Mehtap Altan: İmgeler Kraliçesi

Altan, öncelikle dersine muazzam çalışıyor, konuğunu çok ama çok iyi tanıyor. Sonra da imge yumağına sarılı, ilmek ilmek sorularla öyle konuşturuyor ki Sadık Yalsızuçanlar’ı, Hilmi Yavuz’u, D. Mehmet Doğan’ı, Mario Levi’yi, Nurullah Genç’i, Haydar Ergülen’i, Hüseyin Su’yu, Leyla İpekçi’yi, Sunay Akın’ı, Necip Tosun’u, vesaire vesaire… (Konuşturdukları arasında bu fakir de var.) Başıma geldiği için, yakından biliyorum Mehtap Altan’ın ne kadar büyük söyleşi ustası olduğunu.

BİLLUR ırmakların sesini giyinen yazar. İmge kraliçemiz o bizim.

Hüzünbaz gamzelerinin yarasını yaşayan, dize dize, cümle cümle bizlere okutan kalem; Mehtap Altan.

Onu tanıdığımda henüz şiir âlemine Çivi çakmakla meşguldü. İlk şiir kitabı -aslında on dokuz sene önce de bir şiir kitabı yayımlanmış ama o da, yayıncısı da, okuru da unutmuştu sanki onu- Çivi çıkalı birkaç ay olmuş, Şehir ve Kültür dergisine çok güzel söyleşiler yapıyordu. Kar Yazıları Antolojisi’ne yazı isteği için yazmıştı bana, sağ olsun. Öyle başladı dostluğumuz.

Yazdıklarına bakınca, edebî ukalâlık yaptım, öyküye yönlendirdim onu. Kırmadı bu büyüğünü. Yaklaşık on iki ay -internet üzerinden- birlikte çalışma imkânı bulduk öyküleri üzerine. O günlerde ulusal bir öykü ödülü de aldı zahir. Sonra ortaya bir öykü kitabı dosyası çıktı. Profil’den 2015 yılında çıktı ilk öykü kitabı bizim Mehtap’ın “İmgenâr Sokağı” adıyla.   

2016’da denemelerinden oluşan Def geldi, 2017’de iki kitap birden; nefis bir söyleşi kitabı Es ve ikinci öykü kitabı Mistik Fısıltılar… 2019’da ise üçüncü öykü kitabı, Kördüğümün Kanatları. Şimdi, şöyle bir soru sorduğunuzu duyar gibiyim: “Fahri Bey, üç öykü, iki şiir, bir deneme, bir söyleşi… Yedi kitabı bulunan Mehtap Altan neci? Şair mi, öykücü mü, denemeci mi, söyleşi yazarı mı? Cevap veriyorum: Hepsi!

Olur mu? Olur! Dört alanda da başarılı olabilir mi bir yazar? Olabilir, evet. Örnekleri var mı? Elbette var. Hemen ilk aklıma geleni söyleyeyim: Faik Baysal; hem altı kitap sahibi bir şair, hem Sancı Meydanı ile 1969 Sait Faik Hikâye Armağanı sahibi sekiz kitap sahibi bir öykücü, hem 1944’te yazdığı Sarduvan ile modern Türk romanını etkilemiş, on üç kitap ve ödüller sahibi usta bir romancı, hem de -bizim kuşak hatırlar- başarılı yönetmen Mesut Uçakan’ın çektiği, 1988’de TRT’de gösterilen Kavanozdaki Adam dizisinin senaristi. Daha Karamazov Kardeşler dâhil 40 roman çevirisinden söz etmedim. Edebiyatımızda başka da var böyle çok yönlü ustalar elbette. Bizim Mehtap Altan’ımız da şimdilik büyük usta Faik Baysal’ın yolundan ilerliyor. Ne diyelim, vazgeçiremedik, bari “Yolun açık olsun Mehtap!” diyelim.

Hâzâ yazar doğmuş bir kız o Kayseri’de. Bu Kayseri’nin şanssızlığı elbet. Bizim, edebiyatın şansı ama! Para yerine imgeler, nakit yerine dizeler, kâr yerine cümleler biriktirmiş yüreğinde bir ömür. Çile çile, hüzün hüzün, sabır sabır… Hiç de kolay olmamış bu, belli.

