Mekân mı, insan mı, ruh mu?

Aklımın aklı bunu hiçbir zaman anlamaz, anlayamaz. Arabam arızalanmasa burada olmazdım. Çok kere kendime dedim ‘Bir daha buralara gelmem!’ diye. Ne mümkün? Hem gelsem ne olacak ki? Geçip giderim şehrin bir köşesinden… Ama gitmiyor işte ayaklarım, gitmiyor! Hiçbir zaman da gitmedi aslında.

MEKÂN mı insanı daraltıyor, yoksa insan kendini mi? Mekânın fiziksel boyutları mı, yoksa insanın hâlet-i rûhiyesi mi daha geniş ve daha aktif?

Mekânın/şehrin içine bırakılan, içinde mevcut ne türden bir eser, bir yapı ya da bir güzellik varsa, ona ait de bir büyük sofra vardır. O sofrada neden, nelerden, hangi niyetle, ne kadar ve nasıl tattı isek, mekânın üzerimizdeki etkisi de ona göre şekillenir. Ancak sofrada ne olduğu yanında, sofranın nasıl kurulduğu, hangi duygu ve düşünceler ile tasarlandığı, meydana getirildiği bizce hep muğlak bir alan gibi görünse de aslında sofradan istifade ettikten sonra en az tadılanlar kadar kanımıza karışan bir unsur olarak -başta ruhumuza sonra da bedenimize- tesir eder.

Mekân-insan ilişkisinde bir diğer boyut ise, içinde bulunduğumuz hâlet-i rûhiyenin mekâna aksidir. Bu ise bir iç ahvalin, bir iç tasvirin dış mekânda kendine bir karşılık bulması, beraberinde bir anlamlandırma sürecini harekete geçirmesidir.

Aşağıda, aynı mekânda cereyan eden ve mekân-insan ilişkisinde yukarıdaki her iki boyuta örnek olabilecek ve büyük çoğunluğu monolog olarak geçen konuşmalarla sözü devam ettirmiş olalım:

“İnsan yaşlandıkça tarihine ve kendinden önceye daha mı çok ilgi duyuyor acaba? Şehrin uzayıp giden kaldırımları iyice daralmaya başladı azizim. Bir an durup bakalım… ‘Bakalım’ diyorum ama bakacak bir pencere aralığı bile pek kalmadı. Bırakın daha doğal alanları, her gün geçtiğimiz kaldırım ve sokaklardan bile neredeyse eser yok. Çalışanlar her gün bir sokağı daha arşınlayıp, ‘Neresinden ne kadar kırpabiliriz?’ diye ölçümler yapıyorlar. Yetim ve kimsesiz sokaklara ölçüsü alınmadan, kültürü sorulmadan, ‘moda’ diye tabir edilen elbiseler giydirmeye çalışıyorlar. Günümüz insanının nefesini, onu içine alacak şekilde örülen bir ateş çemberinin içinde yalnızlıklarıyla aynı alana hapsederek daha da daraltıyorlar.

Sonra bir eli göğe uzayan gözetleme kulelerinin; içeriden görünen ancak dışarıdan fark edilmeyen siyah camlarının arkasında ürkeklik ve bilinçsizlik arasında kalmış cesaretini, gözlerindeki siyah gözlükler ile daha da saklayan ve bir karanlık mekândan olan biteni izleyen modern bir mekanizmayı görebilmek hiç de zor değil…

Mekanizma mı? Oysa insan bir organizma değil miydi efendim?

Efendim, şöyle izah etmeye çalışayım: Yeni bir alan açamadığımız, yeni bir gönül kazanamadığımız gibi, baba yadigârı varlıklarımız işgal edilip canlı kısımların çoğunu yitirdiğimizden beri hangisine benzediğimize buyurun, siz karar verin!

Bir diğer ifadeyle söyleyeyim: Çürümek, değişmenin olumsuz anlamda en canlı göstergesidir. Ancak konu insan ise, durum daha farklıdır. İnsan istifade edeceği kaynakları ve kendini bulamayınca öncelikle üretim durur, sonra eldeki mevcut birikim ve nihayet öz sermaye tüketilmeye başlar. Yavaş yavaş bütün teçhizat paslanmaya başlar. Bu ruhen de, bedenen de böyle değil midir?”

