
MEKÂN mı insanı
daraltıyor, yoksa insan kendini mi? Mekânın fiziksel boyutları mı, yoksa
insanın hâlet-i rûhiyesi mi daha geniş ve daha aktif?
Mekânın/şehrin
içine bırakılan, içinde mevcut ne türden bir eser, bir yapı ya da bir güzellik
varsa, ona ait de bir büyük sofra vardır. O sofrada neden, nelerden, hangi
niyetle, ne kadar ve nasıl tattı isek, mekânın üzerimizdeki etkisi de ona göre
şekillenir. Ancak sofrada ne olduğu yanında, sofranın nasıl kurulduğu, hangi
duygu ve düşünceler ile tasarlandığı, meydana getirildiği bizce hep muğlak bir
alan gibi görünse de aslında sofradan istifade ettikten sonra en az tadılanlar
kadar kanımıza karışan bir unsur olarak -başta ruhumuza sonra da bedenimize-
tesir eder.
Mekân-insan
ilişkisinde bir diğer boyut ise, içinde bulunduğumuz hâlet-i rûhiyenin mekâna
aksidir. Bu ise bir iç ahvalin, bir iç tasvirin dış mekânda kendine bir
karşılık bulması, beraberinde bir anlamlandırma sürecini harekete geçirmesidir.
Aşağıda,
aynı mekânda cereyan eden ve mekân-insan ilişkisinde yukarıdaki her iki boyuta
örnek olabilecek ve büyük çoğunluğu monolog olarak geçen konuşmalarla sözü
devam ettirmiş olalım:
“İnsan yaşlandıkça
tarihine ve kendinden önceye daha mı çok ilgi duyuyor acaba? Şehrin uzayıp
giden kaldırımları iyice daralmaya başladı azizim. Bir an durup bakalım… ‘Bakalım’
diyorum ama bakacak bir pencere aralığı bile pek kalmadı. Bırakın daha doğal
alanları, her gün geçtiğimiz kaldırım ve sokaklardan bile neredeyse eser yok.
Çalışanlar her gün bir sokağı daha arşınlayıp, ‘Neresinden ne kadar
kırpabiliriz?’ diye ölçümler yapıyorlar. Yetim ve kimsesiz sokaklara ölçüsü
alınmadan, kültürü sorulmadan, ‘moda’ diye tabir edilen elbiseler giydirmeye
çalışıyorlar. Günümüz insanının nefesini, onu içine alacak şekilde örülen bir
ateş çemberinin içinde yalnızlıklarıyla aynı alana hapsederek daha da
daraltıyorlar.
Sonra bir eli göğe
uzayan gözetleme kulelerinin; içeriden görünen ancak dışarıdan fark edilmeyen
siyah camlarının arkasında ürkeklik ve bilinçsizlik arasında kalmış cesaretini,
gözlerindeki siyah gözlükler ile daha da saklayan ve bir karanlık mekândan olan
biteni izleyen modern bir mekanizmayı görebilmek hiç de zor değil…
Mekanizma
mı? Oysa insan bir organizma değil miydi efendim?
Efendim, şöyle
izah etmeye çalışayım: Yeni bir alan açamadığımız, yeni bir gönül
kazanamadığımız gibi, baba yadigârı varlıklarımız işgal edilip canlı kısımların
çoğunu yitirdiğimizden beri hangisine benzediğimize buyurun, siz karar verin!
Bir diğer ifadeyle
söyleyeyim:
Çürümek, değişmenin olumsuz anlamda en
canlı göstergesidir. Ancak konu insan ise, durum daha farklıdır. İnsan istifade
edeceği kaynakları ve kendini bulamayınca öncelikle üretim durur, sonra eldeki
mevcut birikim ve nihayet öz sermaye tüketilmeye başlar. Yavaş yavaş bütün
teçhizat paslanmaya başlar. Bu ruhen de, bedenen de böyle değil midir?”
