar, tövbe ile arınmayla hayat bulur.

Bütün hastalıklara şifa yaratan Allah’ım, günah hastalığının şifası duada mıdır? Bize dünyada lütfettiğin cennetin adı dua mıdır?

***

Yatağı, yastığı, örtündüğü cennet; açlık ve susuzluğun bilinmez olduğu, yürüdüğünde ayaklarına yorgunluğun ilişemediği yer cennetti. Henüz bir bedele mukabil olmayan bu yerde ebediyen kalmaktan başka ne isteği olabilirdi? Ancak bir hitapla gelen yasak vardı: “La takrabâ!”

Ey Âdem! Sen ve eşin, Cennet’e yerleşin. Orada dilediğiniz yerde bol bol yiyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara, 35) 

Nehyedileni görmemeli, bilmemeliydi. Az bir meyledişin insanı nasıl bir harbe sürükleyeceğinden habersizdi. Vesveseler Âdem’i (as) sağından solundan, önünden ardından sardı, bir şeyler fısıldadı: “‘Ne dersin, sana ölümsüzlük ağacını göstereyim mi?’” (Tâ-hâ, 120) “‘Rabbiniz bu ağacı ancak melek olmayasınız ya da (Cennet’te) ebedî kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı.’” (Â’raf, 20)

Şeytan, kelimelerini yalana bandırıp kendi elleriyle yedirdi ona. Bir cenin gibi korunan, zehirli bir sözle koparıldı Cennet’ten. Tuzla buz oldu sırça köşkler, çoraklaştı mümbit topraklar, dalında soldu güller. Kulağından damlatılan kangrenin panzehri Cennet’ten kesilmek miydi?

Kılıçsız, mızraksız, kansız bu savaş; hak ile bâtılın ilk savaşı... Kibrinden mamul hazinelerle bir ordu kurdu şeytan ve onunla meydan okudu. Yeminlerle süsledi kurduğu tuzağı. İnsan nasıl olurdu da ondan daha üstün olabilirdi, o ateşten yaratılmamış mıydı? Bir parça ateş, toprağın damalarında gezinmeye başladı. Tâ ki topraktan olanı toprağa düşürsün...

Unuttu Âdem (as) ilk uyarıyı. İlk defa unuttu insan. “Bu şeytan hem senin, hem zevcen için (apaçık) bir düşmandır...” (Tâ-hâ, 117)

Çatladı yer, yarıldı ağaçlar, ayrı ayrı iki tohum serpildi meşakkat ülkesine. Kapandı Cennet’in kapıları, tarihe yapraklar düştü takvimden; zamana ve mekâna terkip edildi insan. Âdem ebedîlerden olmak istedi, insanlığı kuşandı. İblis ise üstünlük tasladı, şeytanlığı kuşandı. İlk pişmanlığıyla öğrendi insan rahmetten uzak olanın hazûl bir düşman olduğunu, zaafların var olanı nasıl yok ettiğini. Ölümle uyanacağı rüyası ona Cennet’i kazandıracak gayreti müjdeleyebilecek miydi?      

İnsanın gölgesi arza düşmemiş olsaydı nereden bilecekti kalbinde biriktirdiği kara beneklerin gözyaşıyla arınabileceğini? Cennet’in cennet olduğunu dünyayı görmeden anlayabilecek miydi? Tokluğun şükrünü idrak etmenin yolunun açlıktan geçtiğini, kaybetmeden bulmanın değerini bilebilir miydi?  

Rahmet tepesinde kavuştu Atamız Âdem (as) ile Havva Anamız. Arafat kavuşmanın, buluşmanın, duanın, tövbenin, ilticanın sembolü oldu. “Dediler ki, ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz’.” (A’raf, 23) Allah’ın merhametinin yanında şeytanın zafer naralarının bir hükmü kalır mı? Övülmüş olanın nurunu taşıyana yüzüstü kalmak yaraşır mı? Rahmet yüklü bulutlar, kurumuş toprağın üzerinden selâmsızca geçer mi? Bilmenin, bulmanın, olmanın, ölmenin, düşmenin, kalkmanın, durmanın, azalmanın, çoğalmanın, arınmanın ve yücelmenin mekânıdır Arafat.

De ki, ‘Ey kendi aleyhlerine olarak günahta haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir’.” (Zümer, 53)

Duadır sürgün yerini cennete dönüştüren, yüreklerde yeniden cennetler filizleyen köklü hareket. Af dilemeye, duaya yönelmiş her yürek bir Arafat…