Mahallenin en çok okuyan ve bilgisine güvenilir -ismini söylersem gücenecek kadar mert bir hâli- olan bu güzel abisi, doğup büyüdüğü mahallenin ve şehrin değişimini, etrafından çok kendine -bu şekilde- özetlerken, bir anda içeriye, aslında diğerlerinden hiçbir farkı olmadığı hâlde yabancı olduğu her yönünden belli olanlara has bir ürkeklikle genç biri girdi. Kimseyle konuşmaya pek yanaşmayan ahvali ile etrafındakilerce süzülürken, henüz özünden koparılıp yeni tarzda dizayn edilmemiş bu tarihî mekânlara has samimi atmosferde kendiliğinden açılan sohbete nasıl dâhil olduğunu bilemediği gibi, kendisini şehre dair hikâyesini özetlerken buldu.

Şehirden en son ayrılırken gönlünden ve dilinden dökülen cümleleri, daha ziyade kendi duyacağı bir sesle şöyle terennüm ediyordu genç adam:

“Bilirim, sendendir buraların güzelliği. Buraları sen kılan… Ya beni buralı kılan ya da beni yaralı kılan? Sen… Kâh beni yola düşüren, kâh ayağım toprağına değdiğinde başıma üveyikler konduran... Suya inen ceylan gibi şehre inmeni beklediğim… Bir selâmına binler adım atıp elim havada kaldığında kanın, kılıcın kınından çekildiği gibi hızlıca çekilip kalbi kanattığı…

Sen... Göremeyince ayağıma kaldırım taşları dolaşıp izimi izinde kaybettiğim… İçim ne kadar daraltıyorsa, buralar o kadar açıyor ki beni... Hayır, acıtmıyor, açıyor beni buraların havası! Ama gel ki, giden gelmiyor, gelemiyor… O yüzden gidemem, gitmemeliyim. Her bir köşede ismini sadece vuslat ile andığım! Aramızda hicranı perde eyleme! Mümkünsüz olana uzatma elini! Uzatma ki, gelmek güç olur. Etme! Kıyma lâlelerin geldiği mevsime! Güllerin seninle gülüp seninle saklandığı demlere kıyma! Kışın bahara döndüğü günlerin hatırına, bir ânını sensiz geçirmediğim sonbaharı bize kor eyleme! Etme, ‘Beni kör kuyularda merdivensiz bırakma!’…”

Bunları terennüm ederken eski bir hikâye gibi değil, sevdiği karşısında oturmuş da onu dinlercesine bir dikkat ile konuşuyordu genç adam. Sarf edilen bu sözlerin ilk söylediği ya da aklından ilk geçtiği gün gibi taze bir mukabele olduğu, ziyadesiyle belliydi. Mukabele olmayınca bu sözler olur mu hiç? Konuşamasa da sevdiğinin her hâlinden onun ne demek istediğini anladığı pekâlâ belli oluyordu. Bir an sonra kendine geldiğinde devam etti:

“Aklımın aklı bunu hiçbir zaman anlamaz, anlayamaz. Arabam arızalanmasa burada olmazdım. Çok kere kendime dedim ‘Bir daha buralara gelmem!’ diye. Ne mümkün? Hem gelsem ne olacak ki? Geçip giderim şehrin bir köşesinden… Ama gitmiyor işte ayaklarım, gitmiyor! Hiçbir zaman da gitmedi aslında. Onlar burada kaldı hep. Bugün geldiğimde giydim tekrar onları. Zira uzun zaman sonra ayağım yere bu kadar sağlam ve güvenli basmamıştı. Ayaklarım ve kalbim uzun zamandır bu kadar huzur bulmamıştı. Ayaklarım toprağına değdi, hissettin mi a cancağızım? Bu topraklar canımın, cananımın toprağı… Bakmayın siz, bu topraklar öyle mümbit ki üzerinde -vuslat olmasa da- her şey yetişir.”

Genç adam bu sözleri söylerken, etrafında toplanan şehrin ve mekânın buluşturduğu türden dost yüzlü insanlardan birinin, “Adın nedir delikanlı?” sorusuna, derinlerden geldiği belli olan şu dizelerle cevap verdi:

"İsmimi topluyor bastığım kaldırımlar/ Dehrin düştüğü uçurumlarda/ Adım sanım kalmamalı, bu doğru...

Şehrin terekesini devraldım/ Bir göz kapamalık, elinden devranın/ Dönmedi hüzünden yüzüm, dönmedi değirmenim…

Taşımadı kulübem, sel alıp yele gitti/ Son heceme dek talan, evet, bilemediğim/ Gül ve bahar hengâmı…”