Mahallenin
en çok okuyan ve bilgisine güvenilir -ismini söylersem gücenecek kadar mert bir
hâli- olan bu güzel abisi, doğup büyüdüğü mahallenin ve şehrin değişimini,
etrafından çok kendine -bu şekilde- özetlerken, bir anda içeriye, aslında diğerlerinden
hiçbir farkı olmadığı hâlde yabancı olduğu her yönünden belli olanlara has bir
ürkeklikle genç biri girdi. Kimseyle konuşmaya pek yanaşmayan ahvali ile etrafındakilerce
süzülürken, henüz özünden koparılıp yeni tarzda dizayn edilmemiş bu tarihî mekânlara
has samimi atmosferde kendiliğinden açılan sohbete nasıl dâhil olduğunu bilemediği
gibi, kendisini şehre dair hikâyesini özetlerken buldu.
Şehirden
en son ayrılırken gönlünden ve dilinden dökülen cümleleri, daha ziyade kendi
duyacağı bir sesle şöyle terennüm ediyordu genç adam:
“Bilirim,
sendendir buraların güzelliği. Buraları sen kılan… Ya beni buralı kılan ya da
beni yaralı kılan? Sen… Kâh beni yola düşüren, kâh ayağım toprağına değdiğinde başıma
üveyikler konduran... Suya inen ceylan gibi şehre inmeni beklediğim… Bir selâmına
binler adım atıp elim havada kaldığında kanın, kılıcın kınından çekildiği gibi
hızlıca çekilip kalbi kanattığı…
Sen... Göremeyince
ayağıma kaldırım taşları dolaşıp izimi izinde kaybettiğim… İçim ne kadar
daraltıyorsa, buralar o kadar açıyor ki beni... Hayır, acıtmıyor, açıyor beni
buraların havası! Ama gel ki, giden gelmiyor, gelemiyor… O yüzden gidemem,
gitmemeliyim. Her bir köşede ismini sadece vuslat ile andığım! Aramızda hicranı
perde eyleme! Mümkünsüz olana uzatma elini! Uzatma ki, gelmek güç olur. Etme! Kıyma
lâlelerin geldiği mevsime! Güllerin seninle gülüp seninle saklandığı demlere
kıyma! Kışın bahara döndüğü günlerin hatırına, bir ânını sensiz geçirmediğim
sonbaharı bize kor eyleme! Etme, ‘Beni kör kuyularda merdivensiz bırakma!’…”
Bunları
terennüm ederken eski bir hikâye gibi değil, sevdiği karşısında oturmuş da onu
dinlercesine bir dikkat ile konuşuyordu genç adam. Sarf edilen bu sözlerin ilk
söylediği ya da aklından ilk geçtiği gün gibi taze bir mukabele olduğu,
ziyadesiyle belliydi. Mukabele olmayınca bu sözler olur mu hiç? Konuşamasa da
sevdiğinin her hâlinden onun ne demek istediğini anladığı pekâlâ belli
oluyordu. Bir an sonra kendine geldiğinde devam etti:
“Aklımın aklı bunu
hiçbir zaman anlamaz, anlayamaz. Arabam arızalanmasa burada olmazdım. Çok kere
kendime dedim ‘Bir daha buralara gelmem!’ diye. Ne mümkün? Hem gelsem ne olacak
ki? Geçip giderim şehrin bir köşesinden… Ama gitmiyor işte ayaklarım, gitmiyor!
Hiçbir zaman da gitmedi aslında. Onlar burada kaldı hep. Bugün geldiğimde
giydim tekrar onları. Zira uzun zaman sonra ayağım yere bu kadar sağlam ve
güvenli basmamıştı. Ayaklarım ve kalbim uzun zamandır bu kadar huzur
bulmamıştı. Ayaklarım toprağına değdi, hissettin mi a cancağızım? Bu topraklar
canımın, cananımın toprağı… Bakmayın siz, bu topraklar öyle mümbit ki üzerinde
-vuslat olmasa da- her şey yetişir.”
Genç
adam bu sözleri söylerken, etrafında toplanan şehrin ve mekânın buluşturduğu
türden dost yüzlü insanlardan birinin, “Adın nedir delikanlı?” sorusuna,
derinlerden geldiği belli olan şu dizelerle cevap verdi:
"İsmimi
topluyor bastığım kaldırımlar/ Dehrin düştüğü uçurumlarda/ Adım sanım
kalmamalı, bu doğru...
Şehrin terekesini
devraldım/ Bir göz kapamalık, elinden devranın/ Dönmedi hüzünden yüzüm, dönmedi
değirmenim…
Taşımadı kulübem,
sel alıp yele gitti/ Son heceme dek talan, evet, bilemediğim/ Gül ve bahar hengâmı…”