“Gasyerililik hiç mi yok bu gızda gari?” dediğinizi işitir gibiyim. Yok vallahi! (Kayserililer gurur duysun diye söyleyeyim, azıcık ucundan va/r, o kadar.) Çalışkan ve üretkenliğiyle tipik Gayserilidir Mehtap Altan. Bir gün Kars’ta yahut Ardahan’da bir köy ilkokulunun bahçesinde çocuklara öykü okurken görürsünüz onu, başka gün Urfa’da bir lisede kitaplarını imzalarken. Edirne’den Artvin’e, Van’dan Muğla’ya, 81 ilin 976 ilçesinin bütün okulları onundur. (Şimdilik Gayseri’ye hiç edebiyat programına davet edilmemiş olabilir, 81 ili tez elden 80’e düşürmeliyim. Ama üzülme Mehtap, bütün yazarlar öyledir. Hepimizin başında bu. Kendi şehirlerinde kıymeti olmaz insanların, bilesin bu sosyolojik kanunu.)

Unutmadan, eşim Gülseren Hanım’la da kankadırlar. Arada telefon açar, duâ talep eder ablasından. Mistik Fısıltılar’ın yazarına da bu yakışır, değil mi ama?!


İmge fabrikatörü

Yürür gibi, nefes alır verir gibi imge üretiyor. Sadece şiirinde değil. Öykülerinde de, denemelerinde de, hattâ sıkı durun, söyleşi sorularında da... “Söyleşi” dedim de, söyleyeceklerim var bu konuda. Bu satırların yazarı da, birçok meslektaşı gibi yüzün üzerinde söyleşi yapmış, söyleşi kitabı çıkmış biri. Her yiğidin ayrı bir yoğurt yiyişi, soru soruşu var elbet, eyvallah. Soru sormak bir sanat. Gerçekten. Söyleşide esas olan, konuşan ve konuşanın ne söylediği değil, asıl başarı konuşturanda.

“Es-Sakıncası Yoksa Söz Edebiyatın!” kitabıyla, inanın bana, edebiyatımızdaki söyleşi türünün resmen kitabını yazdı Mehtap Altan. Hilâfsız, abartısız söylüyorum: Ülkemizdeki iletişim fakültelerinde söyleşi konusunda ders kitabı olarak her öğrenciye okutulmalı “Es”. Bu kitap bir şeyi daha ortaya koyuyor; konuşturulanın ünlü olması, söyleşinin kalitesi için yeterli değildir. Esas olan, soru!

Altan, öncelikle dersine muazzam çalışıyor, konuğunu çok ama çok iyi tanıyor. Sonra da imge yumağına sarılı, ilmek ilmek sorularla öyle konuşturuyor ki Sadık Yalsızuçanlar’ı, Hilmi Yavuz’u, D. Mehmet Doğan’ı, Mario Levi’yi, Nurullah Genç’i, Haydar Ergülen’i, Hüseyin Su’yu, Leyla İpekçi’yi, Sunay Akın’ı, Necip Tosun’u, vesaire vesaire… (Konuşturdukları arasında bu fakir de var.) Başıma geldiği için, yakından biliyorum Mehtap Altan’ın ne kadar büyük söyleşi ustası olduğunu. Bu kitap henüz fark edilmedi, biliyorum, ama gün gelecek, ödül de alacak, ders kitabı da olacak!

Sadık Yalsızuçanlar dostum çok haklı, şiirle öykünün kesiştiği yerden konuşuyor Mehtap Altan. Konuşuyor, konuşturuyor, yazıyor, anlatıyor…

O aslında, Kulübedeki Cennet’inde yaşıyor hâlâ. Kutu Kutu Pense oynayan bir kız çocuğu o. Adı da Gülnâre olsun bu kız çocuğunun. Kehribar Tespihi bir elinde, Defi diğerinde, Tarçın Kokulu Vefası gönlünde, Kese Kâğıdı Kokusunda Müphem Sancılar kalbinde, hayâlindeki Ardıç Kuşu’na kâh Beyaz Ağıt’ı anlatıyor, kâh Üç Gül Masalı’nı. Böyle işte! (“Böyle işte”, Mehtap Altan’ın en çok kullandığı cümledir bu arada.)

Dili de, dünyası da saf, arı duru. Bozulmamış. İtiraf ediyor zaten: “Babam beni kavanozda büyütmüş. Onun için dünyadan haberim yok!” Bihakkın doğru kızımız. Şâhidiz buna. On kere değil, yüz kere, bin kere. Üç yıl Akhisar Belediyesi Yazarlık Okulu’na, İzmir’den Akhisar’a -Akhisar’dan İzmir’e, her biri ikişer saatlik, üç yılda altmış kez aynı araçla gidip geldik, düşünün yani- onunla yolculuk büyük zevktir. Tabiî bu zevk bizler için. Onun için mi? Bazen günlük güneşlik, bazen de sağanak yağmurlu…

Dünyadan gerçekten bîhaberdir Mehtap. Çok örnek anlatırım. İspatlarım size. Bir tane anlatayım, yeter zaten: Yine bizi İzmir Havaalanı’ndan almışlardı bir gün. “Biz” dediğim, Bahtiyar Aslan, Cihat Zafer, ben… İzmir’in kuzey çıkışı, Manisa sapağından da onu aldık. Gidiyoruz. Mehtap sordu bize (ah keşke hiç sormasaydı; ah ki ah): “Filan üniversitenin öykü jürisindeyim, ben bu işlerden hiç anlamam. Jüri olarak para alacak mıyız, almayacak mıyız?” Saflığın dibiydi soru. Zirvesi hattâ. Üç yazar birbirimize bakakaldık. Gözlerimizle gülüştük. Birbirinden usta üç çakala bu soru sorulur muydu hiç? Göreceği vardı şimdi Mehtap’ın.

Gözlerimi Manisa şehrinin üzerinden Sipil dağı zirvesine kaçırarak, “Eyvah, yandın sen!” diyerek muhabbeti başlattım. “N’oldu?” dedi her zamanki o meşhur puflamasıyla. Dedim: “En az bin lira alırlar senden. Bahtiyar Aslan topa girdi ustalıkla: “Ben jüri parası vere vere bıktım, artık üniversitelere jüri olmayı bıraktım.”

Mehtap’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Şaşkın, üzgün, ürkek bakıyor bize. Ben devam ettim: “Bak Mehtap, seni aydınlatayım; üç jüri kategorisi var Türkiye’de. En düşük C kategorisi. Az şöhretler… Ben onlardayım. Biz jüri olduğumuzda 750-1000 lira arası ödüyoruz. İkincisi B kategorisi. Onlar 1500-2000 civarı ödüyorlar. Bir de A kategorisi var. D. Mehmet Doğan, Sadık Yalsızuçanlar, Nurullah Genç filan… Büyük şöhretler yani… Onlar jüri olduklarında 2.500-3.000 lira ödüyorlar. Maalesef bizim edebiyat âlemi acımasız. Jüri oldukça para ödüyoruz biz.”

Pası Bahtiyar Aslan aldı benden: “Fahri Ağabey doğru söylüyor. Ben B sınıfındayım. Geçen hafta 2000 lira ödedim daha bir üniversitenin jüriliğine. Allah’tan derginin arka kapağına o üniversitenin reklâmlarını koydum da mahsuplaştık. Cebimden para çıkmadı. Ah be Mehtap Hanım, biz bu jüri üyeliklerinden senelerdir neler çekiyoruz bir bilsen!”

Mehtap Altan daha bir şaşkındı şimdi. İnansa mı, inanmasa mı, biraz tereddüt ediyor… İşin ustaları konuştuğu için de inanmak istiyordu. Cihat Zafer, penaltı noktası üzerindeki sağ ayağının dışıyla yumuşatıp içiyle doksana bırakıyordu her zamanki ustalığıyla: “Ah be Mehtap Hanım! Ben bir ev parası ödedim jüri üyeliklerime bugüne kadar. Hem de Nişantaşı’nda bir daire parası!”

İnanmıştı Mehtap Altan. Ama sevinçliydi. “Kısmetlisin Mehtap” diye düşündü. O bugüne kadar hiç parası ödememiş, jüri sömürüsünden kurtulmuştu işte. “Eve gidince şükür namazı kıl sen” dedi içindeki kız çocuğu ona. Arabadakilere döndü: “İyi o zaman, benden para istemedi üniversite henüz. Galiba para ödemekten kurtuldum ben!”

Tebrik etti üç çakal, Mehtap Hanım’ı, bıyık üstünden gülerek bu kez. “Çok şanslısın sen” dediler. Mehtap Altan buydu…

Bir başka yolculukta ise yolun kenarındaki zeytinleri “Bunlar ne ağacı?” diye soruyor, Fahri Tuna’dan “Erik ağacı… İstanbul eriği hem de” cevabına inanıyordu. Böyle onlarca örnek vardı hayatında.

Edebiyattaysa kördüğümleri çözen kızdı o. İnanıyorum, kitaplarıyla “İmgenâr Mahallesi” kuracak o zamanla.

Yazmaya yirmi yıl ara vermenin hüznü, hicranı, kırgınlığı satır aralarını sinmiş elbette. Hakk-ı âlisi de yok değil. Bu zenginlik katıyor aslında ona. Hüzünbaz imgelerin yazarı… Mehtap Altan, edebiyatımızın imgeler kraliçesi… Hüzünbaz imgelerin hem de…